Şimdi de;
“EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBİR EDER.” (32.Secde: 5)
Âyetindeki, “TEDBİR”in mânâsına gelelim;
Bakın Hamdi Yazır merhum “TEDBİR”i nasıl açıklıyor:
“TEDBİR, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tayin etmektir... Allâh Teâlâ’nın tedbiri ise, HİKMETİNE göre İRADE buyurmasıdır...
Şu hâlde burada “EMİR”, umurun tekili olarak “şein” mânâsınadır...
Yani, DÜNYANIN İŞİNİ MELÂİKE GİBİ SEMÂVÎ ESBAB VE KUVA İLE YUKARIDAN AŞAĞIYA İNDİRMEK SURETİYLE TEDBİR ve İDARE EDER..” (Cilt:6; Sayfa:3859)
Sanırım artık iş iyice şekillenmeye başladı...
Bakın, “…Yıldızlar da (yaydıkları dalgalarla) O’nun hükmünü yansıtarak hizmet verenlerdir...”
Peki ne iş yapıyorlar, görevleri ne?..
Boş yere, kuru kuruya gökte dönsünler, sadece süs olsunlar diye mi yaratılmış bu yıldızlar?..
“O Allâh ki, yedi semâ yarattı ve arzdan da onların bir mislini! Emir (hüküm - iş) onların ARALARINDAN sürekli - kesintisiz inzâl olur” âyetinin yorumunda bakın Hamdi YAZIR merhum ne diyor, “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ” isimli en kapsamlı ve değerli tefsirinde:
“Bizim anlayabileceğimize göre, bunun zâhirde seyyarelerden her biri kendi semâsı dahilinde bir arz (yeryüzü) gibidirler; ve ONLARDA DA ALLÂH’IN BİRTAKIM MAHLÛKATI VARDIR; demek oluyor!..” (Cilt:7; Sayfa:5078)
“Esahhı akval olan bu ihtimale göre, Arzımızın seyyarelerle, seyyarelerin arzımızla bir mücaneseti, ve semâlarla da bir mümaseleti bulunduğu neticesi alınır. Bundan da, arzımızın dahi bir seyyare ve seyyarelerin az çok arzımız gibi kendi âlemlerinde birer merkezi sıklet ve bazı mahlûkata mesken ve bazı eserlere menzil olan maddi ve laekalmeadin ve nebatı havi birer cirm oldukları sezilebilir...” (Cilt:7; Sayfa:5081)
Evet, artık baklayı dilimizin altından çıkarmanın sırası geldi herhâlde...
Lütfen gerçekçi olalım ve meseleyi, görmek istediğimiz gibi görme noktasından, gerçekçi ve objektif bir biçimde, olduğu gibi görme noktasına oturtalım...
“ALLÂH”, “SINIRSIZ vücüd” sahibi olduğu içindir ki; kendi varlığı, vücudu dışında başka bir varlık ve vücud sahibi yoktur...
Tüm isimlerle andığımız bütün varlıklar ve birimler, hep O’nun varlığı, vücudu ve isimlerinin mânâlarıyla kaîm ve daim ve harekette, bilinçte varlıklardır!..
Her birinin diğer birinden farkını, yapısını, terkibini oluşturan Allâh isimlerinin farklı oranlarla ortaya çıkışı oluşturmaktadır...
İşte bu yüzdendir ki; her birimde tasarruf eden, ve o birimle diğerlerini etkileyen, yönlendiren, biçimlendiren, yürüten, varediş gayesine göre hedefine ve hayrına erdiren hep ALLÂH’tır...
O’ndan gayrı “YARATAN”; O’ndan gayrı “RAB”; O’ndan gayrı “HÂDİY” (hidâyet eden); O’ndan gayrı “MEHDİ”; O’ndan gayrı “MUHYİ”, O’ndan gayrı “MUMİT”(ölümle dönüştüren) asla ve kesinlikle mevcut değildir!..
Ancak ne var ki, biz bu gerçeği bir türlü fark edemiyor, anlayamıyor ve dolayısıyla inkâr etme anlamına gelen bir tarzda olayları yorumluyoruz...
Ya, O’nu yüceltme tahayyülü ile, O’nu her şeyin ötesine, ötelerin ötesine, ARŞ’ın ötesine, kısacası hayalimizdeki en uzak öteye, noktaya oturtuyoruz!..
Ya da, gördüğümüz her pireyi-deveyi O yapıp; O’nu orada ortaya konulan mânâ ile kayıt altına alıp; her şeyi Allâh kabulleniyor; ve böylece geri planda “BİRİMSELLİĞİMİZİ ALLÂHLAŞTIRIYORUZ”!..
Ve yahut da, her birimizin varlığını, vücudunu ispat eder bir düşünce ile; sen, ben, o varız, varlıkta her şey mevcut; artı bir de O var!.. deyip; O’na “SINIR” getiriyoruz!.. Sonra da bu görüşe dayalı bir biçimde, O’nun bizlere, makro ya da mikro birimlere yaptırttıklarından dem vuruyoruz!..
Oysa, nasıl bir yazarın kafasında türlü senaryolar olur da, hepsi onun kafasından, onun özellikleri istikametinde oluşursa; ve buna rağmen de yazarın kişiliğinden, “oluşturduğu” kişiliktir diye söz edilemezse; benzer şekilde, her birimi ve tüm varlığı kendisinden ve kendisiyle meydana getiren “ALLÂH” da, o yarattıklarıyla sınırlanmaktan ve kayıt altına girmekten; ve onlar olmaktan berî ve ötedir!..
Tüm varlık isimleri altında ortaya çıkan kudret ve mânâ hep O’na aittir...
Tüm varlıklar ve oluşturdukları tasarruflar hep O’na aittir; ve onların her biriyle bir diğerini etkilemektedir!..
Ancak bütün bunlara rağmen de, ne mikro ne de makro plandaki hiçbir “şey” için Allâh’tır denemez!..
Fakat, oradaki “vücudu” da inkâr edilemez!
Bu yüzdendir ki Rasûlullâh (aleyhisselâm), şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara şükretmeyen, ALLÂH’a şükretmiş olmaz!..”
“Kesinlikle Allâh, yakîn ehliyle (ihsan sahibi {Allâh’a görüyormuşcasına yönelen}) elbette beraberdir! (Mâiyet sırrı.)” (29.Ankebût: 69)
Âyetinde işaret edilen bir biçimde, “ihsan edende veren Hak’tır”!..
Tasavvuftaki “Mâiyet sırrı” da budur işte!..
Ve sen, o ihsan edeni görüp de şükretmezsen; artık sadece, hayalinde “tasavvurun olan tanrına” şükretmiş olursun; ki bu da gerçek ihsan ediciye şükretmemiş olman sonucunu doğurur...
İşte eğer bunu anladıysak, şimdi yukarıdaki âyetlerde işaret edilen mânâyı kolaylıkla kavrayıp, sistemi de çözmüş, yani “OKU”muş olacağız...