“İnsansı” ile “İnsan”
Efâl âleminde bulunanların bir kısmı, tümüyle kendini bilemeyişin gereği olan fiilleri ortaya koyarlar.
Kendi hakikatini ve ölüm ötesi yaşamı bilmeyişin sonucu olan bu yaşam tarzı, “hayvansal yaşam” dediğimiz yaşamdır... Tümüyle bedene dönük fiiller içinde bir yaşam şeklidir...
Kendileri için hiçbir yarar düşünmeksizin fiiller ortaya koyan sûretler ise, “Melekler” diye isimlendirilir. Bunların ortaya koyduğu fiiller, kendilerine dönük değil, tamamıyla, varlıkta bir şey oluşturmaya yöneliktir.
Hayvansal yaşama, mantıkla üstünlük getiren; ancak aklı değil, zekâyı esas alan yaşam biçimi, “Cinler”in yaşamıdır. Kısa süreli olaylar içinde, bireysel menfaatlere dönük davranışlar ortaya koyarlar...
Nihayet, kendi aslını ve orijinini kavrayabilme yeteneğine sahip; dolayısıyla, en mükemmel yapıda meydana getirilmiş olan birim yaratılmıştır; ki o aynı zamanda yeryüzünde “Hilâfet” vasfına da sahip olan “İnsan”dır!..
Ne var ki her iki ayaklı yapı mutlaka “insan” olmayıp, “insansı” da olabilir!..
“İnsansı”nın, “İnsan” kelimesine müsemma olabilmesi için, aklını kullanarak, kendi hakikatini tanıması, idrak etmesi; bedeninin bilincinde oluşturduğu kayıtlarından; bedenin istek ve arzularından kendini kurtararak; şuur boyutunda kendini bulması ve şuurunun, mutlak varlığın ilmi olduğunu fark edebilmesi gerekir.
İnsanın, “birimsel bilinç” kabulünü yitirmesi, “Ölmeden evvel ölmek” diye anlatılandır.
Daha sonra da İlmi İlâhî’nin, “Akl-ı Küll” adı altında kendisinde zuhuru yönüyle “hilâfet”e lâyık olması gerekir.
Demek ki insan, kendi bireysel varlığına dönük, bedenine dönük isteklerden, arzulardan arınıp, şuur boyutunda, bir bilinç varlık olarak kendini bulup, bu bilincinin sınırlarını azami ölçüde genişletip, varlığının mutlak varlık olduğunu tanıması suretiyle “hilâfet”e lâyık olacaktır!..
Bu bilincindeki birimsellikten; bedenle yaşayan izafî varlık olma kaydından, yani “insansı”lıktan çıkabilmek için, önce, “Hakikat” konusunun ilmini elde etmek gerekir... Yani, kişide, ilm-el yakîn dediğimiz hâlin kemâl bulması gerekir.
Varlık nedir?... Varlığın aslı nedir?..
“Ben” dediğin varlık nedir?.. Nasıl bir şeydir? Bunları öğrenip bilmek icap eder...
Eskiden, bu konular tamamıyla mecazî ifadelerle anlatıldığı için, anlaşılması gerçekten çok zaman almış; ve bu zaman alışla birlikte de pek çok kişi tarafından bu işin hakikatinin anlaşılması bir hayli güç olmuş; ve nihayet bu hakikate pek az insan ulaşmıştır!..
Günümüzün getirdiği kolaylıklar ve muradı ilâhî, Tek’lik olayının kavranılmasını büyük ölçüde kolaylaştırmıştır.
İşte bu sebepledir ki, biz, sayısız varlıkların moleküllerden; onların da aslı olan yüz küsur atomdan; atomların da tek bir atom olan Hidrojen atomundan; dolayısıyla bu varlıktaki bütün varlıkların tek hidrojen atomunun çoğalmasıyla meydana gelmesinden rahatlıkla bahsederek; atomüstü boyutta varlığın kökenini rahatlıkla Tek’e ulaştırabiliriz.
Atomaltı boyuta inince ise... Hidrojen atomunun aslının ışık zerrecikleri olduğunu, her şeyin enerjinin yoğunlaşmasıyla meydana geldiğini anlatarak, varlığın mutlak anlamda “TEK”ten ibaret olduğunu belli bir düzeyde ilmi olanlara kısa sürede bildirebiliriz.
