Bu istek üzerine Ebrehe’nin yüzü asılıvermişti...

Çadırdan içeri girdiğin zaman gözüme bayağı büyük gözükmüştün! Ancak bu isteğini söyledikten sonra bir sinek kadar dahi değerin kalmadı... Zira ben senin atalarından kalma, dininin en büyük mabedi olan Kâbe’yi yıkmaya geliyorum, sen ise benden onu yıkmamamı isteyeceğine, tutmuş seriyyelerimin getirdiği develeri istiyorsun!

Abdulmuttalib bu söz üzerine gülümsedi ve ağır ağır konuştu:

Bunda ne var Ey Sultan! Ben, develerin sahibiyim, develerimi ister, onları korurum... Beyt’in sahibi ise Allâh’tır ki, onu da korumak O’na düşer!

Ebrehe bu cevaba kızdı.

Kâbe’yi bana karşı koruyacak bir güç yoktur!

Abdulmuttalib’in cevabı gayet kısa ve öz oldu...

− Orası beni ilgilendirmez... İşte Kâbe’yi yıkmaya azmetmiş olan Sen, işte Kâbe’nin sahibi Allâh!

Ebrehe bunun üzerine Abdulmuttalib’in develerinin kendisine iadesini emretti. Ayrıca da en kısa zamanda ordunun dinlenip, Kâbe’yi yerle bir etmek üzere harekete hazır bulunmasını istedi...

Abdulmuttalib Mekke’ye dönünce Ebrehe’nin niyetinden dönmeyeceğini, ne pahasına olursa olsun, Kâbe’yi yıkmak istediğini söyledi ve herkesin ertesi sabah en kıymetli eşyalarını alarak dağlara çekilmesini ihtar etti...

Abdulmuttalib bundan sonra Kâbe’nin kapısının halkasına tutunarak şöyle niyaz etti:

“Yâ ilâhî! Kul esirger ehlini, evladını,

Sen işit biz kulların bin âhını feryadını!

Ya ilâhî! Sen esirgersin mülkün olan beytini,

Gömmesin sahibi salib, Beyti haramını!

Kâbe’miz çün biz ki senden medet ummadayız,

Kılma sen bir an ırak bizlerden imdadını!

Son duamız, desti kahharınla kahrolsun Habeş!

Sen muazzeb kılma kabrinde Kureyş ecdadını!

Şayet kalırsa kıblemiz bir gün dahi Habeş’le

Hikmetindendir bu da, ama bize gösterme!..”

Abdulmuttalib bu yakarışını bitirdikten sonra hane halkını da yanına alarak dağlara çıktı. Bütün Kureyş geceyi dağlarda geçirdi. Güneş’in ilk ışıkları etrafı aydınlatırken, Kureyş halkı uyanmış ve gözleri uzaklardaki Ebrehe’nin karargâhına dikilmişti...

Derken Ebrehe’nin ordusunda da bir hareket başladı. Koca 60.000 kişilik ordu, başta Mahmud ve ardında da normal boylu 12 fil olduğu hâlde silindir gibi hareket etmişti Mekke’nin üzerine... Herkes merak içindeydi... Acaba bu ordu Kâbe’yi yerle bir edecek miydi?

Ordu Mekke üzerine hareket etmişti ki, birden en başta yürüyen Mahmud adlı beyaz fil azmanı üzerinde bulunan sürücünün, hayvanın hortumundan kayarak yere indiği ve hayvanın kulağına bir şeyler fısıldadığı görüldü. Koca hayvan bu hareket üzerine olduğu yere çöküvermişti! Nasıl oldu? Neden oldu? Kimsenin aklı sırrı ermemişti bu işe! Bu arada sürücü dağlara doğru koşarak kayaların arkasında kayboldu.

Herkes donakalmıştı! Hemen birkaç sürücü koşarak hayvanın başına geldiler ve yerinden kalkması için zorlamaya başladılar... Koca fil azmanı, ne yapılırsa yapılsın, yerinden kıpırdamıyordu... Nihayet birinin aklına geldi ve filin başını Yemen’e doğru çevirdi... İşte o anda Mahmud yerinden kalkmış ve Yemen istikametinde koşmaya başlamıştı...

