Allâh bilir; Allâh görür; Allâh algılar; Allâh söyler; Allâh şehâdet eder!
İşte o zaman sende izhar olan ilim, Maarifi Billâh’tır. İzhar olana da “Ârifi Billâh” derler.
“Ârifi Billâh” ile “Ârif” arasındaki fark, şu odadaki toz tanesi ile Everest dağı arasındaki fark gibidir!..
Birisi “Allâh’ın izhar ettiği marifet”; diğeri ise “kulun Allâh’a olan irfanı”... Hadde hesaba, kıyasa gelmez bir olay!
Nefsin mertebelerinde üçüncü mertebedeki “Mülhime”nin hâsılıdır “Marifet”; nefsin mertebelerinden altıncı mertebedeki “Mardiye”nin sonucudur “Maarifi Billâh”!..
Büyük kutuplar yani “Kırklar” ve üstündekiler “Ârifi Billâh” hükmündedir... “Ârifi Billâh” olanlar her şeyin sırrını bilirler. Neyle? Kendilerindeki ilmi ilâhî ile!
Zira varlığı Allâh’a teslim ettikleri için, onlarda izhar olunan ilim, ilmi ilâhîdir! Artık orada vehmin yeri yoktur! Artık orada fikre yer yoktur!
İnsanın Allâh’a yakîn sahibi olabilmesi için önce akla ihiyacı vardır... Bu akıl yolu ile önce şartlanmalardan yani âdetlerden oluşan bakış ve değerlendiriş açısından kendisini kurtarması gerekir...
Ayrıca, tabiatı ile mücadeleden yani bedenin doğasından gelen istek ve bağımlılıklarıyla mücadeleden başlayarak yola çıkması gerekir.
Bu arada “nefs”inin hakikatine irfan sahibi olması gerekir!..
“Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu”, uyarısında işaret edilen bir biçimde “nefs”inin hakikatini bilmesi icap eder.
“Nefs”inin hakikatini bildikten sonra da, nefsinin hakikatine ermesi için dahi, o hakikati yaşayan birini bulup, ona varlığını teslim etmesi gerekir ki, bu teslimiyet gerçekte kişiye değil, Allâh’a olan teslimiyettir!..
Çünkü o hakikati yaşayan kişide gören göz, söyleyen dil, işiten kulak, tutan el, yürüyen ayak Allâh'a aittir. Dolayısıyla, bu vasıflarla vasıflanmış kişiye olan teslimiyet ancak ve ancak Allâh'a olan teslimiyettir!
Allâh’a teslimiyet; hayaldeki, varsayılan bir kavrama teslimiyetle olmaz!..
Allâh’a teslimiyet RASÛLULLÂH’a teslimiyet ile mümkündür.
“ALLÂH’A VE RASÛLÜNE İTAAT EDİN…” (8.Enfâl: 46) âyeti bunun sonucudur.
“Ben kendi düşüncemdeki Allâh’a teslim oluyorum” diyen kişi; “Ben Rasûlullâh’ı kabul etmiyorum, ben Rasûlullâh’sız Allâh’a teslim oluyorum” diyen kişiye benzer!..
Hâlbuki; Rasûlullâh’a gerek olmadan Allâh’a vâsıl olmak, Allâh’ı bilmek, idrak etmek hiç mümkün değildir!
Mutlaka Allâh Rasûlü’ne ihtiyaç vardır... Niye..?
Şimdi bunun izahını yapalım...
Nebi ve Rasûl, “vahiy” gücüyle Allâh’ı bilmiştir... Normal bir kişi ise akıl gücü ile Allâh’ı bilir!
Vahiy gücü ile akıl gücü arasında çok büyük fark vardır.
Vahiy yolundan Allâh’ı bilmek, varlığın hakikatinin melek aracılığıyla kişiye açılması sonucunda varılan hakikattir... Yani akıl, fikir, mantık kullanılmaksızın; kendi özündeki hakikatin, sende melek aracılığıyla açığa çıkmasıdır.
Hz. Muhammed (aleyhisselâm) bu yoldan Allâh’ı bildiği için, bütün insanlara yol gösterici olmuştur!
Ama sen kendindeki hakikati, Allâh’ı akılla bilmeye kalktığında ne oluyor?.. Bunu biraz düşünelim...
Genele bir bakalım...
Bugün sayısız insan “Allâh’a inanıyorum” diyor... Ancak tahkik ehli bir yana, hiç kimse Allâh Rasûlü Hz. Muhammed’in açıkladığı Kurân’ın tarif ettiği Allâh’a iman etmiyor!..
İşte bunu kesin bir dille vurgulayan âyet:
“İnsanlardan bir kısmı 'B' işareti kapsamınca (varlıklarını Allâh Esmâ’sının oluşturduğu inancıyla) Allâh’a ve âhiret süreçlerine (sonsuzluk içinde, kendilerinden açığa çıkanın sonuçlarını yaşayarak yer alacaklarına) iman ettiklerini söylerler; ne var ki imanları gerçekte bu kapsamda değildir!” (2.Bakara: 8)
Hepsi de kendi kafasında, hayalinde, şartlanmaları neticesinde oluşan “ötesindeki” bir gök tanrısına inanıyor ve ona “ALLÂH” adını veriyor!
Ondan sonra da, O’nu hesaba çekiyor!!!
“Bunu da böyle yaptı olur mu”; “Bunun da sırası mıydı” diye O’na bir yığın “eksiklik” atfediyor!.. Kime?..