Niçin Kan Pıhtısı?
Peki burada akla gelebilecek şu soru vardır:
“Yukarıdaki âyetler, okumaktan ve okuyabilmek için özüne bahşedilmiş ilim ve kudretten, özelliklerden söz etmektedir... İş bu durumda iken, insanın “kan pıhtısından” yaratılmasının yeri bu konunun içinde nedir?”
Bunu da izah edelim:
Şayet dikkat edersek, birinci bölümde, insanın “Rabbanî isimler terkibi” olarak mânâ boyutundaki varoluşundan söz edilirken; ikinci bölümde ise, “ALAK” kelimesiyle, “genetik verilerle bu kemâlâtın insandan insana naklinden ve bu yolla her insandaki mevcudiyetinden” bahsolmaktadır!
“ALAK” kelimesi, genelde hep “pıhtılaşmış kan” diye çevrilmesine karşın, günümüzde “tüm genetik verileri kendinde toplamış gelişme düzeyindeki hücre grubu” olarak değerlendirilmelidir... Zira önemli olan, o kelimenin işaret ettiği yapının kapsadığı anlamdır!
Eğer yukarıdaki âyetleri bu değerlendirilişle ele alacak olursak, bu ilk nâzil olan beş âyeti şu şekilde mânâlandırabiliriz:
− Oku! Rabbin ismiyle işaret edilen anlamlar, mânâ boyutunda yapını teşkil ederek halkoldun... Ve bu mânâ boyutundaki kemâlât, genetik intikâl ile sana da ulaşmıştır!
Oku!.. Rabbin Ekremdir, yani sonsuz mânâ zenginliğine sahiptir; ki o sebeple kozmik kalemle beynine o mânâları yazmıştır... İnsanın bilmediklerini, yapısında ortaya çıkartmıştır...
Şimdi burada şu akla gelebilir:
“Allemel” kelimesini tefsirler hep “talim etme”, “bildirme”, “öğretme” diye çevirirken, nasıl oluyor da siz bunu “yapıyı programlama”, “yapıda ortaya çıkartma” diye anlıyorsunuz?
Gayet basit... Hemen şu âyeti hatırlayalım...
“Alleme Adem el esmâe külleha...” (2.Bakara: 31)
Bu Âdem’in ilk varoluş safhasını anlatmakta olan bir âyettir ki, daha bu safhada Âdem bilinçlenmemiştir... Bu isimlerin “TALİM EDİLMESİ”nden, yani “Allâh isimlerinin” mânâlarının onda açığa çıkacak şekilde yaratılmasından sonradır ki Âdem’de şuur meydana gelmiştir!..
Yani, Âdem’i “şuurlu bir varlık” hâline getiren gerçek, ana ve tek faktör, yapısında ortaya çıkan Esmâ ül Hüsnâ diye bildiğimiz Allâh isimlerinin mânâlarıdır ki, bunlar ona henüz yaratılışı safhasında bağışlanmış; ve bu bağış sonucu, bu “TALİM EDİŞ” sonucu Âdem “şuurlu bir varlık” yani “Nefsi nâtık” olarak yeryüzünde yaşamına başlamıştır...
İşte bu sebeple Cibrîl (ya da Cebrâil) Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’a sanki şöyle demektedir:
− Sen Rabbinin Esmâsıyla (Allâh isimlerinin mânâlarıyla) meydana gelmiş bir birim olarak halkolan İNSAN türündensin.
Bu Esmâ kemâlâtı genetik yoldan sana intikâl etmiştir.
Beyninde bu mânâları anlayacak, YAŞAMI, SİSTEMİ, ALLÂH NİZAMINI, DÜZENİNİ “OKU”yacak güç ve özellik mevcuttur...
İşte bu sebeple “OKU”!.. Senin bilmediklerini bildirecek bütün isimlerin mânâları sana talim edilmiş, yani beyninde programlanmıştır.
Ve bu programlama KOZMİK KALEM ile, yani MELEKÎ GÜÇ tarafından beynine yazılmıştır... Bu yazgı sonucudur ki, artık bilmediklerini bilebilir; “OKU”yamadıklarını “OKU”yabilirsin!
