Balığın Karnı
Bugün, Kurân’dan bir âyet ile başlamak istiyorum:
“Lâ ilâhe illâ ente subhaneke inni küntü minez zâliymin.” (21.Enbiyâ’:87)
Hz. Yunus (aleyhisselâm)’ın tespihi diye geçer...
Rivayete göre, Kurân’ın zâhirde algılanan anlamına göre...
Hz. Yunus, insanlara ilâhî hakikatleri anlatmış; ama insanlar bunu anlamayınca, anlatılanlara riayet etmeyince, o da kızmış, onları bırakmış, bir gemi ile yolculuğa çıkmış...
Bir müddet sonra, açık denizde iken gemidekilerden birinin eşyası kaybolmuş... Aramışlar eşyayı, Yunus’un torbasında bulmuşlar... Ve “bunu sen çaldın” demişler...
Tabii ki, Yunus Nebi’nin hiçbir şeyden haberi yok! Ama, gemi yetkilileri, suçun cezası olarak onu denize atmışlar...
Hz. Yunus’u, büyük bir balık yutmuş...
Balığın karnında iken Hz. Yunus, “Ben ne yaptım? Bir Nebi olduğum hâlde niçin insanlara tebliğ görevimi terk ettim?” diye hayıflanmış... Ve yukarıdaki âyette geçen:
“Yâ Rabbi, ben nefsime zulmettim, zâlimlerden oldum!” cümlesini söylemiş...
Bunun üzerine balık karaya yanaşmış... Hz.Yunus, balığın karnından çıkarak insanları irşâd görevine devam etmiş...
Hikâye ve rivayet ve misal yollu anlatım böyle!
Öbür yanda, bir âyette şöyle der, meâlen:
“Biz insanlara çeşitli misaller verdik. Artık bu misaller üzerine tefekkür edip, akıllarını kullanarak bu misallerle neyi anlatmak istediğimizi anlasınlar diye...”
Yani, ana olay o verilen misal değil, misalle işaret edilmek istenen mânâ ve gerçeklerdir.
Kur’ân, bu misalle neyi anlatmak istiyor?
“Bunu anlayın, tefekkür edin, idrak edin” diyor!
Hz. Yunus, aldığı vahiy sonucu, insanların tanrılarına tapınmasının yanlış olduğunu, tanrılardan medet ummanın hata olduğunu, ne şekil çalışmalar yapmak suretiyle, neleri elde edebileceklerini anlattı insanlara...
Ama bu konuda başarılı olamadı. Başarılı olamayınca da, bu başarısızlığı kendine mâl etti.
“Hidâyet Allâh’tandır!” gerçeğinden perdelenmek suretiyle, anlatıp da inandıramamanın başarısızlığını da kendinden bildi. Bu sebeple de insanlara yaptığı tebligat işini bıraktı. Kendisini salıp koyverdi...
Kendini salıp koyvermesi, “balığın karnına girmesi” diye anlatılan olayı meydana getirdi.
Balık, Dünya’dır. Dünya’yı temsil eder.
Yani, Hz. Yunus kendini dünya işlerine bıraktı. Fakat daha sonra, dünya işleri ile meşgûl iken, vahiy ile Rabbinden bir mesaj aldı.
“Hidâyeti ben veririm.. Sen hidâyet edecek değilsin! Sen sadece bir uyarıcı, tebliğ edicisin... Rasûllerin görevi tebliğ etmektir, hidâyet etmek değil! Zira ancak, Allâh’ın hidâyet ettikleri, hidâyet bulur. Hidâyet etmediklerini de ne kadar uyarırsan uyar, hidâyet bulacak değillerdir.”
İşte bunu fark edince, yani, kendisinin hidâyet edici değil, uyarıcı olduğu gerçeğini fark edince, bu perdelenmeden dolayı:
“İnniy küntü minez zâliymin...”; “ Ben nefsime zulmettim... Nefsimin hakkını veremedim...” dedi.
“Cenâb-ı Hakk’ın bendeki zuhuru kemâli, tebliğ etmek üzeredir, hidâyet etmek üzere değil! Dolayısıyla ben, Nefsimin hakkını hakkıyla edâ edemedim” diyerek yanlışını anladı...
Bu yanlışı anlamanın neticesinde ise, balığın karnından çıktı.
Yani...
Dünya ile uğraşmayı bir yana koydu. Yeniden, Nübüvvet görevinin gereği olarak insanları uyarmaya başladı.
Ve ondan sonra da, o toplumdaki insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın hidâyeti ile, ihsanı ile birlikte, birtakım gerçekleri görüp, ona göre yollarını çizmeye başladılar.
Burada ibret almamız gereken konu:
İnsanlara birtakım bilgileri aktarırken bizim sadece ilâhî hidâyete vesile olmak durumunda olduğumuzu, “hidâyetin” yani “sadece gerçek olanları görebilmek” hâlinin, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı ile mümkün olduğunu bilmemizdir.
Hz. Yunus’un, “Balığın karnından çıktıktan sonra, hâlsiz kalıp; kıyıda kabak türü bir bitkinin yaprakları altında dinlendi, yaprak ona gölge yaptı, gölgeledi” diye anlatılan durumu ise;
Onun kendisindeki Nübüvvet kemâlâtının, beşeriyet sûreti altında açığa çıkmasıdır. Beşeriyet sûretini Dünya sûreti olarak anlayacağız. Bu durum bütün Nebi ve Rasûllerde böyledir.
Çünkü biz, Hz. Rasûlullâh’a baktığımız zaman beşer olarak görürüz. Bizim gibi yiyip içip, uyuyup, konuşup, eğlenen insanlar olarak gördüğümüz için, tüm Nebi ve Rasûlleri inkâr ederiz.
Fakat, onları sırf kerâmetleri yönüyle de görürsek gene inkâr ederiz. Çünkü, “Bizim gibi değil, o özel bir insan. O hâlde özel olduğu için bunları yapıyor” deriz.
Yani, Allâh Rasûl veya Nebisi iki yönü kendisinde birleştirir.
İlâhi nûrun zuhuru yanı! Beşerî yanı!
Eğer bunlardan birincisi ile açığa çıkarsa biz onu inkâr etme durumuna gireriz. Çünkü, “bizden farklı bir varlık” deriz...
Beşerî yanı ile görürsek, “bizden ne farkı var?” diye inkâr ederiz... Onun içindir ki, bir Rasûlde bu iki yönün de açığa çıkması lazım!
Yunus (aleyhisselâm)’ın denizden çıkması demek, ilmin nûru ile parlaması demektir.
İlmin nûru ile parlayan Nebinin, mutlaka beşeriyet yanı ile dengelenmesi lazım ki, iman edilsin, inkâr edilmesin...
İşte oradaki “kabak yaprağının gölgesi” de, Dünya’nın gölgesidir. Dünya’nın gölgesi de Allâh Nebisi’nin “beşeriyet” yanıdır.
Gemi ise, onun ilim üzerinde dünyayı gezmesidir. Yani “gemi”; zâhir yaşamı ifade eder.
Yunus Emre de bir şiirinde der ki;
“Çokları gemiye bindi, lâkin denize dalmadılar.”
Yani, ilmin zâhirinde kalıp, zâhirin bâtını olan “hakikat”i müşahede edemediler.
Gemi, Şeriat’tır... Deniz, Hakikat’tir..
Şeriat demek, işin zâhir planı demektir. İşin zâhiri ile oyalanmak, zâhiri ile yaşamı devam ettirmek demektir.
Bu haftaki konumuz buydu... Cumanız mübarek olsun! Allâh hepinizin muîni olsun!