Olağanüstü davranışlar, insanı çok büyük ölçüde etkiler ama aynı ölçüde aldatabilir de... Ve bu yoldan aldanmak çok daha kolaydır!.. Büyüleme−hipnotize metoduyla, yani karşısındakini tesir altına alan özel metoduyla, çeşitli olağanüstü davranışlar gösterebilir!.. Veya, maddenin sırlarına vâkıf olma metoduyla, mesela Hint fakirlerinin yaptığı gibi, çeşitli madde üstü hâkimiyet yolları ortaya koyabilir!.. Ve bunlar da, büyük ölçüde, kendini tanımamış insanı etkiler... Ama, bütün bunlar, o kişilerin gerçeğe vâkıf olup olmadıklarına bir ölçü olamaz.
Nitekim, aranızdan bazıları bu hususta; ‘gerçek mânâda üstünlük, madde sahasında olağanüstülüklere sahip olmak değil, ilmî üstünlüklere, sırlara sahip olabilmektedir’ demişlerdir... ‘Gerçek kerâmet kevnî değil, ilmî olanıdır’ sözü buna işaret eder!.. Gerçek ilim ve hâl sahipleri ise, asla sorulardan kaçmaz ve karşısındakini, ilmî özüne kadar, gidebildiği ölçüde götürür. Her şeyin izahını yapabilecek güçte olur!”
“Ama konuşmamızın evvelinde demiştin ki, gerçeğe vâkıf olan, olağanüstü güçlere de sahip olur!.. Bu güçlere sahip bir kişi ise, tersine bakışla gerçeğe vâkıf olmaz mı?..”
“Gerçeğe vâkıf olan, olağanüstü güçlere sahip olabilir; ama, her olağanüstü güçlere sahip olan, gerçeğe vâkıftır, olmaz!..
Çünkü, bir çırak ustasından bir şey yapmayı görüp öğrenebilir ve takliden aynı şeyi yapmaya devam eder... Ama bu demek değildir ki, o kişi de yaptığının sebeplerine inebilmiştir... Mühim olan, yaptığının her noktasını; neden, niçin ve nasıl yaptığına vâkıf olabilmektir... Yoksa, o şeyi sadece yapmak marifet değildir!.. Üstelik o şeyi neden, niçin ve nasıl yaptığına vâkıf olan bir şahsın, onu devamlı yapması da icap etmez!.. Hatta hiç bile yapmayabilir...
Bunun ötesinde, sebepsiz yere yapmaya kalkması, onu tecrübeye kalkışması mânâsına gelir ki, bu da bildiğinde şüphesi olduğuna işaret eder. Yani o şey hakkında kesin bir bilgisi olmadığını anlaması gerekir!..
Mesela kendisinin madde ötesi bir varlık olduğunu, yani benliğinin madde ötesinde oluştuğunu ve maddede dilediği gibi tasarruf edebileceğine kesin olarak inanmanın ötesinde vâkıf olan birisi, dilediği anda su üstünde yürür!.. Çünkü bu yakîn; onda korkuyu, şüpheyi ve vehmi attırmıştır.
Ama, bu yakînin ötesinde, o bilgiye sahip olan birisi, böyle mi acaba diyerek denemeye kalkıştığı zaman, o anda o görüşü beşeriyetiyle yaşamış olur... Bu durumda ise, şüphe içinde, vehim ve korku ortaya çıkar. Bu duygular ise, onun böyle bir şeyi başarmasına mâni olur. Ve suda yürümek yerine, suya batar! Yani, bu suda yürüyüş, o anda gayrı ihtiyarî olmalıdır. Hiçbir şey düşünülmeden!..
Yani, beşeriyet vehminden kendini kurtaramamış; beşeriyet kayıtlarından ve şartlanmalarından, yani kendini madde olarak tanıma şartlanmasından kurtulamamış kişi, henüz kendi özünü tanımış sayılmaz.”
“Peki bu şöyle olamaz mı?..”
“Nasıl?..”
“Bu idraka gelmiş birini buldun... Ona teslim oldun, ve inandın ki o sana her şeyi yaptırabilir... Ve bir nehir kenarında, su üzerinde yürürken o, sana da gel dedi. O anda ona güvenerek, teslimiyetle, içine şüphe gelmeden yürüyüverdin... Böylece sen de onun gibi yürür gidersin!”
“Evet bu olur!.. Ama ötesini getirmez kolay kolay!.. Mesela diyelim ki, ilme yani evrenin sırlarına vâkıf olmayan birisinden, körü körüne teslimiyetle bu gerçeği öğrendin. Sonra da aynı şeylere devam ettin!..
Diyelim ki madde üzerinde tasarruf yolunu tuttun... Suda yürüdün... Ateşi tuttun... Havada uçabildin!.. Bunun ötesinde, kendinin ne olduğunu, âlemin ne olduğunu, âlemle ‘ben’liğinin bağlantı noktasının ne olduğunu nasıl bilebileceksin?..”