Gerçekte küllî ve cüz’i irade diye, iki ayrı irade yoktur!
İrade, tek bir iradedir!..
Terkibe bağlanan iradeye, “Cüz’i İrade”; Allâh’a bağlanan iradeye de “Küllî İrade” denir!..
Terkibiyetin hükmüyle yaşadığın sürece, cüz’i irade diye tanımlanan ve sana ait kabul edilen bir iraden söz konusudur!..
Fakat, belli tatbikatlarla, tabiatına ters düşen fiilleri ortaya koyarak tabiatının sınırlarını aşıp, terkibinin sınırlarını genişletirsen, bu defa senden ilâhî irade sâdır olur; ve senin herhangi bir şeyin olmasını istemen yolundaki isteğin, ilâhî güçler tarafından yerine getirilir!.. Böylece, senden çıkan iradeye, şu anda “İrade-i küll tecelli etti” dedikleri bir biçimde, izafeten “küllî irade” adı verilir.
Netice itibarıyla, senin terkibiyetin hükmü, “Kader”; terkibiyetinin hükmünün oluşmasını sağlayan araç, “Levhi Mahfuzun”.
“Levhi Mahfuz” denilen hıfzedilmiş, korunmuş, varlığı muhafaza edilerek sürdürülen, yazılmış varlık dedikleri, burçlar ve yıldızlar sistemi; bunların etkisiyle senin oluşman kademeleri de ayânı sâbiten ve levhi mahfuzundur.
Levhi mahfuzun, bir minyatürüyle senin beynindir; küllî mânâda da burçlar ve yıldızlardır!
Ayânı sâbiten, beyninin 120. günde aldığı tesirdir. 120. günde aldığın tesir, senin tespit edilmiş ayânındır; yani senin tespit edilmiş geleceğindir! Sen bu tespit edilmiş kişiliğe ulaşacaksındır!..
Netice itibarıyla, levhi mahfuzun hükümleri değişebilir; ayânı sâbite değişmez! Niçin değişmez?
Çünkü, beyinde meydana getirdiği tesirler sâbitleşmiştir!.. Sâbitleşmiş, tespit olunmuş, artık değişmez hâle gelmiştir.
Senin levhi mahfuzun değişir. Levhi mahfuzunun değişmesi iki mânâda olabilir.
Birinci mânâdaki levhi mahfuzun değişmesi, yıldız tesirlerinin değişmesidir.
İkinci mânâdaki levhi mahfuzun değişmesi, beyindeki belli değişikliklerin; yeni devrelerin faaliyete girmesiyle, o kişinin aldığı tesirlerin değişmesidir.
İki yönlü, levhi mahfuzun değişmesi söz konusudur.
Levhi mahfuzun birinci yönünden değişmesi, vazifeli velîler dediğimiz, tasarruf sahibi kişiler tarafındandır. Belli tesirler güçlendirilir veya zayıflatılır veya yönlendirilir, böylece olaylar etkilenir!..
İkinci mânâdaki levhi mahfuzun değişmesi ise, kişinin tabiatını terk yolunda yaptığı fiillerle, terkibinin değişmesi; bu da beyindeki belli değişik devrelerin faaliyete geçmesi veya faaliyet hızının durdurulması yoluyla oluşur ve böylece de levhi mahfuzu değişmiş olur.
Âyette;
“Arzda (bedeninizde - dış dünyanızda) ve nefslerinizde (iç dünyanızda) size isâbet eden hiçbir musîbet yoktur ki, bizim onu yaratmamızdan önce, bir kitapta (ilim boyutunda oluşmuş) olmasın! Muhakkak ki bu Allâh üzerine çok kolaydır! (57.Hadiyd: 22)
Buradaki “siz”den kasıt, terkip hükmüyle var olan, “insan” ismiyle anılan izafî varlıktır!.. “İnsan” ismiyle anılan izafî varlığın karşılaşacağı olaylar, başına gelecek şeyler; onun tabiatı dolayısıyla “musîbet” diye adlandırdığı nesneler, “levhi mahfuz” adıyla anılan “ilâhî kitapta”; yani bizim bugünkü deyişimizle, burçlar, yıldızlar âleminde meydana getirilmiştir.
Bu tesirler, her bir birimin kendi terkibiyeti istikametinde onda belli olayları meydana getirecek; bunlar belli kazançlar, hâsılalar veya belli musîbetler şeklinde ortaya çıkacaktır!..
Terkip yani insan, bu kaderin hükmü altındadır!.. Fakat terkibin, hakiki “Benliğin” ve “Zâtı” itibarıyla, hükmü altında olduğu kaderi meydana getiren olduğu da aşikârdır!..
İsimler yönüyle, terkibiyeti dolayısıyla kaderin hükmü altında olan bu varlık; Sıfat mertebesi ve Zâtı itibarıyla, yani “Hakiki benliği ve Zâtı” itibarıyla bu kaderi meydana getirendir!..
“Kim (dünyevî - dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının kendi hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur!” (43.Zuhruf: 36)
Âyetiyle de kendi hakiki benliğinden, yani sıfat mertebesindeki benliğinin idrakından, yaşamından, ilminden yüz çevirip; vehminden doğan bir şekilde, kendini bir kişi olarak kabulü neticesindeki yaşantısı, onun “şeytana tâbi olarak Rahmân’a yüz çevirmesinden” başka bir şey değildir!..
Kendini bir Atasay, bir Cemile olarak kabulü, Rahmân’ın zikrinden yüz çevirmesi demektir. Ki bu da şeytana tâbi olmanın, fiil düzeyindeki ortaya çıkışıdır. Zira “Rahmân”, Sıfat mertebesinin, kişinin kendini hakikatiyle bilişin adıdır.
İlâhî isimlerin mânâlarının, salt mânâ grupları hâlinde, bir isimler mertebesinde, ayrı ayrı mânâlar şeklinde müşahede edileceğini sananlar aldanmaktadırlar!..
Bu isimlerin mânâları, Efâl mertebesinde, mânâ terkipleri içinde, belli mânâlar şeklinde müşahede edilir!.. Ve bu mânâlar neticesinde de, bu mânâların varlığında mevcut olduğu idrak edilir!.. Yoksa bunun dışında, ayrı ayrı salt mânâların varlığını kabullenmek her ne kadar câiz ise de, böyle bir şey söz konusu değildir!
Çünkü ayrı ayrı mânâlar ve bu ayrı ayrı mânâların varlıkları ve bu varlıklardan müteşekkil bir varlık, asla söz konusu değildir!..
Mutlak varlık tecezzî kabul etmez!..
Cüzlere bölünme diye bir şey söz konusu değildir!..
Cüzlere bölünmeyişi itibarıyla, yani “Ahad” oluşu dolayısıyla; Vâhidiyeti itibarıyla, bu “Vâhid” olana çeşitli mânâlar tevcih edilir.
Bu “Vâhid” olan, “sen”den de çeşitli mânâları müşahede eder, ama bu mânâların ayrı ayrı mânâlar olarak grup teşkilleri söz konusu değildir. Bu mânâlar ancak Efâl mertebesi dediğimiz mertebe ile müşahede edilir!.. Bu Efâl mertebesinde seyredilen mânâlar, Esmâ mertebesine yol gösterir.
Efâl mertebesinin ötesinde, ayrıca bir Esmâ mertebesi ve bu Esmâ mertebesinde var olan ayrı ayrı mânâlar, mânâ kütleleri söz konusu değildir!