Kaldı ki, atom boyutu dahi, bizim beş duyuya dayalı ilim verilerine göre verdiğimiz bir hükümdür.
Eğer bu boyutun da altına doğru ilmimizle ilerlersek, o zaman görürüz ki bütün kâinat, eni boyu, şekli, ağırlığı, mekânı, varlığı olmayan sonsuz sınırsız, Tek bir yapıdır...
İşte bunu idrak edebilirsek anlarız ki, ben, sen, o, biz, siz, onlar, bunlar, şunlar yok! Tek bir varlık var! Yalnızca, “Ahad olan Allâh”!..
Bunu da müşahede ettikten sonra, eğer düşünmeye devam edersek, o zaman da şunu görürüz;
Ahad olan Allâh, kendisine ait sayısız mânâları dilediği şekilde seyr için, Esmâ terkiplerinden oluşan sayısız formüllü mânâ kesitlerini algılayıcı varlıklar meydana getirmiş ve o varlıklarda da algıladıkları nesnelere uygun mânâları oluşturmuştur.
Kâinatta var olan ana yapı, kendisini algılayan algılama aracının kapasitesine göre, özel bir kesitsel yapı olarak algılanır...
Gerçekte ise var olan sadece ve yalnızca Allâh’ın vechidir!..
Yani, basit bir ifade ile söyleyelim...
Senin gözüne göre “var” olan, başka sınırlar içinde algılama kapasitesine sahip olan bir göze göre “yok”tur!
İşte bunu anlayıp, hissedip, idrak edip yaşayabilirsek o zaman ortaya şu çıkar:
“Var” olan “BAKIY”, yalnızca “Allâh” olduğuna göre, “sen” hiçbir zaman var olmamışsın! Hep var olan, O idi!.. O’dur!.. O, olacaktır!..
İşte buna işaret olarak demişler ki:
“Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın Yaradan...”
Zaten, aşikârdır Yaradan; Gören’e!..
Bunu anladığın zaman, hakkıyla “Halife” olursun... Hatta ve hatta...
Halife aynasında kendini seyreden, Allâh olmuş olur! O isim altında kendini seyretmekte olan, kendinden kendine tecelli etmiş olan, Allâh olur...
İşte tam kemâliyle bu hâli yaşayan yeryüzündeki kişiye tasavvuf lisanında “Gavsı Zaman” derler. Bu hâli, kapasitesi nispetinde yaşayan diğer zevât da “Ricali Gayb” adı altında anılır...
Biz onları gördüğümüz zaman tanıyamayız. Çünkü, sûret olarak onlar da bize benzerler. Bizim gibi giyinir; bizim gibi otururlar kalkarlar; yerler içerler; çarşı pazarda dolaşırlar! Tıpkı, Hazreti Rasûlullâh (aleyhisselâm) gibi!..
İnkârcılar da Hazreti Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ı gördükleri zaman, “Bu ne biçim Peygamber?.. Allâh’ın elçisi bizim gibi yiyor, içiyor, aramızda dolaşıyor, çarşı pazarda alışveriş yapıyor!” dediler...
Ama, O’nun müşahede ettiği, idrak ettiği, yaşadığı Hilâfet sırlarından ve kemâlâtından mahrumdular. Allâh’ın kulu ve Rasûlü olmasının ihtiva ettiği “Abdiyet” sırrını müşahede edemediler!
“Abdiyet sırrı” ki; esasen Hazreti Rasûlullâh (aleyhisselâm), “Abdiyet” sırrı sonucu olarak, kendisinde olan “Risâlet” sırrının çok üstündeki bir kemâlâta sahiptir.
Nitekim, Muhyiddini Arabî Hazretleri de:
“Bildim ki, Abdiyet mertebesinden daha üstün hiçbir mertebe yoktur!” demiştir...
Burada kastedilen “Abdiyet”; İlâhî Esmâ’nın gereklerini yerine getirmek suretiyle, kulluğu ifa anlamındadır.
En geniş kapasitesiyle ilâhî isimleri açığa çıkarma hâli, tam bir kulluk hâlidir; ki bu kulluğun adı “Abdullâh”tır...