Arş Nedir? Fakrın Kemâli
Ve dedi ki…
−Yâ Gavs-ı Â’zâm…
−Lebbeyke yâ Rabbel Arşil Aziym?..
Dedi…
− De ki: Rabbel Keriym ve Rahıym…
Yâ Gavs-ı Â’zâm... Ashabından kim sohbetimi isterse, ona FAKRI; sonra FAKRIN FAKRINI; ve sonra da FAKRIN FAKRININ FAKRINI tavsiye ederim... Böylece, FAKR hâlinde onlarda BEN’den başkası kalmaz!
Evvela, “Rabbel Arşil Aziym” tanımlaması üzerinde duralım…
Arş üzerinde hükmünü yürüten Rab!
“Arş” dendiği zaman, genelde göklerin ötesinde, gökleri ve dünyaları kapsamına alan bir kat düşünülür. Sanki ötelerde bir yerde bir yüce kat var, o bu dünyaları kuşatmış, Rab de onun üstüne oturmuş aşağıdakileri oradan gözlüyor ve yönetiyor!!!
“Kürsî” ismiyle işaret edilen yapı, “Galaksi”dir!
“Arş” ise, Melekût ile Ceberût âlemi arasındaki hayalî sınırdır!
“Efâl âlemi” diye bilinen fiiller âlemi yani kesret âlemi; tümüyle “Melekût” diye bahsedilen âlemdir. Bunun bir üst ya da alt boyutu olarak tanımlayacağımız, “Esmâ âlemi” yani Allâh’ın isimleri boyutu ise, sırf mânâdan ibarettir; ki bunda kesret yani çokluk kavramı mevcut değildir.
“Rab, arşın üzerindedir” ya da “Rahmân, arşın üstündedir” gibi tanımlamalarla hep, melekût âleminin içine giren her şeyin ilâhî isimlerin tasarrufu ile mevcudiyet ve devamlarına işaret edilir!
Yalnız burada bir önemli husus daha vardır ki, onun da çok iyi anlaşılması gerekir.
Arş, mekânsal değil, boyutsaldır!
Yani belirli bir mekânda ve mesafede değil; her birimin, birimiyetinden özüne doğru gidişte yer alan bir boyuttadır ARŞ!.. Yani boyutsal derinliktedir Arş, mekânsal değil!
“Rahmân ve Rabbin arş üzerinde yer alması” demek; o varlığın Zâtî vasıflarla ve Esmâ-i ilâhî’nin mânâlarıyla kaîm ve mevcut olması, tasarrufunun her an ilmi ilâhî doğrultusunda Rabbin elinde olması demektir!
Gelelim şimdi “FAKR” konusuna...
Daha önce “fakr” konusundan bir hayli söz etmiştik. Şimdi de bu hususu biraz daha açmaya çalışalım...
“Fakr”ın üç mertebesi vardır:
1. Fenâ-i Efâl’i meydana getiren veya Fenâ-i Efâl sonucunda oluşan “FAKR”
2. Fenâ-i Esmâ ve Sıfat neticesinde oluşan “FAKR’IN FAKRI”
3. Fenâ-i Zât neticesinde oluşan Fenâfillâh hâli olan “FAKRIN FAKRININ FAKRI”
Birincisinde, Efâl yani fiiller âleminde meydana gelen bütün fiillerin hakiki fâilinin Allâh olduğu idrak edilir. Bu sebeple de, bahsedilen müşahede içinde olan kişiden suçlama-itham kalkar. Çünkü artık hakiki fâili görmektedir. Fâili hakiki ise “Lâ yüs’elu amma yef’alu”dur! Yani, yaptığından sual sorulması mümkün olmayandır (21.Enbiyâ: 23).
Fâili hakikiye işaret eden âyetler şunlardır:
“…(Oku) ATTIĞINDA SEN ATMADIN, ATAN ALLÂH’TI!..” (8.Enfâl: 17)
“HÂLBUKİ SİZİ DE YAPTIKLARINIZI DA ALLÂH YARATMIŞTIR!” (37.Sâffât: 96)
Bu idrak, üzerinde biraz daha derin düşünülür ise önemli bir şuur sıçraması daha getirir, ki o da şudur:
Mâdemki fiilleri meydana getiren Allâh’tır, öyle ise o fiillerin ortaya çıktığı mahal de Allâh’a aittir! Dolayısıyla O, yaptıran değil yapandır!
