Mevlâna, para kazanmak için dinle ilgilenmeyi seçmedi. Yunus, para kazanmak için dinle ilgilenmeyi seçmedi. Hacı Bektaşı Velî, para kazanmak için dinle ilgilenme yolunu seçmedi.
Allâh ilmini, fıtrî kabiliyet ve istidadı dolayısıyla araştırıp, onu insanlarla karşılıksız olarak paylaşma yoluna gidenleri kastediyorum ben, “biz” kelimesi ile!
İşte, onun içindir ki, bizim kitaplarımızın, kasetlerimizin, hiçbir yayınımızın telif hakkı yoktur. Herkes orijinaline sadık kalmak kaydıyla istediği kadar çoğaltıp yayabilir, tercüme edebilir diyoruz. Bunun gerekçesi bu!
Eğer, sizlere de bu dediklerim makûl geliyor, bu yolda yürüyorsanız, onun neticesi ile karşılaşacaksınız. Allâh Rasûlü’nün huzuruna çıktığınız zaman, başınız dik, alnınız açık, yüzünüz lekesiz olacak...
“Yâ RasûlAllâh, kabiliyetim kadar bu yolda çalışma yapabildim. Ama, senden öğrenebildiklerimi, senden bana ulaşanları insanlardan menfaat sağlama amacı ile değil, karşılıksız olarak paylaşabildim” demenin, vicdanî huzurunu duyacaksınız.
Bakın, “ben cehennemde acaba yanacak mıyım, ne kadar yanacağım” sorusunu gündeme getirdiğinizde şunu sorun kendinize; vicdanen bu konuda ne kadar rahatım?
Akşam yatağa yattığınız zaman uyumadan evvel, kendinizi vicdan muhasebesine çekin! Bu vicdanî muhasebe ile sorun kendinize: “Ben neler yaptım? Bu yaptıklarımı hangi gaye ve amaçla yaptım?”
Bunu sorun kendinize! Alacağınız cevap sizin o sınavdaki puanınızı gösterecektir.
Cehennemden ya çok kısa bir sürede geçeceksiniz, cennet ortamına geçmek üzere; ya da orada bir hayli fazla kalacaksınız.
“Cehennemde hiç ateş, odun, alev yoktur. Oraya herkes kendi ateşini yanında götürür!” diyor Allâh Rasûlü.
İşte o yanınızda götürdüğünüz kendi ateşiniz, vicdanınızda gizlidir!
O ateşin kaynağı vicdanınızda gizlidir. Ya samimiyet suyu ile doludur, ya da riyakârlık ateşiyle kıvranmaktadır vicdanınız...
Her gece yapmazsanız bu muhakemeyi, haftada bir; yapamıyorsanız, ayda bir mutlaka vicdanınızı ziyaret edip onunla bir sohbet edin!
Pahasını ödeyemeyeceğiniz en büyük aldanma, kendi kendinizi aldatmadır.
Hiçbir zaman, ne ben ne de herhangi bir din adamı olmayacaktır kabrinizde yanınızda!
Ben olmayacağım! Bugün varsam da yarın yokum!
Herhangi bir din adamı da olmayacaktır.
Çünkü, din adamı diye bir sınıf yoktur.
Siz yaratırsanız var olur size göre! Siz kabul ederseniz, karşınızdakinin böyle bir vasfı olur! Ona siz, o pâyeyi veriyorsunuz. Veya birilerinin ona verdiği pâyeyi, kabullenerek böyle bir sınıf yaratıyorsunuz.
Eğer siz bu dediklerimi dikkate almaz, üzerinde düşünmez, gerekli yorumlarla yaşamınıza yön vermezseniz; eğer benim anlattıklarım da doğru ise, gerçek ise, bu gerçekle bir gün yüz yüze gelecek ve o zaman sükûtuhayali yaşayacaksınız.
Hayal balonunuz patlayacak, gerçekle yüz yüze gelecek ve de gerçekle yüz yüze gelmenin acısını yaşayacaksınız! Yanacaksınız! Her sükûtuhayale uğrayanın yandığı gibi...
Sizler, gidiyoruz diye, uğurlamaya gelmişsiniz. Câmide iken ne düşündüm, ne geldi aklıma biliyor musunuz?
“Bir namazlık saltanatın olacak taht misali o musalla taşında!”
“Bu dostlar, benim cenazemi kaldırmaya gelen dostlar sanki” dedim. Bu insanlar bizi bir sonsuz yolculuğa uğurlamaya gelmişler...
Bu kalabalık, bu sevgi, bu coşku, bizi uğurluyor bir başka âleme!
Biraz sonra herkes dağılacak kendi dünyasına; biz de kalacağız kendi başımıza!
Acaba hazır mıyız?
Bunu düşündüm câmide!
Namaza başlamadan evvel, eğer dedim, hayırlı bir iş yapmışsam ardımızdan bir “Allâh razı olsun” diyecek, üç İhlâs bir Fâtiha okuyacak dostlar bırakmış isek, ne âlâ! Ya bunu sağlayamamışsak kaldık kendi amelimizle baş başa!
Bu, her gün hatırlamamız gereken bir şey de, ama ne hikmetse bu kalabalık bana bunu düşündürdü.
İnsanın sevenleri toplanır, onu uğurlar. Bir gün varız, bir gün yokuz! İstanbul’dan, İzmir’den, Bursa’dan, Ankara’dan, Bolu’dan Türkiye’nin birçok şehrinden buralara kadar gelmişsiniz. Ben sizin hakkınızı ödemekte âcizim ve yetersizim.
Allâh, gönlünüze göre, niyetinize göre, hadsiz hesapsız bir biçimde niyetlerinizin karşılığını sizlere ihsan buyursun!
“Ölüm korkutmuyor beni, ama ayrılığın acısı zor” diyor ya hani...
Neye bağlanırsak ondan kopmanın acısını ve ıstırabını duyacaksınız.
Allâh, yalnızca kendisine bağlanmamızı istiyor, kendisine teslim olmamızı istiyor.
Sevgi, insanın elinde değildir!
Birisini, “sev” denmesiyle sevemezsin! “Sevme” denmesiyle de, o sevgiyi kalbinden söküp atamazsın!
Sevgiyi veren Allâh’tır.
Bir açıklamada bulunuyor ki...
“Allâh, bir kulunun sevilmesini murat ederse, meleklerine buyurur ki; “Ben bu kulumu seviyorum. Siz de onu sevin!”
O melekler de sırasıyla dünya meleklerine kadar o sevgiyi ilham ederler ve nihayet Allâh’ın o sevgisini hak eden kullara okur. Kalbe sevgiler verilir. O kullar karşısındaki kişiyi severler.
Ya da Cenâb-ı Hak, bu kulum bu sevgiye lâyık değildir. Ben bunu sevmiyorum, der. O zamanda, melâikeler bunu yeryüzüne iletir ve insanlar artık onu sevmez olurlar.”