Aksine, bilincin kendini beden olarak kabul etmesi sonucu, tabiatına uygun fiillere yönelmesi, onda nefsanî işlerin sonucu olarak zulmanî perdelerin yoğunluğunun artmasına yol açar; ki neticede o Nefs, Deccal durumuna girer. Yani, Allâh’a karşı kâfir durumuna düşer.
“Ulûhiyet” kavramının gerçeğini örterek, kendini “Rab” olarak görme gafletine düşer!
Ârif’in yani marifete ermiş, Nefsinin hakikatini bilmiş kişinin, bedenin tabiatına esir düşmesi sonucu, doğruyu göremez hâle gelmesi, tabiatın ağır basması ve bunun sonucunda kendisine yapılan yüce hitapları anlayamayacak hâle düşmesi; Deccal zamanındaki bazı kişilerin onun cennetindeki nimetlerle yaşaması gibidir...
Ârif’in, Deccal’in yanına katılmayıp Nefsi ile arkadaşlık etmek zorunda kalışı, insanların Deccal zamanında yiyecek ve içeceği ancak onun yanında bulmaları yüzünden aç kalmayı tercih edişleri hükmüne girer...
“Bir zaman gelecek, o zamanda Din’ini tutan, ateşten bir koru avuçlamış gibi olur.”
Buyurmuş Rasûlullâh insanlara... Bu, zâhirde kıyamet zamanında olacak...
Buna karşılık, aynı olayın bâtın yorumu ise, marifet ehlinde işin hakikatini anlayıp idrak ettikten sonra, hakikatin sonuçlarını bilincinde yaşayabilmesi için tabiatı ile mücadele etmesi zorunluluğunu anlatır.
O süre içinde, şayet bir kişi bilincinin gereğini yaşayabilmek için tabiatıyla mücadeleden geri kalırsa, mücahededen yaya kalırsa, nefsanî istek ve arzulara yönelirse, bedenin tabiatının gereği olan fiillere bağlı kalırsa işte bu, “Deccal’in verdiğini almak, tutmak” olur.
Yani kişi, varlığının Hak olduğunu müşahede ederek ipin ucunu salarsa...
Zevkini, bu bedenin zevklerinde bulursa ve bu şekilde de yeme içme seks vs. gibi hâllerle kendini perdelerse, bunun neticesi, Deccal’in verdiğini almak olur...
Abdülkerîm el Ciylî, şu cümleyi kullanıyor:
“Mübah olan yolları tutup onlara dayanmak... (Dikkat edin! Haramı tutmak, demiyor)... Mübah olan şeyleri tutup onlara dayanmak, irfan sahibi katında haram olan şarap gibidir ve Deccal taamı sayılır...”
Mübah bilindiği üzere, yapılmasında günah ya da sevap olmayan olağan davranışlar, anlamında kullanılır.
Ârif, yani marifet sahibi kişinin, mübah yollara dayanması, yani bedenin tabii gereklerine bağlı kalması, haram olan şeyleri kullanması gibidir!
“Nefse gaflet doğuran, boş ümitlere dönmek de, irfan ehli yanında Deccal’in şarabını içmektir” diyor ve yine ilave ediyor şu cümleyi...
“Makâmın gereği olan hâle ulaşmadan önce anlatılan duruma dalan bir irfan sahibi, Deccal eline düşüp artık felâh, kurtuluş ümidi kesilen kimseye benzer. Devamlılığı muhal olan doğmatik alışkanlıkları, hayal olan tabları kendisine zevk edinmekse Deccal’in Cennetine girmektir.”
Ancak bir kişi, bu hakikati idrak ettikten sonra, bilinç boyutunda zâtî hakikatinin gereğini yaşayabilmek için zâhirde “şeriat nûrları” ile yürürse; muhalefetin, mücahedenin ve tabiatla mücadele olan riyâzatın içine inançlı ve güçlü bir şekilde girerse, işte bu takdirde Rahmânî nimetleri tatmış olur; her ne kadar Deccal’in cehennemine girmiş ise de, neticede Allâh’ın cennetine erer!..
Demek ki, burada önemli olan gerçek şu:
İnsan, hakikatin ne olduğunu idrak ettikten sonra, o hakikati yaşayabilmek için tabiat ile mücadele etmek ve de şartlanmaların getirdiği değer yargılarından bilincini arındırmak zorundadır!..
Sadece bilincini şartlanmalardan arındırırsa, o kadarıyla da yetinirse; bu defa tabii zevklere düşme, bedeni kendisi kabullenme ve bedenî zevkler içerisinde yaşama tehlikesiyle karşı karşıya kalır ki, bu da onun şuur boyutunda kendini bulup tanımasına kesinlikle engeldir...
Öyleyse kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Tek’lik bilincine erebilmek için...
Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek zorundadır!
Aksi takdirde, maalesef “Ene’l Hak” bilinci bedene aitmiş gibi sanılacak; kişinin bedeni ile mücadele yolunda geri kalması nedeniyle de, Tekliği sadece bilgi olarak yaşayacak, bunun ötesindeki gerçek Vahdet yaşamına hiçbir zaman giremeyecektir.
İşte bu gerçeği anlayabilirsek görürüz ki, Allâh’ın Vahdet’i beden boyutunda değil, ŞUUR boyutunda yaşanır.
Ve bunun için de bilincin her türlü yanlış bilgiden arındırılması zorunludur!
Dileyelim ki, bize vahdeti yaşama hâli takdir edilmiş olsun. Bu takdirin sonucu olarak da karşımıza bu işin ehli bir zât çıksın ve yapılması gereken çalışmalar, mücahedeler, riyâzatlar bize kolaylaştırılmış olsun.
Aksi takdirde bir ömür boyu, vahdet hikâye ve laklakasıyla günümüzü geçirir, neticede de hakikate ulaşamadan bu dünyadan çekip gidenlerden oluruz...