Efendimizin Doğumu...
Fil hâdisesinden 50 gün kadar geçmişti... Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah, Medine’deki dayılarını ziyarete gitmiş; daha sonra da oradan gelen bir haberde, hastalanarak bu dünyayı terk ettiği öğrenilmişti... İşte şimdi böyle günlerden birindeyiz...
Âmine Hatun, kayınpederi Abdulmuttalib’in evinde, doğum sancıları çekmekte... Gün kaçmış, gecenin karanlıkları yavaş yavaş bütün odayı sarıyor... Odada birkaç hatun, kimi yağdanlıkları yakıyor, kimi de Âmine Hatun’un başında dert ortaklığı yaparak doğumunu bekliyorlar... Sancılar git gide artıyor...
Gerçi sancı çekmediğini de yazar bazı kitaplar ya...
Derken, Âmine Hatun’un yanında bulunan Abdurrahman Bin Avf’ın annesi Şifa Hatun, Âmine Hatun’un elini tuttu ve gayret verdi… Bir şeyler görüyordu orada Âmine Hatun...
Derken, beklenen, dünyayı şereflendirdi... Derhâl alındı!
Göbeği kesilecekti! Fakat göbeği zaten kesikti bu yavrunun!!!
Hemen temiz bir beze sarıldı ve büyük bir çanak üzerine kapatıldı… Zira çocuk gece doğarsa, onun yüzüne gün ağarana kadar bakılmazdı...
Birden bir çatlama sesi duyuldu çanak iki parça olmuştu! Çanağın altında yatan yavrunun, gözleri açık bir hâlde, baş parmağını emdiği görülüyordu...
Rebiülevvel ayının 12. gecesiydi o gece... O gece, Dünya çapında olaylar oldu...
O gece ateşe tapanların 100 yıldır sönmeyen ateşi söndü...
O gece, Kisra’nın sarayının mermerleri kırıldı, duvarlarındaki mozaikler döküldü...
O gece, çeşitli yerlerdeki kâhinler, asırların Hâkimi’nin dünyaya geldiğini, dünyanın çehresini değiştirecek olan âhir zaman Nebisi’nin dünyayı şereflendirdiği tespit ettiler...
Yahudiler, O gece Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi vesellem’in gelmiş olduğunu anladılar ve nerede olduğunu araştırmaya başladılar...
O sırada bir yahudi kâhini ticaret maksadıyla Mekke’de bulunuyordu… Kendisi, temasta olduğu bir cinden âhir zaman Nebisi Ahmed’in dünyaya geldiğini haber aldı... Hemen ilk iş olarak Haremi Şerife geldi ve orada oturmakta olan Hişam Bin Mugiyre, Velid Bin Mugire ve Utbe Bin Rabia’nın yanına gelerek;
− Bu gece sizlerden birisinin bir oğlu oldu mu? diye sordu… Orada bulunanlardan bir ağızdan cevap verdiler.
− Hayır, bilmiyoruz! Niye sordun?
− Vallâhi sizin bu kabahatinizden iğrendim! Nasıl olur da bilmezsiniz! Ey Kureyşliler, biliniz ki bu gece, Dünya’nın son Nebisi Ahmed doğdu. Eğer bu sözümde yalanım varsa, Kureyş’in kudsiyetini inkâr edeyim! O’nun iki kürek kemiği ortasında da kırmızımsı bir ben vardır ki, O’na has bir mühürdür bu!
Bu konuşmalardan sonra Yahudi kâhin kaldığı yere, toplantıda bulunanlar da evlerine çekildiler...
Gece hepsi ev halkına o gün olanları anlatırken, yahudinin dediklerini söylediler. Ev halkı da onlara Abdulmuttalib’in bir erkek torununun dünyaya gelmiş olduğunu haber verdiler...
Ertesi sabah, Yahudi’nin sual sorduğu kişiler doğruca, onu bulup yanına vardılar ve sordular;
− Dün gece sorduğun çocuğun bizde doğduğunu nereden öğrendin?
