Ve böylece anlar ki “Nefs”i gerçekte, “Nefs-i Küll”dür... “Ruh-u izafî”si gerçekte, “Ruh-u Mukaddes”tir!
O an’a kadar, benim bir nefsim var, bir de “Nefs-i Küll” var... Benim bir aklım var, bir de “Akl-ı Küll” var. Benim ruhum var, bir de “Ruh-u Mukaddes” var, diye düşünürken, bu gelen ilhamlar sonucu anlar ki:
Nefs’i, “Nefs-i Küll”dür![1]
Akl’ı, “Akl-ı Küll”dür!
Ruh’u, “Ruh-u Mukaddes”tir!
İşte, bu ilham alışı sonucundaki adı artık “Nefs-i Mülhime”dir... Yani, ilham almakta olan, “ilhamla kendini bulmuş Nefs” anlamında...
İşte bu aşamada “Nefs”, düşünce dünyasında çok önemli problemlerle yüzyüze kalır...
Tasavvufun en büyük girdapları burada başlar!
Yani, “Mülhime Nefs” bilinci seviyesinde!
“Mülhime Nefs” bilinci, tasavvufta en problemli bölümdür!
Halkın “evliyadan” sandığı kişilerin yüzde 99’u, henüz “Mutmainne”ye adım atmamış ve dolayısıyla gerçekte “velâyet” mertebesini kazanmamış olan “Mülhime” ehli olan “Ârif”lerdir!
Gerçek “ben”inin, Nefs-i Küll, Akl-ı Küll, Ruh-u Mukaddes olduğunu fark eden “Nefs”; eğer bir beden olma yolundaki belli kabulleri ve şartlanmayı hakkıyla terk edememişse, bu defa özüne ait olan yüce özellikleri bedene mâl edip, Rubûbiyetini bedende yaşamak ister! Yani, Nefsinin hakikatinin gereklerini, madde boyutunda, kendisi olarak kabul ettiği bedeniyle yaşamak ister!..
Bedenin doğal özelliklerini “nefsanî” özellikleriymiş gibi kabullenerek yaşamak istediğinde şöyle bir gerekçeye sığınır:
“Mâdemki ben Hakk’ın varlığıyım, benim dışımda da ayrıca ikinci bir varlık yok, öyle ise Hak benim!.. O takdirde ben dilediğimi yaparım!”
Yaşamına yön verme işini, Rubûbiyet hükmünden ve hükmüyle oluşan NEFS’e verip; en güzel şekilde yemeye, en güzel şekilde içmeye, en güzel şekilde seks hayatı yaşamaya, en güzel şekilde dünyalığa sahip olmaya kayar ve bu defa yüce mertebeye çıkmış Nefs, bedenin tabiatı içinde boğulur gider, helâk olur!
Çünkü birimden açığa çıkan “Nefs”, hakikati itibarıyla “Halife” olan bir yapı olmasına rağmen, “kendisinin beden olduğu yolundaki varsayımdan” kurtulamadığı için, Rubûbiyeti bedene verdi ve dolayısıyla da tabiat batağında boğuldu...
İşte, geçilmesi gereken en önemli ve en zor girdap burasıdır!
Burayı geçmenin yegâne yolu, bedenin istek ve arzularına karşı çıkmak; kendisinin beden olmadığı yolundaki bilgiyi sürekli olarak hatırda tutup, muhafaza edip bunun gereğini sürekli yaşayabilmektir...
Mümkün olduğu kadar az yemek, az içmek, az uyumak, mümkün olduğu kadar sekse hâkim olmak veya belli bir süre için kaldırmak, maddeye dönük istek ve arzuları terk etmek... Tâ ki, kendisinin hakikati gereği bakış açısı meleke olarak yerleşsin...
Nefs, bu hakikati meleke olarak yaşamaya başlayıp tatmin olduğu zaman, “Nefs-i Mutmainne” adını alır... Velâyetin ilk basamağı, girişidir; Nefs-i Mutmainne bilincindeki idrak ve yaşam...
Nefs-i Mutmainne hâlini yaşayan ne kendinde, ne de çevrede Hakk’ın varlığından başka bir şey görmez! Var olan sadece, Hakk’tır! Hakk’ın dışında da hiçbir şey yoktur, der...
Bu noktayı geçtikten sonra tekrar Mülhime’ye dönüş, Mülhime batağına saplanma olayı yoktur...
[1] “NEFS-i KÜLL” deyimi, göresel var olan parçaların toplamı anlamına gelen “tümel nefs” diye değil; gerçekte var olan “tek mutlak nefs”= “tek mutlak bilinç” anlamında değerlendirilmelidir.