İkinci olan Esmâ mertebesinin bilinmesi; “mubdî marifet” olarak anlatılmıştır. Yani isimlerin oluşturmasıyla var olan terkipsel mânâlar ve bu mânâların oluşumu; bunu ibdâ yoluyla bilmek, mânâsıyla anlatılır...
Nihayet üçüncü olarak bunların neticesinde “Mûtu kable en temûtu” ile Allâh’a vâsıl olma durumu hâsıl olur!
Evvela “Mûtu kable en temûtu” olup da ondan sonra “men arefe” olmaz!.. Hiçbir zaman bu mümkün değildir. Muhaldir!..
Evvela Rabbine vâsıl olacaksın; ondan sonra ilâhî emirlerin mânâlarının müşahedesi oluşacak, Esmâ mertebesine ulaşacaksın, bunun neticesinde “Melikiyet”in ne olduğunu müşahede edeceksin…
Bundan sonra,“Melikiyet” müşahedesinin neticesinde, isimlerin kaydından berî olup; isimlere bürünme hâlinin gerçekleşmesi için “mûtu kable en temûtu” hâli hâsıl olacak…
Bu da “Allâh’a vâsıl olma”nın bir diğer ifade ve izahı...
Aynı şekilde bunu “yakîn”le de bağdaştıralım.
Birincisi “İlm-el yakîn”dir... Nefsini bilen Rabbini bilir...
“Mubdî marifet”; “Ayn-el yakîn”e işaret eder.
“Mûtu kable en temûtu” da, “Hakk-el yakîn”e işarettir, “Hakk-el yakîn”in nasıl oluşacağını gösterir...
“Hakk-el yakîn” sahibi velîlerin de Dünya üzerinde çok çok az sayılı, mahdut kişiler olduğunu düşünürsek; hemencecik ortaya çıkıp, “Ben artık bu isimlerin kaydından kurtuldum, bu isimlere bürünme durumuna girdim” diye söz etmeyiz.
“İsimlerin mânâlarına bürünme” dediğimiz hâl, ancak Hakk-el yakîn sahiplerine ait olan bir hâldir. Mubdî marifet; “İnsan-ı Kâmil”de isimlerin hakkını vermek, isimlerle tahakkuk etmek,diye anlatılır.“Ölmeden önce ölmek” ile hâsıl olan “yakîn”de, Allâh’a kulluk etmek vardır!.. Varlığın yönünden, “Allâh’a kulluk” etmek vardır... Esmâ yönünden değil.
Kişinin nefsanî tabiatından yani terkibinin meydana getirdiği tabiatından kurtulmanın zarureti ve kurtulmamanın cehennemini meydana getireceği hususunda, “İnsan-ı Kâmil”de Sûret-i Muhammedîye bahsinde şöyle bir kayıt var... Abdülkerîm el Ciylî Hazretleri şöyle anlatıyor;
“Dünya hayatındaki nefsanî tabiat, anlatılan şu duruma benzer. Bir kimse Hakk’ın cezbesine kapılır; mücahede ve riyâzatla tezkiye yolunu tutursa, cehennem ateşi diye anlatılan durum, bu kimsenin hâline uyar. Bu mücahede ve riyâzatla, ‘Nefsanî tabiat yok olup gitti’ dersen, doğru söylemiş olursun. ‘O, ilâhî nûrların tezkiyesi altında kapalıdır’ dersen, bu sözünde de sâdık olursun.”
Niye?.. Çünkü o mücahede ve riyâzat denen şey, senin belli fiilleri ortaya koymandır... Bu fiilleri ortaya koyarken, bu fiilleri ortaya getiren isimlerin mânâları sende aşikâre çıkıyor.
Onlar kapalı kalmıştı, o mânâları kullanmıyordun. Terkibin ilk oluşması hasebiyle, o kapalı kalan isimleri ortaya çıkarmak, ancak bu “mücahede ve riyâzat” adı verilen belli fiilleri ortaya koymakla mümkün olur!.. Aksi takdirde o isimler, mutlak olarak sende kuvvede kalır... Kapalı kalışı, sende “tabiat” dediğimiz oluşumdur! Bunun neticesi de “cehennem” denen tabii gelişmelerdir...
Ancak, nefsanî tabiat yok oldu gitti deme de, ilâhî nûrların tezkiyesi altında, o tabiatın sende kapalı kaldı de!..
Sende belli fiiller neticesinde belli isimler ortaya çıktı mı, çıktı!.. O isimler ortaya çıktığı anda, o terkibin tabiatını meydana getiren diğer isimler, yok mu oldu?.. Hayır! Onlar yine var!..
Gene var, ama bu yeni çıkan isimlerin ağırlığı dolayısıyla, onların artık eski ağırlığı ile hükmü geçmez oldu; yani, o oluşu meydana getiremiyorlar, yeni çıkan isimlerin ağırlığı sebebiyle!.. Hatta buna, isimler yönünden bakarak, yeni fiillerle ortaya çıkarttığın belli isimlerin mânâlarının aşikâre çıkışı dolayısıyla, diğer isimler örtülü kaldı diyebilirsin; veyahut da Efâl düzeyinden bakarak tabiatını yok edip, alışkanlığını kaldırdı da diyebilirsin!..