− Siz nereden öğrendiğimi bırakın da, söyleyin, benim size söylememden önce mi doğmuştur O, yoksa benim size sormamdan sonra mı?
− Sen söylemezden evvel!
− Peki ismi Ahmed midir?
− Evet, ismi Ahmed’dir!
− Beni O’na götürür müsünüz?
Bunun üzerine onu alıp Abdulmuttalib’in evine götürdüler. Yahudi, Efendimiz’in ardındaki “Ben”i görünce büyük şaşkınlık geçirdi ve hayretler içinde konuştu.
− Yazıklar olsun size ki, bu çocuğun kim olduğunu bilmiyorsunuz!
− Neden böyle söylüyorsun, bu bir öksüzdür işte!
− Hayır, O, dün akşam size söylediğim âhir zaman Nebisi olacaktır!
ARTIK İSRAİLOĞULLARINDAN NEBİLİK GİTTİ.
YAHUDİ ÂLİM VE KÂHİNLERİNİN DEĞERLERİNİN KALMADIĞININ İŞARETİDİR!
BU, YAHUDİLERİN ÖLDÜRÜLECEKLERİ HAKKINDA VERİLMİŞ OLAN HÜKMÜN İŞARETİDİR! ARAPLAR BU RİSÂLETLE KURTULUŞA ERECEKLERDİR...
Risâletten sonra Efendimiz’e en büyük kötülükleri yapacak olan amcası Ebu Leheb ise, o gece evindeydi... Saatler ilerlerken, Abdulmuttalib’in evinde olan cariyesi Süveybe koşa koşa Ebu Leheb’in evine geldi... Ve soluk soluğa konuştu.
− Müjdeler olsun ey efendim! Kardeşiniz Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu dünyaya geldi...
Ebu Leheb bu müjdeyi duyunca çok neşelendi... Kardeşinin bir oğlu olması çok sevinecek bir şeydi...
− Ya Süveybe, beni çok memnun ettin... Ben de seni kölelik zincirinden kurtarıyorum... dedi.
Hâlbuki günler ne kadar insanları değiştirecek, menfaat hırsı sevgili amcayı ne hâle sokacaktı...
Efendimiz doğumundan sonra dört beş gün annesi Âmine Hatun’dan, daha sonraki birkaç gün de Ebu Leheb’in cariyesi Şüveybe’den süt emmişti...
Ancak o sıralarda araplarda bir âdet vardı. Her sene bahar sonunda Mekke’nin çevrelerindeki kabilelerden aileler gelir ve yeni doğmuş çocukları alarak tekrar yurtlarına dönerlerdi. Bu hem yeni doğmuş çocukların, hem de bu kabile ehlinin işine yarıyordu… Zira, çocuk temiz havada, en iyi şartlarda yetişiyor; buna karşılık, bakan aile de çocuğun ailesinden bir miktar bakma parası alıyordu...
İşte o sene de Rebiülevvelin 20si gelmiş ve Sa’d Kabilesi halkı Mekke yoluna koyulmuşlardı... Zira süt anneliği yapan bu çeşit ailelerin en ünlüsü bu kabilede idi... Kafilede güçlü kuvvetli kadınlar arasında, nispeten zayıf yapılı bir kadın da vardı... Bu Halime Hatun idi... Sütü de çok azdı zayıflığı dolayısıyla...
O da kocası Haris ile birlikte yola çıkmıştı, kısmetini aramak üzere... Fakir idiler onlar ötekilere nazaran… Bir sıska merkepleri ile onun çektiği zayıflıktan çifte kamburu çıkmış bir develeri vardı... Merkep adımını atacak hâli kendinde güç buluyor, dişi deveden ise bir damla süt bulmak için saatler geçiyordu.
Kum deryası içinde, Sa’d kabilesinin varlıklı süt anneleri güle oynaya giderken, onların bu şekildeki ağır aksak takibi aradaki mesafenin gittikçe açılmasına sebep olmuş, fark bir iki saate yükselmişti... Zavallı merkep hem yükleri, hem Halime’yi taşıyor; kâh birini kâh öbürünü sırtına alarak yürümek zorunda kalıyordu...