Ne var ki klasik bilgilerle şartlanmış olanlarda, Tek’liğin anlaşılması hususunda önemli birtakım yanılgılar olabiliyor... Bugün için önemli olan, bu yanılgıların ortadan kaldırılmasıdır.
Biraz önce vurgulamıştım ki; hangi özellik ve mânâları ortaya koymayı murat ettiyse, o özellik ve mânâlara uygun sûretlere bürünmüş ve o sûretlerin kendi şartları içinde birtakım fiilleri ortaya koyma yoluna gitmiştir.
Varlık, orijininde, Zâtı itibarıyla O mutlak varlık olmasına rağmen, o sûretlerin şartları içinde o fiilleri ortaya koymuştur.
İş bu yüzdendir ki, “İlâhî kanunlar” denen evrende geçerli sistem, o muhteşem mekanizma:
“Ve len tecide lisünnetallâhi tebdiyla...”
“Sünnetullâh’ta (Allâh’ın varediş sisteminde, kanunlarında) asla değişme bulamazsın!” (48.Feth: 23)
Âyetinde belirtilen bir biçimde asla değişmez!..
“Doğa kanunu” da diyebileceğin sistem, O mutlak kanun koyucunun, sistem oluşturucunun dilediği bir biçimde hükmünü icra eder.
Yani, bir diğer anlatım ile...
Sebepler âlemi içinde yaşanılmaktadır. Varlık tümüyle O’nun varlığından ibaret olmasına rağmen, yaşam tarzı, “O”nun içinde bulunduğu sûretin şartlarını yaşaması, ortaya koyması dolayısıyla, “Hikmet âlemi veya sebepler âlemi” biçiminde bir oluşum meydana getirmiştir.
Bundan dolayı da her birim, kendi yapısının, varoluş kapasitesinin içinde birtakım şeyleri oluşturmak mecburiyetindedir.
İşte, her bir birimin, takdir edilmiş bulunan bir özellik ve mânâyı ortaya koyması:
“Muhakkak ki biz her şeyi kaderiyle (yazılı - programlanmış) yarattık!” (54.Kamer: 49)
Âyetinde vurgulanmıştır. Ayrıca, bu hususu izah eden önemli bir açıklama da, Rasûlullâh tarafından şöyle dillendirilmiştir:
“Herkes ne için yaratıldıysa ona o kolaylaştırılır!..”
Yani, hangi gaye için meydana getirildi ise o birim, o gayeye göre programlanmıştır!.. O programın gereği de, gereğini yapmak da ona kolay gelir ve onu yapar!..
Bu gerçeği bilmeyen, birime dışarıdan bakan kişi ise, “bu kişinin kendine özgü bir iradesi var ve bu irade ile bunları yapmaktadır” deyip; orada bir irade-i cüz’ün olduğunu varsayar... Hâlbuki, o irade-i cüz denen şey, gerçekte, irade-i Küll’ün ta kendisidir.
Küllî programın o birimden ortaya çıkması hâlinde aldığı isim, “irade-i cüz”dür.
Yoksa, bir irade-i küll, bir de irade-i cüz diye iki ayrı irade yoktur!.. Zaten iki ayrı varlık, iki ayrı yapı söz konusu değildir ki, iki ayrı iradeden bahsedilebilsin!.. Küllî iradenin ve hükmün, birimden ortaya çıktığı hâldeki adına “irade-i cüz” denir.
İrade-i cüz’ün, yani birimin “küll”den, “Tüm”den bağımsız bir iradesinin var olması için, Vahdâniyetin var olmaması, yani, Tek’liğin var olmaması lazım gelir...
Varlığın aslı, orijini, “TEK” olduğuna göre, bağımsız bir varlığın kendine özgü “irade-i cüz”ünden de kesinlikle söz edilemez elbette...
Şimdi, bu çokluk kavramları içinde yaşayan insan, kendi orijininin O Tek varlık olduğunu anlama yolundaki ilmi elde ettiği zaman, kendisine karışık gelen bazı hususlarla karşılaşır.
Bunlardan biri şudur...