Fiili meydana getiren fâili hakiki, yani o fiili ortaya koyan O’dur! Dolayısıyla ne fiil görüyorsak, onun meydana getiricisi hep O’dur.
Yalnız burada şunu iyi bilmek gerekir;
Resim, ressamın eseridir; ressamın kafasındaki düşünce veya duygunun şekle girmiş hâlidir ama, resim ressamdır diyerek, ressamı o resimle kayıtlamak, sınırlamak asla mümkün değildir.
Bunun gibi, herhangi bir fiili meydana getiren Allâh’ı o fiil veya anlamı ile, yahut da sûretiyle kayıt altına almak, çok büyük düşüncesizlik ve anlayışsızlık olur.
Bütün bunları öğrenip yaşamaya çalışırken;
“ALLÂH, ÂLEMLERDEN ĞANİYY’DİR” (3.Âl-u İmran: 97)
Âyetinin işaret ettiği “Tenzihiyet” yani kayıtsızlık ve sınırsızlık, prensibini de asla gözardı etmemek mecburiyeti vardır.
Varlık O’dur ve yapan O’dur idrakına erildiğinde, FAKRIN FAKRI yaşamaya başlanır. Birim “yok” olup, varlık O’na ait olunca; hâliyle bunun neticesi olarak, kendi varlığının da “yok” olduğunu fark eder. Kendisi “yok”tur ama gene de var olan bir şey vardır. İşte o zaman fark edilir ki var olan TEK varlık, Hakk’tır.
Böylece, bu mertebede “Vahdet-i vücud” yani var olan her şeyin gerçekte yok olup, sadece ve sadece Hakk’ın mevcut olduğu müşahede edilir. Burada hemen şunu fark etmek de son derece elzemdir:
“Panteist” görüşe göre, “her şey” vardır ve bunların tümüne “TANRI” denilir.
“Vahdet-i Vücud”a göre ise, ayrı ayrı sayısız şeyler mevcut değildir; bu, gözün görme yetersizliğinin getirdiği bilinç yanılgısıdır; gerçekte TEK bir vücud vardır ki; sûrete ait yani maddi bir vücud değil, manevîdir bu vücud!
VECH denilen bu vücud, ancak bilinç gözüyle veya kalp gözüyle görünen bir vücudtur.
Kısacası, mevcudat yoktur, TEK vücud vardır!
Bunun da ötesine geçilince…
Bu müşahededen de ileriye geçilirse eğer, bu defa, Ehadiyeti ilâhî’de, mutlak “BEN”lik kavramı dahi yok olur ve “HİÇ”lik oluşur!
“HİÇ”lik yani “Â’mâ”dan ne bir mertebe olarak söz edilebilir ne de hâl olarak. “El Â’mâda idi” hükmü bu nokta ile alâkalıdır!
Allâh için, daha doğrusu “ALLÂH isminin işaret ettiği mânâ” için, zaman bildiren geçmiş, hâl, gelecek kavramları kullanılamaz! Allâh, bu kavramlardan münezzehtir! Bu sebeple, Arapça’da, “El Â’mâda idi” denilmişse dahi, bu, muhataba olayı, anlayışına göre izah etmek için kullanılmış bir ifadedir. Biz dahi kitaplarımızda bu ifadeyi böylece naklettik.
Ancak doğrusu ve gerçeği odur ki; Allâh, zaman kavramı ile kayıtlanmaktan münezzeh olduğu için, “...idi” veya “...cek” kavramlarından berî olarak, süreklilik mânâsı içinde anlaşılmalıdır!
Ebu Rezîn el-Ukeylî (r.a.) anlatıyor:
“Ey Allâh'ın Rasûlu, dedim, mahlûkatını yaratmazdan önce Rabbimiz nerede idi?”
Bana şu cevabı verdi:
“El Â’mâda idi. Ne altında hava, ne de üstünde hava vardı…”
Ahmed İbnu Hanbel dedi ki: Yezid şunu söyledi: “El Â’mâ, yani Allâh’la birlikte başka bir şey yoktu, demektir.” (Tırmızî, Tefsir, Hud-3108)
Bu yüzden de bu hadîs-î şerîfte geçen mânâyı ehlullâh, “El Â’mâdadır” olarak müşahede eder. Ezelen ve ebeden! Ve hatta ezel-ebed kavramından münezzeh olarak!
İşte bu durumda FAKRIN FAKRININ FAKRI meydana gelmiş olur!