İmam Gazâli’de ve Abdulkâdir Geylânî’de Vahdet
Vahdet-i vücud görüşünü Muhyiddini Arabî ortaya atmıştır, Onun icat ettiği bir görüştür, diyor birçok tasavvufu derinlemesine bilmeyen kişi, etraftan duyduklarıyla!.. Oysa, Vahdet-i vücud, Muhyiddini Arabî’den çok önceye dayanır...
Cahil olan birçok kişinin, zâhir âlimi olarak bildiği İmam Gazâli, gerçekte hem zâhir, hem de bâtın ilmi yönünden birçok gerçeklere vâkıf olmuş bir Zâttır!..
İmam Gazâli, “Mişkâtül Envâr” isimli bir eser yazmıştır.
“Mişkâtül Envâr” yani “Nurlar Feneri” isimli kitabı 1966 yılında Bedir Yayınevi tarafından neşredilmiştir. Süleyman Ateş isimli zâtın tercüme ettiği eserden, İmam Gazâli’nin bazı cümlelerini size nakledelim, siz de İmam Gazâli’nin, vahdet konusunda neler düşündüğünü böylece görün.
İmam Gazâli bakın bu kitabında ne diyor:
“Gerçek varlık, Allâhû Teâlâ’dır. Ârifler, buradan, mecaz çukurundan, hakikatin zirvesine yükselir, mi’râclarını tamamlar, açık bir müşahede ile görürler ki, varlıkta Allâh’tan başka bir şey yoktur.
O hâlde, mevcut olan yalnız Allâh’ın Vechi’dir. Bu takdirde, Allâh’tan ve O’nun Vechi’nden başka mevcut yoktur.
Bunların, Allâh’ın “Bugün mülk kimindir?.. Tek ve kahredici olan Allâh’ın” hitabını işitmeleri için kıyametin kopmasına lüzum yoktur.
O hâlde, mevcut olan yalnız O’nun Vechi’dir!..
Ârifler, gerçeklik semâsına çıktıktan sonra, Tek Gerçekten başka bir varlık görmediklerinde ittifak etmişlerdir.
Şu var ki; bunların bazıları bu hakikati, ilm-u irfanla bulmuş; kimi bunu bir zevk ve hâl olarak yaşamış; çokluk kavramı onlardan tamamen gitmiş, sırf TEK’liğe dalarak mest olmuşlar.
O hâl içinde akılları zâil olmuş, o zevk içersinde sanki bayılmışlar, artık kendileri de dahil herşey yokluğa dönmüş, Allâh’tan başka hiçbir şey kalmamış!..
Öyle sarhoş olmuşlar ki, akıllarının otoritesi hükmü aşağı düşmüş, bazıları, “Enel Hak!..”; bazıları, “Subhani maazami şâni” = “Subhanım, şânım ne kadar yücedir” demiş.
Bir diğeri ise, “Ma fiy cübbeti sivAllâh = Cübbemin içinde Allâh’tan gayrısı yoktur” demiştir!..
Tek olan Allâh’tır. O’nun ortağı yoktur.
Bütün diğer nûrlar O’ndan istiaredir. Hakiki olan yalnız, O’nun nûrudur. Hepsi O’nun “Nûr”undandır... Belki, hepsi O’dur!..
Doğrusu, var olan O’dur!.. Gayrın varlığı, ancak mecaz yolu iledir. Her şeyin vechi, O’na yönelmiştir. Ne zaman bir işaret etsek, hakikatte bu iş, O’nadır. Varlıkta olan her şeyin, O’na nispeti, görünüştedir. Gerçekte kendisinden ibarettir.
Kesret kalkınca, Bir’lik gerçekleşir!.. İzafet bâtıl olur, işaret kalkar!.. Yüksek, alçak, inen, çıkan kalmaz. Terakki muhal olur, urûc muhal olur!.. Âlâ’nın ötesinde, Uluv yoktur!..
Vahdetle beraber kesret yoktur!..
Kesretin kalkması ile, urûc da kalkar!..
Eğer, bir hâlden diğer bir hâle değişme olursa bu urûc ile değil, dünya semâsına inmekle, yani yüksekten, alçağa doğmak sureti ile olur.
