“Nübüvveti Târifiye” sahibi Nebi ise; “Ârifi Billâh” kemâlâtına sahiptir.
Ama sakın ola ki bu marifet kemâlâtını, velâyet kemâlâtı gibi anlamayalım... Belki, velîdeki kemâlât Nebideki bu kemâlâttan bir hissedir!.. Mesela Hızır (aleyhisselâm)’ın nübüvveti, Lokman Hekim’in nübüvveti, hep bu “Nübüvveti Târifiye” hükmündendir!
“Târifiye”, “irfan” anlamındadır... Yani, “Maarifi Billâh”a agâh olan ve bu marifetin gereklerini zâhirde yaşayan; gerekiyorsa yaşatan anlamındadır... Velâyetin en üst basamağı “Nübüvveti Târifiye”ye dayanır!
Bu basamağın kemâlâtı, çalışmakla elde edilen bir kemâlât değildir. Tamamen ilâhî ihsan yollu kişide meydana gelen bir açılım neticesi olur.
Hz. Muhammed’den sonra “Nübüvveti Teşrîye” söz konusu değildir. Fakat Nübüvvetin irfanı, Hz. Rasûlullâh’tan sonra gelen Velîlerin bazılarına ihsan olunur.
“Benim ümmetimin Velîleri, Beniİsrail Nebileri gibidir” buyuran Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm), velâyetin bu mertebesine işaret etmiştir. Buna “Nübüvveti Târifiye” denir. Yani kişinin kendi çalışması karşılığı olmaksızın, ilâhî lütuf gereği birtakım Allâh marifetinin onda zâhir olması şeklidir. Tasavvuf dilindeki adıyla “Velâyeti Uzmâ”dır...
Şimdi burada önemli olan bir başka nokta da şudur.
İman, vahye dayanan sistemde geçerlidir. Yani iman, vahyedilene dayalı kılınmıştır! Çünkü insanın duyguları veya aklı birçok şeyi çözemez. Göremediğini, beş duyu ile algılayamadığını kolay kolay değerlendiremez.
Akıl, beş duyuya dayalı olarak çalışır...
Ancak akıl belli bir kemâle gelmişse, beş duyuya dayalı örnekleri alıp kendi bünyesinde değerlendirir ve buna dayalı bazı çalışmalar yapabilir... Bu arada altıncı, yedinci, sekizinci duyular durumunda olan sezgi veya sezginin ötesinde olan feraset veya ilham yolları ile gelen çeşitli bilgileri de bir potada eritip değerlendirir ve bunun çok üst neticelerini yaşar!.. İşte o zaman “Akl-ı küll”e yaklaşmaya başlar.
Yani açık, basit donelerden çıkıp, geniş kapsamlı bir algılama sistemiyle gelen bilgileri değerlendirip, birtakım gerçekleri görebilme durumuna girer.
Bunun tasavvuf dilindeki adı “keşif”tir. Yani üst düzeydeki alıcıların çalışması neticesinde hâsıl olan algılama, kavrama, bilgi, değerlendirme vs...
İnsanı ilâhî mânâlara yaklaştıran en değerli yol, ilhamdır!.. Vahiy ile yeni düzen getirme yolu, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’dan sonra kapanmıştır.
“Vahiy” ile “ilham” arasındaki fark nedir?
“Vahiy”; özden dışa gelen, yani “Hakk’tan halka” gelen sezginin adıdır. Melek aracılığıyla direkt özden gelen akıştır!
“İlham”lar ise, kişinin kendi çalışmaları sonucu, kendisinden meydana gelen fiillerin hâsılası olarak, kendisinde oluşan hassasiyetin kazandırdığı algılamalarıdır.
“Vahiy”; Hakk’tan direkt olarak, herhangi bir çalışma söz konusu olmadan kendisine nâzil olan ve kendisinde fışkıran ilâhî ilimdir.
“İlham” ise, kişinin çalışmaları sonucu kendisinde meydana gelen hassasiyetle, bazı ilâhî gerçeklere muttali olması, bunların perdelerinin kendisinde açılması; bunları hissedip yaşaması hâlinin adıdır.
Dolayısıyla, her ne kadar genelde, “vahiy” ile “ilham” arasında fark yoktur, derlerse de aslında çok büyük fark vardır!
İşte bu temel fark dolayısıyladır ki, bir Nebi ile bir Velînin kıyaslanması asla mümkün olmaz!
Bu ana neden yüzündendir ki, insanlar Velîlere itaat ve teslimiyet için mecbur tutulmamışlardır... Fakat Nebilere itaat ve teslimiyet zorunlu kılınmıştır!
Çünkü, ilhamlarda bazı yanılmalar söz konusu olabilir... Fakat vahiyde yanılma olmaz; bireysel değer yargıları asla gerçekleri bulandırmaz!..