Velâyet Kemâlâtı

Velâyet istidadına sahip o yolda birtakım çalışmalar yapan kişi; aldığı güçlü ilim ve idrak ettiği hakikat ile ruhanîler arasında manevî olarak staj amacı ile bulunabilir ve birtakım görevler yapar. Ancak yeterli Nefs arınması olmadığı için; yani Nefs, kendini beden kabul etmeyi terk edemediği, bilincini aldığı müspet ilhamlar sonucu arındırıp kemâle erdiremediği için Mutmainne’ye ulaşamamıştır ve hâlâ tehlikededir!

En büyük tehlike de buradadır!.. Çünkü ruh, o kuvvete kavuşmuş, fakat Nefs, birim olma bilincini atamamış ve ilham yollu aldığı kemâlâtı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır... Nefs, ne zaman ki bununla birlikte Mutmainne’ye oturur, artık onun için kaybetme tehlikesi bitmiştir...

Nakşi ve benzeri tarikatlar, ruh gücünü artırmaya gider ve “Ruh gücü belli bir düzeye geldikten sonra zaten Nefsi de kontrol eder ve onu yetiştirir” diyerek, bu tarzı tatbik eder...

Kadirî, Rufaî, Bedevî ve benzeri tarikatlar, Nefs’i öncelikle tabiat kaydından kurtarmaya ağırlık verir.

Nakşıbendî’likte ise Nefs’in tabiat kaydından kurtarılmasıyla birlikte, Nefs’in hakikatine dair bilincinin geliştirilmesine de önem verilir... Esas olarak tarikatlar arasındaki farklardır bunlar...

Nefsin hakikatinin Hak olduğunu bilir, ama kendini bir beden görme hâli tam kaybolmamıştır.

Elbette bu anlattıklarımız, tarikatların orijinal gelişleri itibarıyladır; bugünkü uygulamalarla alâkalı değil.

Mutmainne düzeyine geldikten sonra Nefs, “Velî” adını alır... Mutmainne düzeyindeki kişi, “ilm-el yakîn” düzeyindedir. Mutmainne, Fenâfillâh’ın başlangıcıdır.

“Mülhime”de Fenâ-i Efâl ve sonucu olarak “Tevhid-i Efâl”; Fenâ-i Esmâ ve sonucu olarak “Tevhid-i Esmâ”; Fenâ-i Sıfat ve ertesinde de “Tevhid-i Sıfat” yaşanılır...

Fenâ-i Zât’la birlikte Nefs, kendini beden kabul etme fikrinden arınmaya başlar. Bunun neticesinde de “Fenâfillâh”a girer ki; “Fenâfillâh” esas “Mutmainne”de başlar, velâyet mertebesidir!

Mutmainne ve Mutmainne’yi takiben Radiye, “Fenâfillâh”tır...

Mardiye, “Bakâbillâh”tır...

Mutmainne’de, kişide Allâh’ın Tek’liği konusunda tam bir itminan hâsıl olur.

Nerede, ne fiil görürse görsün, “bu fiilin fâili hakikisi Allâh’tır” der ve nerede, kimde ne hâl görürse görsün, “Hak böyle yapmayı diliyor, böyle yapıyor” der...

Kınama, ayıplama, ters görme, yanlış görme gibi hâller, Mutmainne’deki Velî’de kalkmıştır...

Mutmainne’de yerleşme hâli neticesinde kişide “Tecelli-i Esmâ” meydana gelir ve rıza hâli oluşur...

Görmektedir ki her şeyi meydana getiren Hakk’ın kendisidir! Hakk’ın kendisidir derken, Nefs’in hakikatinin de Hak olduğunu bilir, ama gene de kendini bir beden görme hâli tam kaybolmamıştır... Şirki hafî, henüz mevcuttur burada...

Mutmainne’de ve Radiye’de, şirki hafî tam olarak yok olmamıştır! Yani, varlığın aslının Hak olduğunu bilir; “Ene’l Hak” der!.. Ama buna rağmen, “Ene’l Hak” sözünün içinde gizli bir benlik vardır.

Oysa bu hâl içindeyken, her şeyden razıdır!.. Ne duysa, ne görse, ne olsa, “Böyle dilemiş, böyle yapmış” der ve bu hâl içinde, razıdır... Buna “Nefs-i Raziye” tâbir edilir...

Yalnız burada bir fark var... Mutmainne’de iken fiilleri seyreder, o fiillerin fâili olarak Hakk’ı görür. Nefs-i Raziye’ye geçtiği zaman fiiller boyutundan, isimler boyutuna çıkmıştır...

