“Hayret” Hâli
−Yâ Gavs-ı Â’zâm… Kıyamet gününde, indîmde mahlûkatın en sevgilisi; sağır, dilsiz, kör, hayrette olan ve ağlayandır! Kabirde de bu böyledir!
Tamamıyla mecazî işaretlerden oluşan bir beyan...
“Kıyamet gününde”; her şeyin içyüzünün, gerçeğinin ortaya çıktığı anda!
“Yevm”, hem “gün” anlamında kullanılır, hem de “an” anlamında kullanılır. Burada geleceğe dönük belirli bir kıyamet günü anlaşılabileceği gibi, her şeyin içyüzünün ortaya çıkıp aşikâr olduğu, hakikatinin anlaşıldığı “an” diye anlamak da mümkündür. Hatta denilebilir ki, burada esas vurgulanmak istenilen mânâ bu ikincisidir.
“Kıyamet”ten murat olarak “içyüzlerin, gerçeklerin ortaya çıktığı an” kavramını anlarsak, gerisini de şu şekilde yorumlamamız son derece kolay olacaktır…
“Halkolmuşların en sevgilisi”; Zât’ımda, Ahadiyet’imde yaşarken kendi sonsuz mânâlarımı seyretmeyi murat ettiğim için, Esmâ mertebesine tenezzülüm dolayısıyla var kıldığım birimlerin en sevgilisi yani beni izhar istidadına sahip olanı...
“Sağır”; varlıkların birimselliğinden, izafî benliklerinden, vehminden doğan benliklerinden yükselen sesleri duymayan...
“Dilsiz”; vehmî, izafî, gerçekte var olmayan benliğinden söz etmeyen, kesret hâlinde konuşmayan, “yok”un kavgasını yapmayan!
“Hayrette olan”; o güne kadar varsandığı varlıkların gerçekte bir varlıkları olmadığını görmek suretiyle hayrette kalan…
Burada hemen Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın şu duasını hatırlayalım:
“Allâh’ım, hayretimi arttır!”
Tasavvufta, Hayret makâmı vardır. Bu makâma gelen kişi, günbegün perdelerinin kalkmasıyla hayretten hayrete düşer. Çünkü, o güne kadar çeşitli şartlanmaların tesiri altında, yanlış bilgiler sonucu, olmayan şeyleri varsanarak yaşarken; işin hakikatine yönelme sonucu, eşyanın hakikatini görmeye başlayınca büyük hayretlere düşer. Hayretin sebebi her şeyin hakikati olan Allâh’ın Esmâsını seyrin neticesidir.
“Ağlayandır”; öyle gerçekleri müşahede eder ki bu seyir sırasında elinde olmadan ağlama hâli zuhur eder kişiden…
İşin olabildiğince hakikatini, Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin bu “Risâle-i Gavsiye” isimli eserine dayanarak açıklama yapmamıza rağmen, gene de bir yerde durmak mecburiyetinde olduğumuz öyle gerçekler vardır ki, bunları yazamıyoruz.
İşte bu gerçekleri gören-bilen velî ağlar! Elde olmaksızın ağlar. O gerçekler ağlatır insanı…
“Eğer, siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!”
Bu hadîs-î Rasûlullâh, işte yukarıda anlatamadığımız gerçeğe işaret etmektedir. Ki ehli bunu elbette bilir.
“Kabirde de bu böyledir”; ölümü tatmış bulunan birimin bedeninin, içine defnedildiği toprak çukura kabir dendiği gibi; ölmeden evvel ölmüş kişinin bedenine dahi “kabir” denilir. Hatta ehli arasında, hakikati yaşayan kişilere, “kabrini sırtında taşıyan” denmesi dahi meşhurdur.
Yani bu ifadesiyle; hakikatin yaşanmasının, Dünya’da bir bedenle yaşanırken gerçekleşmekte olduğuna işaret çekilmektedir. İnsan, bu dünya hayatı içindeyken, hüküm ve takdiri ilâhî sonucu belirli çalışmalar yaparak, ölmeden evvel ölecek, bu şekilde “uyanacak”, hakikati ve Hakk’ı görecek ve ondan sonra da bedeninin ömrü kadar, kabrini sırtında taşıyarak hakikatin gereğini yaşayacak.
“Sağır, dilsiz, kör, hayrette olan” tanımlamasını tasavvuf terimiyle şöyle de anlatmak mümkündür;
“Allâh’ı bilenin dili tutulur” hükmünce; gözündeki perdesi kalkarak, Zât-ı ilâhîyi müşahede eden sağır olur, izafî varlıklardan yükselen sözleri ve hükümleri işitmez olur; hakikati açıklayamayacağı için, dili konuşmaz olur, bilir ki hakkında konuşacağı varlık O’dur! Her an O’nun yeni yeni şanlarını seyretmekten hayrette olur! Ki Dünya’da da âhirette de böyledir.