Bunu bilen bilir, bilmeyen inkâr eder!..
Bu ilim ancak, Allâh’ı bilenlere verilmiş olan hususi mahiyetteki gizli bir ilimdir.
Onlar bunları söyledikleri zaman, Allâh’a karşı mağrur olanlardan başkası inkâra kalkmaz...
Basîret sahipleri, gördükleri her “şey”de Allâh’ı beraber gördüler. Bir kısmı, bundan da ileri gitti:
“Hiçbir şey görmedim ki, ondan önce Allâh’ı görmüş olmayayım”... dedi.
Ehlullâh’tan kimi, eşya’yı O’nunla görür; kimi de eşya’yı görür, O’nu da eşya ile görür.
O, kendisinden meydana gelen hiçbir “şey”den ayrılmaz... O, şey ile beraberdir!..
Şehâdet âlemi, Melekût âlemine yükselme yeridir. O hâlde, Sırat-ı Müstakim’e girmek, bu terakkiden ibarettir...”
Diyor İmam Gazâli, “Mişkâtül Envâr” isimli bu eserinin 41. sayfasında... Bütün bunları bilenin, Din’in emrettiği hususlarda lakayt olmaması önemine de dokunan İmam Gazâli, bakın bu konuda şöyle diyor:
“Kâmil insan O’dur ki, bilgisinin nûru, takvasının nûrunu söndürmez. Kâmil insan, basîretinin kemâliyle beraber şer’i huduttan hiçbirisini terk etmek hususunda “nefs”ine müsamaha göstermez...”
Bütün bunlardan, ortaya çıkan bir gerçek vardır...
Demek ki Vahdet, yani “Allâh’ın Tekliği” ve “Allâh’ın varlığı dışında hiçbir şeyin var olmadığı gerçeği”, Muhyiddini Arabî tarafından ilk defa ortaya atılmış bir görüş değil. O’ndan çok önce İmam Gazâli tarafından “Mişkâtül Envâr” isimli kitabında açıklanmış olan bir gerçektir.
İmam Gazâli böyle demiş de, acaba bir Abdulkâdir Geylânî Hazretleri daha mı değişik demiş?..
Buyrun, Abdulkâdir Geylânî Hazretlerinin, “Risâle-i Gavsiye” isimli eserinden birkaç satır:
“Yâ Gavs-ı Â’zâm, insan, sırrımdır ve ben O’nun sırrıyım. Eğer insan, indîmdeki menziline ârif olsaydı, derdi ki; ‘Bütün nefislerdeki ‘nefs’im!.. Bu anda Mülk yoktur, Benden başka...’”
Evet, Gavs-ı Â’zâm Abdulkâdir Geylânî hazretlerinin “VAHDET” sırlarını açıkladığı “GAVSİYE AÇIKLAMASI” isimli kitapçığımızda bu sırların geniş açıklamasını yaptığımız için, burada üzerinde fazla durmuyoruz.
Ancak, yorumsuz olarak, Gavs-ı Â’zâm Abdulkâdir Geylânî Hazretleri’nin beyanlarını naklediyorum size:
“Yâ Gavs-ı Â’zâm, insanın cismi ve ‘nefs’i ve kalbi ve ruhu ve işitişi ve görüşü ve eli, ayağı ve tamamını ‘nefs’imle izhar ettim. O, yok’tur, ancak, ‘Ben’ varım ve ‘Ben’ de O’nun gayrı değilim.”
Bu bölümü, Nakşıbendî silsilesindeki Hâce Ubeydullâh Ahrar’ın şu cümlesi ile bitirmeye çalışalım:
“Günümüzün geçerli din ilimlerinin özü; tefsir, hadis ve fıkıhtır. Bunların da özü, tasavvuf ilmidir. Tasavvuf ilminin de hülâsası ve mevzu, VÜCUD bahsidir. Derler ki, bütün mertebelerde bir TEK VÜCUD vardır; ki o vücud, kendi ilmî sûretleriyle görünmüştür...”
Görüldüğü üzere Nakşibendî sisteminin, yolunun gereği de keşif, kerâmet gibi birtakım olağanüstülükler değil, ilim yollu “NEFS”i tanımak, “ALLÂH’ı bilmek” ve de “ermek”tir!