Artık, fiiller üzerinde durmaz; o fiilleri meydana getiren mânâların müşahedesine geçer. Yani, o ismin neticesinde, mesela “Rahmân, Rahıym tecelli etti ve merhametle böyle yaptı” der.

Mutmainne’de; “Merhamet etti, şu parayı verdi!” der. Fiili konuşur.

Radiye’de; rahmeti, merhameti müşahede eder. Oradan özellikleri meydana getiren isimleri, mânâları seyretmeye başlar.

Burada, Tecelli-i Esmâ vardır... Burada isimlerin zuhuru seyredilir ve onlara dayalı olarak fiillerin varlığından söz edilir...

Yani, birinde bir fiil var, o fiil bu isimler bileşiminin doğal sonucu olarak, zaten çıkacaktır ortaya, başka çaresi yok!.. İşte bu fiilin ortaya çıkışı, bir isimler bileşiminin otomatik olarak oluşturduğu bir görüntüdür. Bu anlayışa gelince kişi, isimlerin ağırlığını seyretmeye başladı. İşte bu isimleri ağırlıkla seyretmesi ile “Radiye” oluştu ve Tecelli-i Esmâ’ya geçti.

“Tevhid”ler, yani “Tevhid-i Efâl”, “Tehvid-i Esmâ”, “Tevhid-i Sıfat” ve “Tevhid-i Zât” hep urûc yollu, kişinin kesretten vahdete doğru seyrinde yaşanılan idraklardır...

“Tecelli”ler, yani “Tecelli-i Esmâ, “Tecelli-i Sıfat” ve “Tecelli-i Zât” ise nüzûl yollu, teklikten çokluğa doğru olan bakış açısının yaşanılmasıdır.

Levvâme, başlı başına bir grup, Mülhime başlı başına bir grup, Mutmainne ise, Radiye’yi de içine alan bir gruptur...

Seyri sülûkta yani tasavvuf çalışmalarının bir yoldan yapılması hâlinde kişi şu yedi mertebeyi aşar:

1. Ruhu cüzîsinin ne olduğunu bilir.

2. Aklı ve muhakemesini fark edip, düşünerek harekete başlar.

3. Aklının Akl-ı Küll olduğunu fark edip; ruhunun Ruh-u Â’zâm'la kaîm olduğunu; nefsinin Nefs-i Küll’den geldiğini hisseder.

4. Hepsinin Zât’ta fâni olduğunu müşahede eder ve neticesini yaşar. (Cem makâmıdır.)

5. “İbn-ül Vakt” olduğunun bilincindedir. (Vahdet-i Vücud - Ene’l Hak hâlidir.) (Fenâfillâh)

6. “Ebû’l Vakt” diye işaret edilen kemâlât ile yaşar. (Vahdet-i Şuhud) (BakâBillâh) (Fark bölümüdür.)

7. “Fakr” = Mahvı Küll = Hiçlik (Vâhidiyet mertebesidir.)

124 bin evliyanın çok büyük bir kısmı şeriat evliyasıdır... Geriye kalan tasavvuf yollu kemâle ulaşmış evliyanın büyük çoğunluğu da Mutmainne düzeyindedir.

Bunun diyelim dört bini de Radiye’dir.

Mardiye’ye geçmek, evliyaullâh içinde yüz binde bir kişiye nasip olan bir hâldir... Ancak ve ancak Mardiye’de tam olarak şirki hafî kalkar...

Nefs bilinç olarak, “Mardiye” düzeyine geldiği zaman, Vâhidiyet mertebesinde kendini bulur. Vâhidiyet mertebesinde kendini tanıyan Nefs, ilâhî vasıflarla kendini tanır.

“Hayy”dır, “Aliym”dir, “Müriyd”dir, “Kaadir”dir, “Semi”dir, “Basıyr”dir, “Mütekellim”dir.

Bütün bu vasıfların oluşturduğu sonuç, “Mükevvin” oluşudur! Yani “Tekvin” sıfatı! Bunun tafsilâtına girmiyorum, ehli bilir; ehli olmayanın da bu mertebeyi anlaması mümkün değildir... Çünkü orada, Nefs-i Küll olduğunu anlar, idrak eder ve tahakkuk eder!

Yani, Mülhime’de bilinç Nefs-i Küll olduğunu anlar, fark eder... Ancak bu kemâlin tahakkuku Mardiye nefs bilincindedir.

Mardiye’dekinde ise, Nefs-i Küll olarak tasarruf edendir!.. Burası 7’lerin, 4’lerin makâmıdır. Yedi kutub, dört kutub, Nefs-i Mardiye düzeyindedir, Nefs-i Küll olarak... Onlara 7’ler derler, yedidir ama yedisi birdir. Yedi kişidir onlar, ama aslında yedisi de birdir. Yedi ayrı Nefs’tir, fakat BİR bilinçtir...

