Dünya’nın genel şartları değiştiği için, o günün şartlarına göre, Din’i tecdit etmek = değişen anlayışa ve toplumun gelişmelerine göre Din’i yeniden yorumlama ve açıklama gerekir.
Din’i tecdit ederken yapılan iş, Din’de yeni şartlar getirmek değil; Din’i, o günün şartlarına, anlayışına göre anlatmaktır. İşte bunu, yüz yılda bir gelen “Müceddid”ler yapar...
“Müceddid”ler “Rüesa” mertebesinde çok yüksek dereceli zevâttır... “Müceddid”ler yenileme görevini yaparlar. Bu yaptıkları görevin gereğini icra kurulu tatbik eder. Bir yandan da “Kutb-ul İrşâd” ile ortak çalışır.
“Müceddid”ler esas itibarıyla “Kutb-ul İrşâd”la ortak çalışırlar.
“Müceddid”ler yenilemeyi yapar, o tecdit istikametinde “Kutb-ul İrşâd”la diğer kutublar feyzi yayarlar...
“Kutb-ul Aktab”, emrindeki diğer görevlilerle beraber Dünya’nın idarî, siyasî veya fizikî olaylarını yönlendirir.
“Kutb-ul İrşâd”, ilâhî feyzi yönlendirir. İlâhî feyzin yönlenişi de, “Müceddid”in yenilediği konuya dönük olarak oluşur. Dolayısıyla “Müceddid”, “Kutb-ul İrşâd”la paralel çalışır. “Müceddid”in olmadığı zamanlarda da “Kutb-ul İrşâd” görevlidir. O, göreve devam eder... Ancak, tecdit bâbında, “Müceddid” geldikçe, “Müceddid”in istikametinde Onunla paralel çalışır.
“Kutb-ul İrşâd”lar, “Nübüvveti Târifiye” kemâlâtıyla görev yaparlar... Tecdit görevini yaparlar, fakat yüzleri halka dönüktür. “Müceddid” de, “Nübüvveti Târifiye” kemâlâtından hissedar olarak gaybından alır, halka verir.
“Müceddid”, gaybından aldığı ilmi, “Kutb-ul İrşâd”ın boyutsal olarak âfaktan aldığı feyizle birleştirir, halka yayar. Çevresine yayışı kendindendir; Dünya üzerine yayışı, “Kutb-ul İrşâd”ın gücünden yararlanaraktır...
Varlığı meydana getiren, Hakikat-i Muhammediye namıyla tarif edilen ana Ruh, Ruh-u Â’zâm, aynı zamanda bir kuvvedir. Kuvve olması itibarıyla da “Melek”tir.
Senin Nefs’inde hem melekiyet, yani nûrâniyet mevcuttur; hem de şeytaniyet, yani nâriyete bürünme yeteneği! “Nefs”in hakikati, “melek” tâbir edilen kuvvedir!
Nefs, “vehm”e tâbi olursa, birimsellik noktasında kendini kabul etmiş, hakikatini yaşayamamış olarak şeytaniyete bürünür!
Kendi özüne yönelirse, melekî kuvvelerini kullanmış olur. Bu melekî kuvvelerini kullanarak hakikatine ve aslına dönmüş, hakikatinin ve aslının gereğini yaşamış olur ki, Nefs’in üst mertebeleri meydana çıkar...
Her büyük kutub, yani Kutb-ul Aktab olsun, Kutb-ul İrşâd olsun veya Gavs olsun; bunların her biri belli bir sıfat ağırlıklı olarak gelmişlerdir.
Mesela Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinde, Kudret sıfatının zuhuru ağırlık kazanmıştır. Yani, “Hayy”, “Müriyd”, “Aliym” sıfatlarıyla aşikâre çıkmasına karşın “Kaadir” ismi yönünden ağırlıklı olarak kudretle gelmiştir. Dolayısıyla Onda çok büyük tasarruflar vardır...
Şeyh Bahaeddin Nakşıbend, “Aliym” ismi yönünden açığa çıkmıştır!.. İlimle gelmiştir!..
Seyyid Ahmed Rufaî ve Seyyid Ahmed Bedevî... Onlar da “Kudret” sıfatı ile zuhur etmişlerdir. Bu yüzden onlarda da olağanüstü olaylar görülmüştür...
“Mardiye Nefs” mertebesinde “Tecelli-i Sıfat” zuhurunda “fetih” hâsıl olduğu zaman, bu zuhur mutlaka ağırlıklı olarak bir sıfattan olur.
“Mukarreb” olan Allâh velîlerinin her birinde belli sıfatlar vardır. Bunlara vekâleten diğer velîlerde de belli sıfatlar oluşur. Ama netice olarak her biri kendi tâbi olduğu Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın meşrebinden istifâde ile görev yaparlar. Velîler de o meşrebten giderler...