İstikbali kıble, Kâbetullâh’a yönelmedir... Derinliği itibarıyla ise; Özündeki Allâh’a yöneliştir ki; tüm özlerde mevcut olan O’dur!.. Hakiki fâile yöneliştir... “Yok” olan “benliğin”deki “gerçek vücud sahibini” hissediştir!..
Mutlak Gayb olan “ALLÂH” indînde “HİÇ”liğini fark ediştir!.. Ki böylece namaz başlar...
Gelelim namazın gerçekleşmesi için gerekli şartlara...
İftitah tekbirine... “ALLÂHU EKBER” diyebilmek şarttır namaza başlamak için!.. Şayet kişi, “Allâhu Ekber” diyebilirse; içinde bulunduğu Dünya’yı, galaksiyi, uzayın sonsuz büyüklüğünü ve milyar kere milyarlarca yıldızdan oluşmuş galaksiyi hissedebilir ve muhteşem sonsuzluk içinde kendi yerini düşünürse; sonra da o muhteşem sonsuzluğu Yaratan Yüce Zât’ın hafsalalar ötesi azamet ve kibriyâsını fark ederse... Namaza başlamış olur!..
İşte bu hâl, kişide “haşyet” duygusunu oluşturur ki, birçokları titrer ve kendinden geçer!.. “Benliği” bir anda eriyip gider; ve o yokluk içinde “Besmele” çekilip “Fâtiha” okunur ki; artık okuyan kendi olmaz!.. “ALLÂH KENDİSİNE HAMD EDER” o dilde!.. “Attığında sen atmadın, atan ALLÂH’tı” hükmünce!..
Bu “Mİ’RÂC” olan namaz hâli, kişiyi “vusta” olan “orta namaz” hâline, yani namazın “özüne” erdirmiştir!..
Varlığında “kaîm” olan “Kayyum”u müşahede eder... “Kıraat” kelâmın sahibinden gelir!..
Rükû, belden öne eğilmedir... “Okuyan” önünde, haşyet içinde boyun bükülür, bel kırılır... Tüm varlığın, “Okuyanın” hükmü altında varoluş görevlerini yerine getirmek suretiyle “kulluklarını” yerine getirdikleri tespit edilir!..
Bu eğilişe karşılık “Kıraat sahibi” dilinden seslenir;
“Semi Allâhu limen Hamideh”
“Hamd edenin hamdını Allâh algılamıştır”!..
Nasıl algılamaz ki, zaten söyleyen kendisiydi! Ama, bunu söyleyen dil, “kul”dadır!..
Ve rükûdan kalkılır;
“Lekel hamd!.. Kemâ yenbağıy licelâli vechike ve liazîmi sultanik!..”
“Hamd sana aittir!.. Vechinin celâlini ve saltanatının azametini hakkıyla değerlendirmekten âcizim!..” denir.
Bunu hisseden ve dile getiren Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a uyarak...
Ve bu acziyet ile “yokluğa” uzanılır; “secde” edilir!.. Bu “secde”de tüm varlığın vücudunun “ALLÂH” indînde “yok”luğu hissedilir ve müşahede edilir...
Secdeden kalkılır, oturulur ve bu oturuşta, secdede yaşanılan sonucu olarak şöyle denilir:
“Va’fuanna, vağfirlena, verhamna!”
“Acı bize; bağışla; merhametini ihsan et”...
Ve sonra ikinci defa “secde”ye gidilir...
Tüm varlığın “ALLÂH” indînde “yok”luğunu müşahede eden de bu defa “yok” olmuştur!.. “HİÇ”lik tahakkuk etmiştir!..
Secdeden kalkılıp, oturulur ve sesleniş yükselir:
“Et tahıyyatu lillâh, ves salâvatu vet tayyibat!..”
Cevap ise Rabbindendir, “özündeki Hakikat-i Muhammedî”ye hitaben:
“Es selâmu aleyke yâ eyyühen nebiyyü, ve rahmetullâhi, ve berekatuh!”
Selâm, dalga dalga yayılır “özündeki Hakikat-i Muhammedî”den “kulluk” görevini yerine getirmekte olan tüm “sâlih”lere... “benliğinden kurtulmak suretiyle tüm SALÂHA ermişlere”...
“SELÂM, üzerimize ve ‘kulluk’ ifa etmekte olanların içindeki tüm ‘sâlih’leredir!..”
Ve böylece, müşahedemizden anlatabileceğimiz kadarıyla “müminin mi’râcı” olan namaz gerçekleşir...
Şayet, bu yaşanılanlar, o kısa süreçten taşar, tüm zamanlara yayılırsa... İşte o vakit, bu “daimî namaz” adını alır; ve bu tâbirle, kişide yaşanılanın sürekli o müşahede hâli olduğuna işaret edilir... ALLÂH bu hâle hidâyet ede!..
Ancak, sırası gelmişken, burada çok önemli bir konuda uyarıda bulunmak istiyorum!
Kişi, namazı derinliği itibarıyla hangi mertebeden “ikame” ederse etsin; kesinlikle bedenen yapılan uygulamadan da geri kalmamalıdır...
Nasıl, benim yemeğim yenmiştir, deyip yemek yemeden duramıyorsak... Aynı şekilde, benim namazım kılınmıştır, gerekçesini de kabul edemeyiz...
Zira bedenen uygulanan namazın yeri ve getirileri ayrıdır; bilinç boyutunda yaşanan namazın getirileri ayrıdır... Hiçbiri, diğerinin yerini asla tutmaz!..
Unutmayalım ki, bu Dünya’da bir beden koşullarımız mevcuttur, bir de bilinç... Aynı tarzda, ölüm ötesindeki tüm aşamalarda da yine bir “beden” yapımız olacaktır, bir de “bilinç”...
Bizim bunlardan herhangi birini ihmâl etmemiz, aynen burada olduğu gibi, gelecekte de hatamızın neticelerine katlanma zorunluluğunu getirecektir...
“Ârifi Billâh” olmayanlar, yani “B” sırrıyla “OKU”yamayanlar, genellikle bâtının nûrlarıyla zâhirden perdelenirler!.. Yani, müşahede ettikleri sırların kendilerinde oluşturduğu mânâlarının bilinçlerini kapsaması sebebiyle, yaşanılan gerçekleri gözden kaçırırlar!..
İşte bu durumdakilerin yanlış davranışlara sapmamaları için, geçmişte yaşamış “öze ermişleri” örnek alıp, en azından onları taklit ederek yollarına devam etmeleri gerekir...
Ki böylece Allâh marifeti yolunda ilerlemelerine devam etsinler... Aksi takdirde, belli bir müşahedede kilitlenirler ve ötesindeki hayal bile edemedikleri sonsuz marifetten mahrum kalırlar!.. Bilmem böylece, “yukiymûnas salâte...”den anlatabildik mi bir şeyler..? Şimdi geldik gerisine...