Nefs-i Mardiye sahipleri, “fetih” sahibidir. Nefs-i Mutmainne’de ve Nefs-i Radiye’de “keşif” vardır. Onların ilimleri İlmi Bâtın’dır. Kalp gözü açıklığı denen, varlığın birtakım sırlarına vâkıf olma hâli vardır. Mardiye Nefs sahibinde fetih vardır; kendilerinde yaşanılan ilim, İlmi Ledünn’dür!..

“Evliyaya eğri bakma! Kevn-i mekân elindedir” beyiti, Mardiye Nefs durumundaki Evliyaullâh içindir...

Mutmainne’deki, Velî’dir.

Radiye’deki, Velî-i Mükemmel’dir.

Mardiye’deki, Velî-i Kâmil’dir.

Sâfiye’deki Evliyaullâh ise “Ulül Azm” olarak bilinir, belli bir görevi olan bu zevât ya “Müceddid”dir; “Gavs”tır ya da Kutb-ul Aktab veya Kutb-ul İrşâd’dır!

Kutb-ul İrşâd, burçlardan gelen kozmik ışınımı gereken kişilere kanalize ederek onlarda belli bir bakış açısını oluşturur.

“Mardiye”, Sıfat mertebesidir, dedik. İlâhî vasıflarla vasıflanmış kişidir...

“Mutmainne” ve “Radiye”, “Velâyeti Suğra”dır.

“Mardiye”, “Velâyeti Kübrâ”dır. Enbiyâ velâyetinin kemâlâtından hisse alınır. BakâBillâh mertebesidir! Bu mertebeden evvel kimsede İlmi Ledünn olmaz!

Bir de “Velâyeti Uzmâ” vardır... Bu, “Müferridûn”un ve Rüesa’nın velâyetidir... Bu velâyet mertebesi, Velâyeti Kübrâ’nın üst sınıfıdır; fakat Velâyeti Ulyâ’nın kapasitesine de sahip değildir.

“Velâyeti Uzmâ”, “Ferdiyet” makâmında olanların velâyetidir. Bunlar, Gavs’ın tasarruf dairesinin dışındadırlar. “Gavsiyet” görevini yüklenecek kemâlâta sahiptirler, fakat “Gavs” bir tane olduğu için bunlar, Gavs’ın dışındaki kişilerdir.

“Velâyeti Kübrâ”dan sonra bir de “Velâyeti Ulyâ” vardır! Bu da “Sâfiye nefs” bilincinin velâyetidir...

Mardiye’den sonra, “Sâfiye” gelir. Nefs’in tam bir Öz yaşam hâlidir... “Halife” durumunda olan kişidir... İnsan-ı Kâmil, Gavs, Kutb-ul Aktab ve Kutb-ul İrşâd bu mertebedeki şahıslardır!

“Velâyeti Ulyâ”, “Mele-i Â’lâ” velâyetidir. Yüksek dereceli bazı melâikenin velâyetidir...

“Gavs”ın emrinde, yanında iki arkadaşı vardır. Bunlardan Dünya’nın idaresi ile görevli yardımcısı; “Kutb-ul Aktab”dır. Aynı zamanda Ricali Gayb = Manevî görevliler ordusunun başıdır. Gavs olmadığı zamanda, Ricali Gayb ordusunda başkanlık eden, Kutb-ul Aktab’dır... Gavs’ın solundadır.

Gavs’ın sağında, Kutb-ul İrşâd vardır...

Kutb-ul İrşâd, âlemlerden gelen feyzi insanlığa dağıtır. Kutb-ul İrşâd, Dünya işlerine karışmaz. Dünya’da olacak olaylara, yani insanların kişisel durumu ile ilgili işlere karışmaz.

Âlemden gelen feyzi, yani bulunduğu devir içinde çeşitli burçlardan gelen kozmik ışınımı gereken kişilere kanalize ederek onlarda belli bir bakış açısını oluşturur.

Kutb-ul İrşâd’ın vazifesi, gelen manevî feyzi gerekli olan kişilere ve yerlere dağıtmaktır. Onun görev alanı Kutb-ul Aktab başkanlığındaki Ricali Gayb’dan tamamen başkadır...

Kutb-ul İrşâd’ın emrinde de kutublar vardır... Kutb-ul Aktab’ın da emrinde kutublar vardır...

Kutb-ul İrşâd’ın emrindeki kutublar, irşâd kutublarıdır. Bunlar, yetişmesi imkân dâhilinde olan kişilerin yetişmesi için gerekli olan feyzi de dağıtır.