Cibrîl isimli “NÛR” yapılı varlığın Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın beynine yolladığı “NÛRLAR”; ya da günümüz anlatımıyla; Cibrîl isimli “ışınsal” varlığın, Rasûlullâh’ın beynine yolladığı ışınsal impuls, O’nda büyük bir “SIKIŞMA” duygusu oluşturmuş, ve bu olay sonunda beyinde açılan ek kapasite ile de “Nebilik kemâlâtı” kendisinde açığa çıkmıştır...
Dikkat buyrula... Açığa çıkmıştır, diyoruz; o anda oluşmuştur, demiyoruz!..
Çünkü, kişi doğuştan o istidada sahip değilse, sonradan gelen tesirler “Nebilik” kapasitesini meydana getiremez... Sonradan yapılan çalışmalar ve elde edilen özellikler kişide ancak “velâyet” kemâlâtının ortaya çıkmasına yol açabilir...
Şimdi bu âyeti anlamaya çalışırken üzerinde dikkatle durmamız gereken bir başka önemli husus daha var...
“OKU”mak hangi seviyeden ya da mertebeden olacaktır?..
Diyeceksiniz ki, bu soru da nereden çıktı!..
Yukarıdaki âyette geçen “BismiRAB” kelimesi, ister istemez dikkatlerimizi bu noktaya çekiyor da ondan!
Görüldüğü üzere, âyeti kerîmede “BismiLLÂH” ya da “BismirRAHMÂN” değil, “BismiRAB” denilmiştir...
Kur’ân-ı Kerîm, “HAKİYM” olan “ALLÂH KELÂMI” olduğuna göre, metin içindeki her kelime elbette ki bir hikmete, işaret edilmek istenen mânâya uygun olarak cümleler içinde yeralmıştır...
Ancak ne var ki, üzülerek ifade etmek zorundayım, birçok Kur’ân tercümesi veya meâli yazan kişi tarafından bu inceliğe dikkat edilmemiş ve orijinal kelimeler, bu meâl veya tercümelerde orijinalindeki anlamı vermeyen, başka anlamlı kelimelerle, veriliş gayesi örtülerek dilimize çevrilmiştir...
Bunun en açık örneklerinden biri de aşağıdaki âyettir:
“Va’bud rabbeke hatta ye’tiyekel YAKIYN!..”
“Kulluk et RABBİNE, YAKÎN gelene kadar!..” (15.Hicr: 99)
Şayet, çeşitli meâl ya da tercümelere bakacak olursanız…
“YAKIYN” kelimesinin hep “ÖLÜM” olarak dilimize çevrilmiş olduğunu görürsünüz... Hâlbuki, Cenâb-ı Hak dileseydi ve burada hasseten “ölüm”ü kastetseydi, “yakıyn” yerine “mevt” kelimesini kullanırdı... Ki zaten pek çok yerde “ölüm” kelimesinin karşılığı olarak Kur’ân-ı Kerîm’de “mevt” kelimesi kullanılmıştır...
“Mevt” kelimesinin dilimizdeki karşılığı “ölüm”dür!..
Oysa “ÖLÜM”, “YAKIYN”[1] türlerinden sadece biridir…
Şayet biz gerçekten Kur’ân-ı Kerîm’i iyi anlamak ve O’ndaki derin mânâlara vâkıf olmak istiyorsak, kesinlikle âyetlerin içinde yer alan kelimeleri ve bunların niçin o âyet içinde tercih edilmiş olduklarını iyi değerlendirmeliyiz...
Evet...Bu uyarıyı yaptıktan sonra, şimdi gelelim yukarıda bahsettiğimiz “BismiRAB” konusuna...
[1] “YAKIYN”in mânâsı hakkında, Abdulkâdir Geylânî Hazretleri’nin yazmış olduğu “RİSÂLE-İ GAVSİYE” adlı eserin, yapmış olduğumuz “GAVSİYE AÇIKLAMASI” isimli çeviri ve açıklamasında geniş bilgi bulabilirsiniz...