Birisi, Efâl mertebesi düzeyinden tarif ediştir; diğeri Esmâ mertebesi düzeyinden tarif ediştir!..
Neticede tabiatı oluşturan isimler, hiçbir zaman yok olmaz, kalkmaz!..
Ancak, diğer isimlerin mânâlarının aşikâr oluşu; o isimlerin dengelenişine, hükmünü artık icra edemez hâle gelişine ve senin terkip hükmünün değişmesine yol açmış olur...
Buna, “ilâhî nûrların aşikâre çıkışı” da denilebilir!..
Mücahede ve riyâzatlar, bunlar benzeri meşakkat yollu işlere gelince…
Bir şeyin meşakkat olması, sana güç gelmesi, eziyet vermesi; senin tabiatına ters düşmesi dolayısıyladır... Rahatım dediğin şey, senin tabiatının gereğinin yerine gelmesidir... Rahatını bozan, sana güçlük, eziyet, sıkıntı veren şeyler de tabiatına ters gelmesi dolayısıyladır.
İşte bu gibi güç gelen işler, cehennem ehlinin, cehennem günü uğrayacağı şiddet ve azap yerine geçer! Ayrıca âhirette azabın çeşitli oluşundan dolayı; fazlası noksanıyla burada yapılacak zikir, riyâzat, mücahede ve nefse muhalefet gibi çeşitli çalışmalar gerekir.
Ancak tabii nefse yani terkibinin oluşturduğu tabiatına tam mânâsı ile yüklenmedikten sonra, nefsanî tabiatın tezkiyesi zâhir olmaz!.. Çok çok yorulmak lazım!.. Yani bir konuda büyük gayret sarfedeceksin!..
Her an şuurlu olacaksın!.. Her an yaptığın işin, tabii terkibinin sonucu olduğunu müşahede edip, onun aksine olan bir fiili meydana getireceksin… Alışkanlığından dolayı bir iş yapmayacaksın!.. Meleke kesbetmiş olmandan dolayı veya tabii terkibinin gereği olarak yapmayacaksın!.. Burada, elbette ki, nefse çok çok yüklenmek gerekiyor...
Tabii, hevâya uymayan arzular özünde yerleşmeyen için, böyle bir durum yok!.. Yani şiddetli bir mücahede ve riyâzat yok!..
Yani, bir şey sende ne kadar çok yerleşmişse, onun atılması için de o kadar çok güç, gayret sarfetmek gerek!.. Ama o şey, senin içine o kadar çok yerleşmediyse, atılması için de o kadar çok gayret sarfetmeye gerek yok!.. Az bir şeyle, o derhâl çıkar gider... İşte bu kişinin durumu da, azap görüp cennete çıkarılan, cehennemden kurtarılan kişiye benzer!..
Kimi cehennemde daha çok yanıp gidecek, kimi az yanıp gidecek!..
Sende ne kadar oturmuş alışkanlıklar, ne kadar gelişmiş bir tabiat varsa, senin azabın o kadar kuvvetli!..
Adam “SİGARA”ya öylesine alışmış ki, bırakamıyor!.. Serseme dönüyor, bırakmaya kalksa; bunun azabı elbette daha çok olacak, karşı mücadele de!.. Burada yapmazsa, öbür tarafta ister istemez bu oluşacak!.. Ya da yeme-içmeye, sekse düşkünlük... Ne kadar düşkünsen o kadar azabın olur!..
Zikir, devamlı mücahede, riyâzat ve muhalefetle zâhir olup giden bu işler ancak, “Allâh ehli” olan kişilerin hazzıdır...
“Rab kulu” değil “Allâh kulu” olan, Allâh ehli olan kişiler, bunlardan ancak haz duyar...
Birimsellikten uzaklaştırıcı olarak yaptığı her bir fiille, Allâh’a yaklaştığını müşahede eder ve onları yapmaktan zevk duyar!..
Mücahededen, riyâzattan, zikirden, nefse muhalefetten zevk alır!..
Bu zevk, Allâh’a yaklaşmanın, Allâh’ı müşahedenin verdiği bir zevktir... Ama bu zevki alamıyorsa, o nefsinin hakikati olan “Rabbinin kulu”dur.
Nitekim, şu âyetle de işaret var:
“Sizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur! Bu Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.” (19.Meryem: 71)
Herkes, doğuşu, oluşumu, belli bir yaşa gelişi itibarıyla bedenî tabiatına sahip olur... Terkip itibarıyla!.. Dolayısıyla bu hâle geliş, cehennem azabına giriş noktasıdır!.. Eğer bu hâlden; Dünya’da iken çıkarsa, Dünya’da iken cehennemden azât olmuş olur!..