Mesela, bir kişi gider bir şeyhe bağlanır. O şeyh aslında yetersiz bir şeyhtir... Ama o kişi de, istidatlıdır. Bir şeyler olması lazım! İşte o zaman “Kutb-ul İrşâd”ın emrindeki irşâd kutubları, mânen o kişiye müdahale eder ve yetiştirir.

O kişi zanneder ki, “Ben şeyhimden alıyorum.” Hayır! Şeyhinden almıyor! Şeyhinde gerçekte hiçbir şey yok!..

Ama O, sâfiyetle o şeyhe bağlandığı için, “Kutb-ul İrşâd”ın emrindeki irşâd kutubları tarafından yetiştirilir... Bu durumu ne o kişi ne de şeyhi bilir...

İşte “İrşâd” kutubları, “Kutb-ul İrşâd”dan aldıkları feyzi dağıtan kutublardır. Ancak bu dağıtılan “feyz”i, sadece kişi yetişmesiyle kayıt altına almamak gerekir.

Dünya insanları arasında oluşan çeşitli akımlar, eğilimler hep bu “feyz” kapsamına girer! Bu kelimenin anlamını çok geniş anlamak icap eder.

İrşâd kutubları, yetişmesi imkân dâhilinde olan kişilerin yetişmesi için gerekli olan feyzi de dağıtır.

Bunların, halkın idaresi ile ilgili kutublarla alâkası yoktur. Onlarla karıştırmamak lazım!..

İki türlü kutub vardır;

1. İdarî Kutub,

2. İrşâdî Kutub.

İdarî Kutublar; Ricali Gayb tâbir edilen, manevî ordunun görevlileridir.

En başta, “Gavs” vardır. Gelen ana feyz, “Gavs”a gelir... “Gavs”, bu feyzi irşâd yönüyle, “İrşâd Kutbu”na nakleder. Dünya’nın düzeni dolayısıyla alınması gerekli kararlar, oluşması gereken olaylar yönüyle de, “Kutb-ul Aktab”a devreder...

“Gavs”ın iki kutbu vardır; “Kutb-ul Aktab” ve “Kutb-ul İrşâd”.

“Kutb-ul Aktab”ın emrinde 4’ler vardır. 4’lerden sonra 7’ler; 7’lerden sonra 12’ler vardır... 12’lerden sonra 40’lar vardır. 40’lardan sonra 300’ler vardır, 300’ler tâbir edilir ama esas 313 kişidirler. Mesela; Seyyid Mahmut Murtaza el Geylânî ki Hama’da yaşamış ve bir süre önce âhirete intikâl etmişti, 40’lardandı! Lâdikli Ahmet Ağa, Alvar’lı Mehmet Efendi bu 300’lerdendi... Artık âhirete intikâl ettikleri için açıklamakta bir beis yoktur. 300’lerden sonra 1200 kişilik bir grup vardır. Ondan sonra da 124 bin’ler gelir...

Unutulmasın ki bu rakamlar tüm Dünya üzerinde görevli olanların sayısıdır.

Ana görevliler, 1200’lere kadar olan gruplardır. Bir de bunların dışında “Bölgesel Kutub”lar vardır. Ayrıca bunların teferruatı olarak, yerel kutublar vardır. Görev alanı belli bir bölgeyi içine alan kutublar vardır.

Mesela; İstanbul bölgesi, Ankara bölgesi gibi... Ankara deyince, civardaki birkaç şehri daha içine alan bölgesel kutublardır... Mesela Ankara Bölgesinin aslî kutbu Ankara’daki Hüseyin Gazi tepesinde defnedilmiş Seyyid Hüseyin Gazi’dir. Bir de zâhiri olarak Ankara’da yaşamakta, bölge kutbu olan Zât vardır.

İşte, bu bahsettiğimiz zevâtın 40’lara kadar olan bölümü, “Mardiye”ye ulaşmamıştır... 40’ların bir kısmı “Mardiye”dedir, bir kısmı “Radiye”dedir. 40’ların reisi “Mardiye”dedir, 7’ler “Mardiye”dedir, 4’ler “Mardiye”dedir.

“Kutb-ul Aktab”, “Kutb-ul İrşâd”, Velâyeti Kübrâ sahibi; “Müferridûn”, “Gavs”, “Müceddid”, Velâyeti Uzmâ sahibi; “İnsan-ı Kâmil” de Velâyeti Ulyâ sahibi olarak “Sâfiye”dedir... Bunlara topluca “RÜESA” yani “Reisler” denilir.

