Cennet ve Cehenneme Dair
Eğer burası böylece anlaşıldıysa, şimdi ikinci bir noktaya gelelim...
Varlık tümüyle ilâhî isimlerin mânâlarından ibaret olduğuna göre “Cennet” ve “Cehennem” nasıl vardır?
Bunu anlamak için Dünya’yı anlamak lazım… Eğer Dünya’nın varlığını anlamadıysak,cennetin ve cehennemin varlığını da aynı şekilde anlamamıza imkân yoktur...
Dünya, hakikati yönüyle nasıl oluşmuştur? Dünya, sayısız ilâhî isimlerin mânâlarının kuvveden fiile dönüşmüş hâlinin adı değil midir?
“İnsan”, çeşitli ilâhî isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıkışına verilen ad oluyor da, Dünya bunun dışında başka bir şey mi?.. Hayır!..
“Dünya” kelimesiyle kastedilen mânâ, nasıl ki çeşitli sayısız ilâhî isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıkışına verilen ad ise, aynı şekilde “Âhiret” diye bahsedilen;“Cennet” ve “Cehennem” diye bildirilen âlemler de çeşitli ilâhî isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıkışından başka bir şey değildir!..
Öyle ise,cennet veya cehennemi inkâr eden kâfir olur!.. Yani, Allâh’ı inkâr etmiş olur!.. İster Dünya hayatı olsun, ister cennet ve cehennem hayatı olsun; bunların tümü de ilâhî isimlerin mânâlarının, kuvveden fiile çıkış hâlinden başka bir şey değildir!..
Bu durumda, kişi ister cenneti inkâr etsin, ister cehennemi inkâr etsin; ister kabir hayatını inkâr etsin; ister melekleri inkâr etsin; ister zebânîleri inkâr etsin; ister cinleri inkâr etsin; ister iblisi inkâr etsin veya bu isimler gibi daha başka nice isimlerin mânâlarını inkâr etsin; her neyi inkâr ederse, hiç farkında olmadan çeşitli ilâhî isimlerin varlığını inkâr etmiş olur; ve böylece de Allâh’ı inkâr etmiş olur!..
Kısacası inkâr; Allâh’tan gafletten, Allâh’tan perdelenmekten, cahillikten başka bir şey değildir... Her inkâr eden de, inkâr ettiği şeyle perdelenmenin azabını duyacaktır ister istemez!..
Daha evvelki sohbetlerimizin birinde, “Din, hakikatin zâhire çıkması hâline verilen isimdir” dedik. İlâhî hükümlerin; hakikatin gereği ve zarureti olan hükümler olduğunu ifade ettik... Dedik ki;
“Kim ilâhî hükümlerden bir hükmü veya Rasûlullâh’ın bildirdiği hükümlerden bir hükmü reddederse, o reddettiği hükümle, hakikati reddetmiş olur!..”
Öyleyse “hakikat” denilen şey, ilâhî hükümlerden tebliğ edilenlerden ayrı bir şey olmadığı gibi; “hakikat” de “zâhir” denilen şeyin ta kendisi olup; aynı şekilde Dünya’nın ve yaşanılan fiiller âleminin ta kendisidir!.. Yani “Hakikat”,hakikat mertebesinde mevcuttur değil; “Hakikat”,Esmâ ve Efâl mertebesinde de aynen mevcuttur!.. Ancak müşahede edenin perdeli olması hâli dolayısıyladır ki; hakikat, Efâl mertebesinde müşahede edilemez!
Önce kelimeler, sonra şartlanmalar ve nihayet “var sandığın varlığınla” sen, hakikati müşahededen perdelenirsin!.. Bu perdelenişinin altında da senin “zannın” yatmaktadır ki; zan hakikatten bir şey ifade etmez!..
Hakikati “zannında” aramayacaksın; hakikati, ilâhî hükümler istikametinde arayacaksın!..
Ancak, bu şekilde, hakikati müşahede edenlerden olursun! Çünkü Kurân’da birçok yerde;
“Oysa bu hususta onların bir ilmi (delilleri) yoktur... Onlar ancak zanna uyuyorlar! Muhakkak ki zan, gerçeği yansıtmaz!” (53.Necm: 28) hükmü vardır.
Kesinlikle bilelim ki, her şeyin ve bütün ilimlerin başı, “Allâh” isminin işaret ettiği kavramı idrak etmektir... Ancak bundan sonra “NEFS”in ne olduğunu fark ederiz.