Evet dostum, “HAKİKAT” ilmini mutlaka değerlendir!.. O ilmin hâlini şuur boyutunda muhafaza et; ama beden boyutunda da, nasıl yemenin, içmenin, giyinmenin, soğuğa-sıcağa tedbir almanın hakkını veriyorsan; aynı şekilde bedenen yapılması gereken “ibadetlerin” de hakkını vermek zorundasın!..
Kim ki bu dediklerimin aksini söylerse, o hâl lisanı ile “Henüz benim marifet konusunda ilmim yoktur” diyerek kendini tarif etmektedir...
Evet… Bütün bunlardan sonra herhâlde fark ettik ki, görünenlere dayanarak, eldeki verilere GÖRE çözüm arayan felsefe, hiçbir zaman, görülemeyen gerçekleri esas alan dine, tasavvufa alternatif olamaz!..
Öyle ise şimdi geldik dini değerlendirebilmek için gerekli olan “iman nûru”nun kişide ne şekilde oluştuğuna; yani “hidâyet” hâline...
Bu konuyu şimdiye kadar hiç açıklanmamış hâliyle “HZ. MUHAMMED NEYİ OKUDU?” isimli kitabımızda tüm detaylarıyla yazdıysak da, yine de, konuyla ilgisi sebebiyle burada bir miktar anlatalım...
“İman nûru” denen imanı, Güneş sisteminin son yıllarda keşfedilen gezegenlerinden Şiron’un yansıttığı etkiler meydana getirir.
Üstün aklı ise Uranüs meydana getirir. Uranüs’ün getirdiği feyz, eğer Şiron’un da nûruyla desteklenmişse, o kişi velâyet mertebelerinde yüksek derecelere gider. Bunlara ilaveten Plüton’un da uygun açıyla kişinin din evinde yer alması ise “Müceddid”lik görevine imkân sağlar...
Şiron’un 120. gündeki tesirleri saîdlik - şakîlik olayında güçlü rol oynar!
Hani “bir melek gelir saîd mi, şakî mi olduğunu yazar” diye Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın tarif ettiği olay Şiron’un 120. gündeki diğer gezegenlerle açılarından doğan tesirdir.
Ondan sonra Şiron’un 9. aydaki tesiri kişinin maneviyata olan istidatını verir.
Şiron’un yükselen burçtaki, doğduğu dakikadaki tesiri de, kişinin kabiliyetini meydana getirir... Elbette burada maneviyata dönük kabiliyetten söz ediyoruz.
Saîd-şakî noktası 120. günde belirlenir...
İstidat 7. ve 9. ay arasında aldığı tesirlerle oluşur...
Doğduğu anda aldığı tesirler de kabiliyeti meydana getirir.
Bir kimsenin kabiliyeti vardır, istidatı olmayabilir...
İstidatı vardır, kabiliyeti yoktur.
Kabiliyeti ve istidatı yoktur; fakat saîd olarak meydana gelmiştir... İlk tesiri almıştır... En ufak yaptığı hasene sevap olarak yazılır... Cennete gider! Ancak hangi sınıftan olarak cennete gider?..
“Cennet ehlinin çoğunluğu bühldür” der Hz. Muhammed (aleyhisselâm)... Yani çoğunluğu ahmak veya saf kişilerdir cennet ehlinin! Hiçbir şeyi bilmez, anlamaz, kavrayamaz!.. Ama yap dendiği için, birtakım şeyleri yapar ve cennete gider!
İşte demek ki üzerinde duracağımız önemli nokta; aklın yerini iyi tayin etmektir.
İman noktasına gelene kadar, akıl gereklidir.
Aklın kavramakta zorluk çektiği konularda iman noktasına gelinmiş demektir ki, burada aklı zorlamayıp, imanın gereğini yapmak gereklidir.
İman noktasını geçtikten sonra, gene aklı kullanmak gerekir.
Burası çok önemli bir noktadır!..
Yani; imanın gerekeceği noktaya kadar, aklı kullanıp, ilerliyebileceğin kadar akılla yürüyecek ve iman noktasına ulaşacaksın... Burada aklın yapısı dolayısıyla yetersizliğini kavradığın için de “İMAN”a gerek olduğunu fark edecek ve iman kapısından içeri gireceksin!
İman noktası sende açıldığı zaman, imanın neden, niye ve nasıl olduğunu idrak ettiğin zaman; aklının, hikmetini kavrayamadığı birtakım teklifler sana ulaştığı zaman ise, aklını fikrini durdurup; imanının gerektirdiği bir biçimde o fiili ortaya koyacaksın!
İmana dayalı bir biçimde gerekli çalışmaları yaptıktan sonra, gene aklını kullanıp, o imana dayanan olayın hikmetini kavramaya çalışacaksın! O olayın da hikmetini kavradın mı, artık imanla akıl kenetlenmiş olur ki, onu cinin ilhamı ya da vehim yıkamaz!.. Senin için sağlam bir kale meydana gelmiştir!
İnsanı Allâh'a iman noktasından engelleyen en büyük üç perde; nefs, tabiat ve şartlanmalardır; dedik...