İşte bu üç hâl; bilincin gerçek kapasitesinin örtülüp, birimsel yaşamın başlamasıyla oluşur...
Normalde, halkın “Şeriat düzeyi” dediği, “Din’in sadece şeklî hükümlerini yerine getirme” diye değerlendirilebilecek, tefekkür yanı olmayan durum “Nefs-i Emmâre” ve “Nefs-i Levvâme” hâlleridir...
“Nefs-i Emmâre”; şartlanmaları nedeniyle kendisini beden kabul eden bilincin, bedenin dürtüsel diyeceğimiz, tabiatı istikametindeki davranışlara tâbi olmasıdır.
Bu hâl içindeyken; beden en güzel şekilde yemek-içmek ister, beden en güzel şekilde rahat etmek ister, beden en güzel şekilde seks yapmak, uyumak ister; şartlanmaları ne yönde ise onları yapmak ister...
Bunlar bedenin tabiatı dediğimiz, içgüdüsel davranışlardır.
Bedene tâbi duruma düşen bilinç, gerçek değerini yitirmiş, gerçek varlığından ve özelliklerinden örtünmüş bir hâlde; kendini beden kabul etmiş olarak yaşamına devam eder... Tıpkı diğer canlılar gibi!..
Nitekim diğer yaratılmışlar da yer içer, çiftleşir, uyur, ürer... Bütün bunları yapmak için özel bir bilince ihtiyacı yoktur. Bedenin tabiatı-doğası, onu o istikamette sürükler götürür...
Oysa, insanı bilinçli bir varlık olarak diğer mahlûkattan ayıran şey, “tefekkür” dediğimiz derin ve kapsamlı düşünce; “muhakeme” dediğimiz, farklı şeyleri değerlendirmeye tâbi tutarak, ortaya bir mânâ çıkarma özelliğidir...
Yani, bir insanın, insan olabilmesi için; gerçek yaşam değerlerini iyi kavraması, yaşam sistemi üzerinde yeterli araştırmalar yapması ve bu araştırmalardan çıkacak sonuçlara göre de kendine yön çizmesi zorunludur.
İşte bu düzey, tasavvufta “Levvâme Nefs” dediğimiz mertebede başlar.
Kişi, kendisinin beden olmadığını, bu bedenin belli bir süre sonra çürüyüp yok olacak bir nesne olduğunu, yeme içme, seks gibi hâllerin bu bedenle birlikte sona erecek hâller olduğunu idrak etmeye başladıktan sonra, bu defa sorgulamaya başlar:
“Peki ben neyim?.. Ben kimim?..”
Bu araştırma tefekkür yollu olabilir, ilham yollu olabilir. Bu, kişinin kendine özgü bir hâl... Fakat her hâlükârda Nefsin yani bilincin arınması için üç şeyden kurtulması gerekir;
1- Vehmî benlik kavramından,
2- Tabiatın kaydından,
3- Şartlanmalar, şartlanmaların oluşturduğu değer yargıları ve bu değer yargılarının getirdiği duygulardan.
Burada en önemli şey şudur;
Bu vadiye giren insanların binde biri dahi “Mülhime nefs” bilincinde oluşan vartalardan kendini kurtaramaz... Eğer bu işi iyi bilen birisi yanında yoksa, akıl danışacağı ehil bir zât tanımıyorsa, binde dokuz yüz doksan dokuzu burada boğulur, gider... Peki bunun sebebi nedir?..
Bunu izah etmeye çalışalım:
Şimdi sen, gerek tefekkür yollu, gerekse sezgi yollu, ilham yollu bir gerçeği algıladın... Fark ettin ki;
“Ben bu beden değilim. Bu beden çürüyüp yok olup gidecek! Ben, bugün bu bedenle varım, ama bu beden değilim! Öyle ise yarın da bu bedenin oluşturduğu ruh bedenle var olacağım; ama ben, o ruh beden de değilim! Peki bu takdirde ben neyim?..” dedin ve bilincinle boyutsal yoldan, varlığın özüne inmeye başladın. Varlığın, mevcudatın özüne doğru bir yolculuğa çıktın.
Madde dünyasından başladın, atomaltı boyuta indin. Kuant boyutuna ve nihayet kozmik enerji, kozmik bilinç boyutuna erdin ve sonunda fark ettin ki...