Bu zevâtın hâli tarife, tâbire sığmaz!.. Buradaki yaşamın nasıl olduğunu anlatmak mümkün değildir. Kimlere takdir olmuşsa, onlar tarafından bilinen bir yaşamdır. Allâh bize de o mertebeleri nasip etmiş ola ki, biz de o hâllere muttali olalım. Aksi takdirde ancak, lafını ederiz!

Daha alt düzeydeki görevler için, belli ruh kuvvetine erişmiş, belli beyin hassasiyetine ulaşmış, belli bir Vahdet görüşünü almış, kabullenmiş kişiler bir süre “stajer” olarak görev alırlar.

Bunlar beyin kapasiteleri dolayısıyla görev yapabilecek kuvvettedirler. Bunlar, önceden tespit edilir; bazıları 10 sene, 15 senelik staja alınır. Staj süresi içinde olmalarına rağmen henüz Nefs’in arınma mücadelesi tamamlanmamış; gizli şirk tamamen ortadan kalkmamıştır onlarda... Zaten o yüzden stajerdirler...

Yukarı mertebedekiler bunlara belli görevleri intikâl ettirirler; onlar da farkında olmadan o özellikleri kullanarak çevrelerinde belli tasarrufları yaparlar... Bu arada yetiştiricileri olan kâmil velîler veya Hızır (aleyhisselâm) nezaretinde, gizli şirkin tamamıyla ortadan kalkması yani Nefs arınması çalışmalarını sürdürürler.

Nefs’in arınması önce, kendini beden olarak kabul etme hâlinden kurtulma yani tabiat mücadelesiyle başlar; ki bu da “Levvâme nefs” bilincinde oluşur. Bu çalışmalar, senin kendini bir beden ve bir birim olarak kabullenmene yol açan hâllerden kurtulman içindir. Bu gerçekleşmeden, velî olman, yakîn kazanman mümkün değildir...

“İlm-el Yakîn”, Mutmainne’de hâsıl olur. Mülhime’deki, hissî müşahededir; “yakîn” değildir. Mülhime’deki, “İlm-el Yakîn”in gölgesidir. Bilgi yollu belli şeyleri hissediştir...

Mutmainne’de “İlm-el Yakîn” hâsıl olur. Bu, Radiye’de “Ayn-el Yakîn”e döner. Mardiye’de, “Hakk-el Yakîn” hâsıl olur; bu zâta “Ârifi Billâh” denir ve ilâhî sıfatlarla tahakkuk eder. Yani, o sıfatların gereği olan hâlleri kendinden ortaya koyar, ama kendinden derken kişiselliğinden değil, Nefs-i Küll olarak varlığından...

Radiye’de, “Tecelli-i Esmâ” vardır.

Mardiye’de, “Tecelli-i Sıfat” vardır. Yani, ilâhî vasıflarla tahakkuk etme hâli ki; bu ikisi arasındaki hâl, ancak yaşanarak fark edilir. Dilde bunu anlatmak çok zor bir şey! Çünkü biz, öyle bir şey düşünmemişiz, hayal bile etmemişiz. Onun için bunlar böyle mecaz yollu anlatılır ama gerçeği ancak yaşanarak bilinir!

“Gavs”, Dünya’da yaşadığı sürece, “Gavsiyet” görevini ifa eder. “Gavs”ların hepsi de esasen “vekîl Gavs”tır.

Her mertebenin bir asili vardır, bir de o asilden sonra gelen vekîlleri vardır.

Gavsiyet mertebesinin asâleten sahibi Abdülkâdir Geylânî’dir. “Gavsı Â’zâm”dır. Diğer devirlerde gelen “Gavs”lar da o mertebeye ve göreve “vekâleten Gavs”lık görevini yaparlar. Fakat âhirete intikâl ettikleri zaman, Gavsiyet görevini bırakırlar. Seyyid Abdulkâdir Geylânî’nin görevi ise bâtında devam etmektedir. Bu yüzden de yardımları el’an devam etmektedir.

“Divan”a, geçmişte görev almış Gavs’ları temsilen, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri gelir. Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin “Gavsı Â’zâm”lığı buradan ileri gelir; “Kutbiyet”i, “İrşâdiyet”i kendinde toplamış olduğu için değil!.. Asâleten “Gavs”tır. “Gavsı Â’zâm”dır!..

Diğer “Gavs”lar, âhirete geçtikten sonra, “Divan”a katılmazlar, dünyevî işlerle alâkalı görüşmelere katılmazlar... O mertebe kendisine bahşedildikten sonra tâbiri câizse, emekli olmuş gibidir. Öbür tarafta, manevî âlemde birtakım görevler yaparlar, ancak dünyevî işlere katılmazlar.

Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin, Gavsı Â’zâm olarak, asâleten o görevin sahibi olarak dünya işlerine müdahale yetkisi vardır.

