Marifet devresi olan “Mülhime” bilincindeki ârifte, bu idraktan sonra “tarikat” kavramı kalmaz! “Şeyh” kavramı kalmaz!
Eğer hâlâ o kişide bu kavramlar varsa, o zaten “marifet”e ermemiş, “ârif” olmamış; çokluk kavramından geçip “TEK”likmüşahedesine ulaşamamış; benlik kavgası içinde, menfaatleri uğrunda savaş verip, tasavvufun da hoş sohbetleriyle vaktini değerlendiren “dervişân” sınıfındandır!
Yunus Emre kırk yıl hizmetten sonra “Mülhime”de kemâle ulaşınca, Taptuk tarafından yanından uzaklaştırılarak, “Mutmainne”ye geçmesi için önü açılmıştır! Hiçbir ârif, şeyhinin yanında “Mülhime”nin kemâlini yaşayamaz; bu yüzden de “Mutmainne” bilinç mertebesi kendisine açılamaz!
“Vahdet-i Vücud”un bilgisi “Mülhime”de; kemâl hâliyle yaşamı ise “Mutmainne”de oluşur! Elbette bu müşahede de “tarikat” kavramlarına yer kalmaz!
Eğer velî, bu mertebelerden sonra, “Vahdet-i Şuhud” müşahedesinin yaşandığı “BakâBillâh”a geçer ve “Mardiye” bilinciyle, “fethe” ermiş olarak “Marifetullâh”a sahip olursa, işte o zaman “Ârifi Billâh” olur!.. Bu durumu, “Hakikatten sonra, Marifet gelir” diyerek açıklarlar...
Bir de Allâh’ın yüce velîleri içinde “Müferridûn” farkı vardır!
“Ferdiyet sahibi” olan bu Zâtlar, insanlık içinde fevkalâde değerli varlıklardır... Yani, Onlara rast gelmek dahi, muazzam bir lütfu ilâhîdir...
Yeryüzünde bir insana ulaşacak en büyük nimet, “Müferridûn”dan olan bir Zât’a rastlamaktır. Bir insan için ondan daha büyük bir nimet düşünülemez!..
Kişi, eğer böyle bir Zât’a rastlarsa, bile ki bu Zât direkt tasarruf sahibidir.
Müferridûn’dan olan Zât, Gavs’ın tasarruf halkası dışındadır!
Onlar isterse eğer, herhangi birisini Allâh’ın kudret ve kuvvetiyle seçer alır. Hiçbir tarikat şeyhi Ona karşı koyup, müdahale edemez! O, istediğini seçer, alır!
“... Allâh, dilediğini kendine seçer...” (42.Şûrâ: 13) âyeti, Müferridûn’dan da tecelli eder! Ve O, dilediğini kendine seçer... Seçen O’dur!
O adam, şu hâldedir, bu hâldedir... Çamura batmıştır, şöyle olmuştur, böyle olmuştur, şuna bağlıdır... Bu hiç önemli değildir!.. Mühim olan, Onun dilemesi ve onu seçmesidir... İcabında en berbat batakhanenin göbeğinde bile olabilir o kişi. Bir anda döner!
“Nazarı ilâhîye’ye maruz kaldı” derler, bu duruma... Nazarı ilâhî tecelli eder, “Müferridûn” denen Zât’tan! O, her şeyi değiştirir!..
Evet biz, bunların hep hikâyesini yazıp okuyoruz; konuşup, dinliyoruz!.. Hakikati nasıl olur?.. Onu da ehli bilir...
Aman haddimizi bilip, “edep” üzere olalım!
Bilmeden bir “ehli”nin yanında cahilliğimizi ortaya saçıp, kendimizi küçültmeyelim!
Elindeki çemberi otomobil diye şöföre anlatmaya çalışan çocuk durumuna düşmeyelim! Sonra gün olur, çok utanırız!
İşte bunun için “edep” çok önemlidir...