Elf, bir anda ortalıktan kayboluvermişti... Bir süre karşılıklı bakıştılar Cem ile Gönül... Sonra, Gönül söze girdi:
“Eğer bu adamın olağanüstü görüntüleri olmasa, deli saçması diyeceğim geliyor bütün bunlara... Şu ana dek duyduklarımızın, kabul ettiklerimizin o kadar ötesinde ki anlattıkları, bir türlü aklım kavrayamıyor!.. Ya sen?.. Anlıyor musun bu dediklerini?..”
“Zaman zaman anlattıklarının tümünü kendimde buluyor gibiyim!.. Sanki ben, kâinatın özünde, ona yön veren kuvvet gibi buluyorum kendimi!.. Hayalimde, sanki benim elim, kolum değerinde oluyor Dünya ve diğer gezegenler!.. Ama hepsi de çok kısa sürüyor ve tekrar bu hâlime dönüveriyorum... Bırak öyle hâle gelmeyi, bu hissediş bile çok muazzam bir duygu yaratıyor insanda!..”
“Cem, belki anlattıkları çok cazip şeyler... İnsanı tesir altına almasını da çok iyi biliyor; ama anlattıklarının gerçek olduğuna aklın yatıyor mu senin?”
“Bak Gönül, gerçekte söyledikleri akla ve mantığa değil, şartlandığımız şeylere aykırı görünüyor!.. Gerek günümüz biliminin ortaya çıkardığı veriler, gerekse dinlerin çok eskilerden beri söyledikleri fikirlerin tevillerine hiç de ters düşmüyor...”
“Ne gibi?..”
“‘Ben Hakk’ım’ diyen ve bunun için organları parçalandıktan sonra katledilen Hâllacı Mansur’un; yine, ‘Ete-kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm!’ diyen Yunus Emre’nin; ‘Tanrı mı gönüldür, gönül mü tanrı’ diyerek, bir gerçeğe dikkati çeken Mevlâna Celâleddin’in, ve daha diğerlerinin işaret etmek istedikleri, hep aynı ‘gerçek’ niye olmasın?..”
“Ama onlar, bir dinî inancın neticesinde erdiler o gerçeğe?..”
“Esas olan, erişilmiş olan şeydir; yol değil!.. İsim değil!.. Mühim olan o gerçeği bulabilmektir, hangi yoldan olursa olsun!..”
“Ama o senin bahsettiğin kişiler, birer evliyadır... Ve onların dışında da bu sözleri söyleyen yoktur! Bu takdirde, bu gerçeğe ancak o yoldan varılır, hükmü ortaya çıkmaz mı?”
“Bak Gönül, öncelikle şunu fark et... Çevrende senin tanıdığın ne kadar insan var? Yani, fikirlerini de tanımak suretiyle... Düşün... Ya ondur, ya da yirmi... Bilemedin bol keseden atalım yüz!.. Ya geriye kalan, bulunduğun mahalledeki insanlar... Bulunduğun şehirdeki, milyonlarla insanlar... Ülkendeki milyonlarla, ifade edilenler; ve nihayet mensup olduğun dindeki yüz milyonlarla ifade edilen kitle!..
Bunların hangi birinin gerçek düşünce dünyasına vâkıfsın?.. Hangi birinin nasıl bir dünyası olduğunu bilebiliyorsun?.. Oysa, hemen hüküm verirsin... Canım dünya âlem böyle düşünüyor, diye... Hâlbuki ne kadar havada kalan bir hükümdür bu!..
Aslında, kişilerin veya fikirlerin taraftarları, hiçbir zaman öyle milyonlarla, hele hele yüz milyonlarla asla ölçülmez!.. Çünkü, o yüz milyonlarla ifade edilen, hele Hristiyanlık âlemi gibi milyar kelimesi ile ifade edilen büyük kitlelerin çok büyük bir çoğunluğu, sadece ve sadece etiket birliğindedir.
Hangi dinden veya görüşten olursa olsun insanların önemli bir kısmı, o işin özüne asla vâkıf değildir... Düşünmeden futbol takımı tutar gibi taraftardırlar!.. Yaptığının nedenini, nasılını, başını, sonunu ve gayesini hiç bilmez. İnsanların sadece ilkel bir şekilde, kendileriyle övünme meselesi yaptıkları basit bir oyundur!..
Misal olarak seni alalım ele!.. Müslümansın!.. Ama, İslâm Dini’nin inancına vâkıf mısın?.. Hayır!”
“Niye hayırmış?.. Allâh’a da inanıyorum, Peygamberine de!.. Kurân’ı da kabul ediyorum... Öldükten sonra yaptıklarımın hesabını vereceğimi de kabul ediyorum. Daha ne..? Orucumu tutuyorum; namazı kılamıyorsam, bu benim eksikliğim; onu da Allâh ya affeder, veya başka bir şekilde neticeye bağlar; onun bileceği iş!.. Benim birtakım emirleri yapamamam da dinsiz veya başka bir dinden olmam demek değildir herhâlde?..”