Diğer “Gavs”lar, dünyadan ayrıldıktan sonra, dünya işlerine müdahale etmez, ama Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin dünya işlerine müdahale yetkisi vardır ve o yönüyle Gavsı Â’zâm’dır... Diğer Gavslar, Dünya’da yaşadıkları müddetçe Gavsiyet görevini yapar, öbür dünyaya intikâl edince de öbür dünyanın görevlerini yaparlar.

Bir de, her hicrî yüz yılın başında gelen “Müceddid”ler yani “yenileyici”ler vardır. Çünkü her yüz yılda bir, Dünya’nın şartları değişir.

Dünya’nın genel şartları değiştiği için, o günün şartlarına göre, Din’i tecdit etmek = değişen anlayışa ve toplumun gelişmelerine göre Din’i yeniden yorumlama ve açıklama gerekir.

Din’i tecdit ederken yapılan iş, Din’de yeni şartlar getirmek değil; Din’i, o günün şartlarına, anlayışına göre anlatmaktır. İşte bunu, yüz yılda bir gelen “Müceddid”ler yapar...

“Müceddid”ler “Rüesa” mertebesinde çok yüksek dereceli zevâttır... “Müceddid”ler yenileme görevini yaparlar. Bu yaptıkları görevin gereğini icra kurulu tatbik eder. Bir yandan da “Kutb-ul İrşâd” ile ortak çalışır.

“Müceddid”ler esas itibarıyla “Kutb-ul İrşâd”la ortak çalışırlar.

“Müceddid”ler yenilemeyi yapar, o tecdit istikametinde “Kutb-ul İrşâd”la diğer kutublar feyzi yayarlar...

“Kutb-ul Aktab”, emrindeki diğer görevlilerle beraber Dünya’nın idarî, siyasî veya fizikî olaylarını yönlendirir.

“Kutb-ul İrşâd”, ilâhî feyzi yönlendirir. İlâhî feyzin yönlenişi de, “Müceddid”in yenilediği konuya dönük olarak oluşur. Dolayısıyla “Müceddid”, “Kutb-ul İrşâd”la paralel çalışır. “Müceddid”in olmadığı zamanlarda da “Kutb-ul İrşâd” görevlidir. O, göreve devam eder... Ancak, tecdit bâbında, “Müceddid” geldikçe, “Müceddid”in istikametinde Onunla paralel çalışır.

“Kutb-ul İrşâd”lar, “Nübüvveti Târifiye” kemâlâtıyla görev yaparlar... Tecdit görevini yaparlar, fakat yüzleri halka dönüktür. “Müceddid” de, “Nübüvveti Târifiye” kemâlâtından hissedar olarak gaybından alır, halka verir.

“Müceddid”, gaybından aldığı ilmi, “Kutb-ul İrşâd”ın boyutsal olarak âfaktan aldığı feyizle birleştirir, halka yayar. Çevresine yayışı kendindendir; Dünya üzerine yayışı, “Kutb-ul İrşâd”ın gücünden yararlanaraktır...

Kutb-ul Aktab, emrindeki diğer görevlilerle beraber Dünya’nın idarî, siyasî veya fizikî olaylarını yönlendirir.

Varlığı meydana getiren, Hakikat-i Muhammediye namıyla tarif edilen ana Ruh, Ruh-u Â’zâm, aynı zamanda bir kuvvedir. Kuvve olması itibarıyla da “Melek”tir.

Senin Nefs’inde hem melekiyet, yani nûrâniyet mevcuttur; hem de şeytaniyet, yani nâriyete bürünme yeteneği! “Nefs”in hakikati, “melek” tâbir edilen kuvvedir!

Nefs, “vehm”e tâbi olursa, birimsellik noktasında kendini kabul etmiş, hakikatini yaşayamamış olarak şeytaniyete bürünür!

Kendi özüne yönelirse, melekî kuvvelerini kullanmış olur. Bu melekî kuvvelerini kullanarak hakikatine ve aslına dönmüş, hakikatinin ve aslının gereğini yaşamış olur ki, Nefs’in üst mertebeleri meydana çıkar...

Her büyük kutub, yani Kutb-ul Aktab olsun, Kutb-ul İrşâd olsun veya Gavs olsun; bunların her biri belli bir sıfat ağırlıklı olarak gelmişlerdir.

Mesela Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinde, Kudret sıfatının zuhuru ağırlık kazanmıştır. Yani, “Hayy”, “Müriyd”, “Aliym” sıfatlarıyla aşikâre çıkmasına karşın “Kaadir” ismi yönünden ağırlıklı olarak kudretle gelmiştir. Dolayısıyla Onda çok büyük tasarruflar vardır...

