Birincisi; cehennemin yüksek ısısındaki radyasyonun fotonlarının ışınsal yapıyı tahribinden doğmaktadır...
İkinci tür yanış ise; kişinin kafasına yerleşmiş, yanlış bilgi ve şartlanmaların oluşturduğu kabullerin, orada karşıt gerçekleriyle karşılaşmalarından meydana gelecektir!..
Bunun en başta gelen sebebi ise, kişideki “benlik” duygusu, sahiplik düşüncesi, hırs, tamah, kendini beden kabullenme ve bunun sonucu olarak sadece bedensel zevkler istikametinde hayvansı yaşam türü gibi sebepler...
Manevî yanma türüne bir örnek...
Herhangi bir nesnenin sahibi olduğunuzu düşünüyorsunuz ve o nesneyi yitirdiğiniz anda başlıyorsunuz yanmaya! Oysa, “Allâh verdi, Allâh aldı” deyip işi bitirebilseniz, “yanma” olayı bir anda sona erecek, ya da hiç olmayacak!..
Esasen cehennemdeki “yanma”ların kökeninde büyük ölçüde, toplumsal şartlandırmalar, bu şartlandırmaların oluşturduğu değer yargıları ve nihayet bunların tümünün meydana getirdiği duygular yatar!..
Hangi şey ya da konu için “ille de böyle olmalı” diyorsanız, sizi mutlaka bir yanma bekliyordur... Kaçınılmazdır!..
Çünkü, er ya da geç, bir gün o şey sizin istediğinizin dışındaki bir hâle dönüşecek; neticede siz de bundan dolayı yanacaksınız demektir!..
Kişilerin büyük çoğunluğu, Dünya’da yaşarken yanmaya başlar!.. Bir kısmının yanması da ölümle, yani biyolojik bedeni terk edişiyledir!.. Çünkü, sahibi olduğunu sandığı herşeyin elinden çıktığını, yitirildiğini bizzat yaşamaktadır!..
Yanma niçin “RAHMET”tir?..
Cennetlikler niçin cennete girmeden önce cehennemde yanarlar?..
Çünkü, yanmadıkları takdirde, üzerlerine yerleşmiş, şartlandırmalara dayanıp gerçekçi olmayan değer yargılarıyla, asla cennete giremezler de ondan!..
“Rahmet” onların yanmalarını sağlamaktadır!.. Yanarak arınmaktadırlar!.. Yanma, gerçeğe uygun olmayan düşünce ve duygulardan, şartlanmalara dayanan kabullenişlerden arınmayı sağlamaktadır!..
Kişiler yanlış kabulleniş duygu ve düşüncelerinin sonucu olarak; karşılaştıkları anlayışlarına, kabullerine ters düşen olaylar yüzünden azap duyarlar...
Şayet kişi, gerçeğe yönelmesini engelleyen “ama etraf ne der!” kavramını terk edebilirse; idrakı ve inancı istikametinde; gerçek hedef doğrultusunda yürüyebilirse, pek çok yanmalardan kurtulmuş olur...
İnsanın, özünü, hakikatini, gerçek yapısını ve boyutlarını idrak ettirip yaşatan “tasavvuf” ile “hâl”lenmesi ise, daha Dünya’da iken, tüm “yanma”lardan kurtulmasına vesile olur!..
İnsan, şayet cehennem olmasaydı, yanma olmasaydı, “arınma süreci” demek olan “yanma” ile karşılaşmasaydı; böyle bir “rahmet” kendisine ulaşmasaydı, mevcut hâliyle asla cennet yaşamına ulaşamazdı!..
Dolayısıyla “yanma”, tamamen, azaplardan arınma işlevini oluşturan bir “rahmet” mekanizmasıdır... Tıpkı, operatörün merhamet edip kangrenli bacağı kesmesi gibi!..
Zebânîlere gelince...
Bilelim ki, her ortamın kendine has canlı türleri vardır...
Her gezegenin ve yıldızın, kendine has canlı bilinçli birimleri var olduğu gibi; evrenin farklı boyutlarının oluşturduğu değişik katmanların dahi, farklı canlı türleri vardır; ve bütün bunlar hep bilinçli varlıklardır! İşte bunların hepsi birden Din terminolojisinde sadece “melek” kelimesiyle tanımlanmıştır...
Beyinlerimiz genel yapısı itibarıyla, sadece beş duyu dediğimiz “kesitsel algılama araçlarıyla” gelen verileri değerlendirmek için programlanmış olduğundan, algıladığımız kesitin dışında kalan boyutlardan ve bu boyut katmanına ait canlılarından habersiz yaşamaktayız!..
Oysa, gerçekte, bırakın başka gezegen ve yıldızlarda yaşayanları; “Cin” ismiyle işaret edilen ve her an beyinlerimizi etkilemeye çalışan aramızda yaşamakta olan canlı türlerinin dahi farkında değiliz!.. Nerede kaldı, başka gezegenler ya da yıldızdakiler!..
Her neyse!..
İşte, Güneş’in içinde yaşamını sürdürmekte olan canlılara, bilinçli varlıklara da Kur’ân-ı Kerîm’de “Zebânî” denilmiştir!..
Bunlar bir tür “melek”lerdir!.. “NÛR” yapılı olmaları; ve o ortam içinde meydana gelmeleri sebebiyle, diğer ortamlardan oraya girecek varlıklara GÖRE çok zor olan şartlara rağmen; içinde bulundukları şartlardan hiç etkilenmeden; tıpkı bizim yaşayamadığımız su ortamında balıkların yaşaması gibi; Güneş’in çok yüksek radyasyon ortamında doğal hayatlarını sürdürmektedirler...
Çok iri bedenleri ve dışarıdan o ortama gireceklere göre de, çok seri hareket kabiliyetleri mevcuttur!.. Balığın suyu yutup, suyu çıkarması gibi, onlar da “ateş” yerler ve “ateş” çıkartırlar!.. Oraya gidecek olan gerek insten gerek cinden tüm canlılarla top gibi oynarlar, “Aklınız olsaydı buraya düşmezdiniz, sizi uyaranlar gelmedi mi?” derler...
Biz, doğal ortamımızda, nasıl gücümüzün yettiğine hükmediyor, kuşu kafese koyuyor, hayvanları kendi anlayışımıza göre terbiye(!) ediyor; ayıların burnuna kanca takıp, “marifet öğretiyoruz” diye kızgın saç üzerinde zıplatıp, yürütüyorsak... “Zebânîler” de kendi doğal ortamlarına dışarıdan gelen varlıkları öylece “terbiye”(!) ederler!..
Ama o insanlar, ya da diğer canlılar bundan azap ve ıstırap duyarlarmış, elbette ki bu onların sorunu değildir!..
“Zebânî” denmesinin sebebi, “zebûn edici” olmalarıdır...