Develere binmiş olan Yemen’liler ve başlarındaki kumandan çılgına dönmüştü... Ufak baltalarla hayvanın başına vuruyor, kancalarla çekiyor, hortumuna sivri uçlu mızraklar batırıyorlardı, fakat nafile! Ordunun maskotu sayılan bu hayvanın Mekke üzerine yürümemekte ısrar etmesi, âdeta olduğu yerde çivilenip kalması bütün ordu halkını şaşkına çevirmişti.

Ordu olduğu yerde savaş düzenini kaybetmiş, bu acayip durumun nasıl hâllolacağını seyre başlamıştı... Birden, ufukta kara kara bulutlar gözüküverdi... Kara kara bulutlar her geçen an büyük bir hızla üstlerine doğru geliyordu... Yağmur diye düşündüler, önce bulutları görenler... Kalın abalarını, su geçirmez keçelerini çıkardılar...

Ama sonra fark ettiler ki bu gelen kara kara bulutlar, bulut değil kuş sürüleriydi... Ebabil kuşlarıydı bu gelen sürüler. Her bir Ebabil kuşu, gagasında ve iki ayağında birer tane olmak üzere üçer tane taş taşıyordu... Bu Beyt’in Sahibinin bir mucizesiydi...

Efendimiz’in risâlesinden sonra Allâhû Teâlâ’nın bildirmiş olduğu;

“SEMÂLARIN VE YERLERİN ORDULARI ALLÂH’IN EMRİNDEDİR”

Şeklindeki âyetin hakikatinden bir tecelliydi bu...

Her Ebabil kuşu sanki akıl sahibi bir insan gibi bir Habeş’linin tepesine dikiliyor ve bu taşları üzerine bırakıyordu... “Sicciyl” adındaki bu taşlar, rastgeldiği Habeş’linin tepesinden giriyor, aşağılarından çıkıyordu...

Dağlardan onları seyreden Kureyşliler önceleri büyük bir şaşkınlık içinde onları seyretmeye başlamışlar, sonra da büyük bir sevinç içinde Ebrehe’nin ordusunun uğradığı bozgunu kutlamaya koyulmuşlardı.

Taşlarda büyük bir sır gizliydi... Zira kime isâbet ederse taş, derhâl onun eti iltihaplanıp, kopuyor ve parça parça vücudundan dökülmeye başlıyordu... Askerler Yemen’e dönmek için büyük bir darmadağınlık içinde bir o tarafa, bir bu tarafa koşuyorlar fakat yolu bulamıyorlardı... Ebrehe ise binmiş olduğu deve ve yanındakilerle bir yol tutturmuş gidiyordu... Derken sicciyl isâbet alan Ebrehe’nin de etleri dökülmeye başladı! Çok kısa bir süre içinde 60.000 kişilik ordudan, yerlerde kıvranan bir sürü yaralı ve ölüden gayrı başkaca bir mahlûk kalmamıştı!

Hâdise durulduktan, kuşlar gittikten sonra, Mekke’liler dağlardan Harem’e indiler, burada şükür gösterilerine başladılar...

İçlerinde sayıları pek az olan muvahhidler ise her şeyden öte, kâinatın yaradanına ibadet ediyor, bu nimetlerden dolayı şükür ediyorlardı...

İşte Efendimiz’in doğumundan 50 gün önce meydana gelen bu hâdiseye “FİL HÂDİSESİ” denildi... Bunu bütün Mekke’liler ve o sırada Mekke’de bulunan diğer yabancılar gördü ve yaşadı... Bu yüzdendir ki, Efendimiz’in risâlet görevini almasından sonra nâzil olan “Fiyl Sûresi”ne kimse de itiraz edemedi... Gene bu olayın tesiriyledir ki, ilk defa olarak çiçek, kızamık hastalığı görülmeye başlandı... Belki de Ebabil kuşlarının attığı “sicciyl” adındaki taş parçaları bu mikropları taşıyordu... 

5 / 58

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!