Şeyh Bahaeddin Nakşıbend, “Aliym” ismi yönünden açığa çıkmıştır!.. İlimle gelmiştir!..

Seyyid Ahmed Rufaî ve Seyyid Ahmed Bedevî... Onlar da “Kudret” sıfatı ile zuhur etmişlerdir. Bu yüzden onlarda da olağanüstü olaylar görülmüştür...

“Mardiye Nefs” mertebesinde “Tecelli-i Sıfat” zuhurunda “fetih” hâsıl olduğu zaman, bu zuhur mutlaka ağırlıklı olarak bir sıfattan olur.

“Mukarreb” olan Allâh velîlerinin her birinde belli sıfatlar vardır. Bunlara vekâleten diğer velîlerde de belli sıfatlar oluşur. Ama netice olarak her biri kendi tâbi olduğu Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın meşrebinden istifâde ile görev yaparlar. Velîler de o meşrebten giderler...

“Mukarreb” velîlerin bir kısmı, Hazreti Musa’nın meşrebi üzeredir; müşahedesinde “tenzih” görüşü ağır basar... Kimisi de, Hazreti İsa’nın meşrebi üzeredir; “teşbih” müşahedesi ağırlıklı olarak varlığı değerlendirir.

Eğer velâyette “Ulül Azm” mertebesine geçerlerse ve “Aktabiyet” veya “Müferridûn”luk durumu hâsıl olursa, Muhammedî meşrebe geçerler ve bunun sonucunda onlarda “tenzih” ile “teşbih” görüşünün eşit ağırlıkta sentezi olan “Tevhid” müşahedesi meydana gelir... Onlar, Muhammedî meşrebtir. Onların dışındakilerin hepsi ya Musevî veya İsevî meşrebtir...

Marifet, ikiye ayrılır:

Birinci Marifet, “Mülhime”de hâsıl olur.

Belli riyâzatlar ve tabiatla mücadeleler sonucunda, kişide belli marifetler oluşur. Bu marifetler belli kevnî -madde boyutuna ait- kerâmetleri de doğurur! Bunlara “ârif” denilir! Bunlar daha “velî” değildirler!

İlmî kerâmetler ise ikinci marifet mertebesi olan “Marifetullâh” sahibi “Mardiye nefs” bilincine erişmiş evliyaullâh hazeratına aittir... Bununla karıştırılmasın!

Burada, henüz “benlik” kavramı vardır bilinçte! Ancak yoğun riyâzat dolayısıyla beyinde belli bir hassasiyet meydana gelmiştir. Bu hassasiyet ile belli olağanüstü fiilleri ortaya koyar.

Bu, Allâh’a yöneliş sırasında oluşan bir marifettir. Bu düzeydeki kişiye “Ârif” derler... Yani, işin hakikatine ârif olmuş, belli bir “marifet” sahibidir. Bu daha sonra “Mutmainne”de, “hakikat”e döner...

“Marifet”ten sonra, “Mutmainne”de ve “Radiye”de “hakikat” yaşanır. Bu “hakikat” sonrasında “Mardiye”ye yükselirse, o zaman “Marifeti Billâh” meydana gelir. Yani, “Allâh’ın indînden ihsan ettiği ilimle” bilme hâli; ki o takdirde bu kişiye “Ârifi Billâh” derler...

“Mülhime” mertebesindeki marifet sahibi “Ârif”tir.

“Mardiye” makâmında hâsıl olan ikinci marifetin sahibine “Ârifi Billâh” derler.

Yani, varlığındaki Allâh’ın ilmi ile her şeye ârif olan Zât demektir “Ârifi Billâh”!.. Bu, “Hakikat”ten sonra gelen Marifeti Billâh’tır...

İşte bazılarının, “Şeriat-Tarikat-Marifet-Hakikat” demeleri, bazılarının da, “Şeriat-Tarikat-Hakikat-Marifet” demelerinin nedeni, bu farka dayanır.

“Hakikat”ten sonra “Marifet” diyenler, “Mardiye”deki “Marifetullâh”tan söz ediyorlar. “Marifet”ten sonra “Hakikat” diyenler ise, “Mülhime”de yaşanılan irfandan söz ediyorlar.

“Levvâme”deki, “Tarikat”tır...

“Mülhime”de, “Marifet” hâsıl olur...

Bu “Marifet” neticesinde de, şayet takdirinde varsa “Mutmainne” ve “Radiye”de, “Hakikat”a vâsıl olunur...

Burada söz konusu olan “hakikat”, bu kelimenin işaret ettiği somut olayın mecazıdır... “İlmi”dir!

Bu mecazla işaret edilen somut olayın gerçeği mutlak “hakikat”in yaşamı ise, yalnızca “Mardiye nefs” bilincinin eriştiği mertebede, “Hakk-el Yakîn” sonucu yaşanır, “fetih” sahiplerince!

Yüksek dereceli evliyaullâha göre, “Mülhime”deki “Marifet” dikkate bile alınmaz! Onlara göre bu önemli bir şey değildir!

Tarikat devresi olan “levvâme” ve “mülhime” idrakından ve yaşantısından sonra; buralardaki sayısız vartalardan kurtulup lütfu ilâhî ile “Mutmainne”ye geçilirse, böylece “Hakikat” hâsıl olur!

Marifet devresi olan “Mülhime” bilincindeki ârifte, bu idraktan sonra “tarikat” kavramı kalmaz! “Şeyh” kavramı kalmaz!

Eğer hâlâ o kişide bu kavramlar varsa, o zaten “marifet”e ermemiş, “ârif” olmamış; çokluk kavramından geçip “TEK”likmüşahedesine ulaşamamış; benlik kavgası içinde, menfaatleri uğrunda savaş verip, tasavvufun da hoş sohbetleriyle vaktini değerlendiren “dervişân” sınıfındandır!

Yunus Emre kırk yıl hizmetten sonra “Mülhime”de kemâle ulaşınca, Taptuk tarafından yanından uzaklaştırılarak, “Mutmainne”ye geçmesi için önü açılmıştır! Hiçbir ârif, şeyhinin yanında “Mülhime”nin kemâlini yaşayamaz; bu yüzden de “Mutmainne” bilinç mertebesi kendisine açılamaz!

“Vahdet-i Vücud”un bilgisi “Mülhime”de; kemâl hâliyle yaşamı ise “Mutmainne”de oluşur! Elbette bu müşahede de “tarikat” kavramlarına yer kalmaz!

Eğer velî, bu mertebelerden sonra, “Vahdet-i Şuhud” müşahedesinin yaşandığı “BakâBillâh”a geçer ve “Mardiye” bilinciyle, “fethe” ermiş olarak “Marifetullâh”a sahip olursa, işte o zaman “Ârifi Billâh” olur!.. Bu durumu, “Hakikatten sonra, Marifet gelir” diyerek açıklarlar...

Bir de Allâh’ın yüce velîleri içinde “Müferridûn” farkı vardır!

“Ferdiyet sahibi” olan bu Zâtlar, insanlık içinde fevkalâde değerli varlıklardır... Yani, Onlara rast gelmek dahi, muazzam bir lütfu ilâhîdir...

Yeryüzünde bir insana ulaşacak en büyük nimet, “Müferridûn”dan olan bir Zât’a rastlamaktır. Bir insan için ondan daha büyük bir nimet düşünülemez!..

Kişi, eğer böyle bir Zât’a rastlarsa, bile ki bu Zât direkt tasarruf sahibidir.

Müferridûn’dan olan Zât, Gavs’ın tasarruf halkası dışındadır!

Onlar isterse eğer, herhangi birisini Allâh’ın kudret ve kuvvetiyle seçer alır. Hiçbir tarikat şeyhi Ona karşı koyup, müdahale edemez! O, istediğini seçer, alır!

“... Allâh, dilediğini kendine seçer...” (42.Şûrâ: 13) âyeti, Müferridûn’dan da tecelli eder! Ve O, dilediğini kendine seçer... Seçen O’dur!

O adam, şu hâldedir, bu hâldedir... Çamura batmıştır, şöyle olmuştur, böyle olmuştur, şuna bağlıdır... Bu hiç önemli değildir!.. Mühim olan, Onun dilemesi ve onu seçmesidir... İcabında en berbat batakhanenin göbeğinde bile olabilir o kişi. Bir anda döner!

“Nazarı ilâhîye’ye maruz kaldı” derler, bu duruma... Nazarı ilâhî tecelli eder, “Müferridûn” denen Zât’tan! O, her şeyi değiştirir!..

Evet biz, bunların hep hikâyesini yazıp okuyoruz; konuşup, dinliyoruz!.. Hakikati nasıl olur?.. Onu da ehli bilir...

Aman haddimizi bilip, “edep” üzere olalım!

Bilmeden bir “ehli”nin yanında cahilliğimizi ortaya saçıp, kendimizi küçültmeyelim!

Elindeki çemberi otomobil diye şöföre anlatmaya çalışan çocuk durumuna düşmeyelim! Sonra gün olur, çok utanırız!

İşte bunun için “edep” çok önemlidir...

AHMED HULÛSİ

1995

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Yazıyı İndirebilirsiniz!