O Nereye Gitse...
Hatta, ilk defa Efendimiz diğer süt kardeşlerinden birisiyle köyün dışına çıktığında Halime kadın çok kızmış ve O’nu götüren Şeyma’ya şöyle bağırmıştı:
− Bu sıcakta güneşin altında nasıl gezdirirsin O’nu! Sonra başına güneş geçecek. Ancak aldığı cevap, çok daha fazla hayrette bırakmıştı. Şeyma şu cevabı veriverdi annesine...
− Anneciğim sen hiç üzülme... Biz O’nunla nereye gitsek, üzerimizde bir bulut bize gölge yapıyor...
Böylece, çeşitli normalin üstündeki olaylarla günler geçiyordu... Bu süre zarfında, daha 10 aylıkken söylenilenleri anlayan, 15 aylıkken konuşmaya başlayan, Efendimiz, kısa zamanda Arapçanın en fasih ve güzelini öğrenmişti... Nitekim çok sonraları Arapça bilgisi hakkında konuşurken ashabına aynen şunları söylemişti:
“Sizlerin en fasihiyim! Arapçayı en güzel, en temiz ve en yanlışsız konuşan benim; çünkü, Kureyşliyim ve Sa’d oğulları arasında büyüdüm...”
Günlerden bir gün, Efendimiz,süt kardeşi Zübeyr ile birlikte koyunları almış, otlağa çıkmıştı... Sıcak güneşe rağmen, O’nlar başuçlarındaki gölge yapan bulut sayesinde rahat rahat geziyorlardı... Birkaç saat geçmiş, güneş tam dike yaklaşmıştı ki, Halime kadın otlaktan yana bir haykırış duydu...
− Anne! Anne kardeşimi kaçırıyorlar! Halime kadın’ın ayakları eteklerine dolaşmıştı! Kim kaçırabilirdi... Üstelik emanet çocuktu kaçırılan...
− Geliyorum Zübeyr’im! Kim, kim kaçırıyor? Halime kadın bir solukta onların yanına vardı... Ardından da arka taraftaki kocası Haris...
− Ne var yavrum? Kim kaçırdı, nereye götürdü?
− Bu tarafa, bu tarafa! Biraz gecikirseniz O’nu cansız bulacaksınız!
− Ne oldu? Kim ne yaptı?
− Anneciğim, tam dolaşırken birdenbire karşımıza beyazlar giyinmiş biri çıkıp, O’nu kaptı ve tepeye götürdü... Sonra yere yatırıp göğsünü parçalamaya başladı! Koş! Yetiş!
Halime kadın çılgına dönmüştü! Kocasıyla birlikte tepeye yaklaştığı zaman Efendimiz’i gördü... Ayaktaydı... Yüzü bembeyaz olmuş, ayakta zor durur bir hâlde idi!
− Yavrum! Bir tanem, ne oldu sana?
− Beyaz elbiseli bir adam beni alıp arkadaşının yanına götürdü... Sonra beni yere yatırdılar... Birisi, bir yanından öbür yanı gözüken bir hançer çıkarıp göğsümü yardı, içimden bir şeyler çıkartıp attı... Sonra da;
“Senden şeytanın nasibini çıkartıp atıyoruz” dediler... Sonra da bir başkası benim yara yerlerime elini sürdü de, hepsi hiç bir şey olmamış gibi oluverdi...
Ve bundan sonra hep beraber eve geldiler... O gün öğleden sonra olmuştu ki, Haris, Halime kadının yanına gelerek:
− Yâ Halime, dedi... Bu çocuğu biz Abdulmuttalib’e, Âmine’ye teslim edelim... Ola ki cin çarpmasıdır bu... Sonra başımız derde girmesin... Bu karardan sonra derhâl hazırlandılar ve Mekke yoluna düştüler... Mekke’ye gelip de Abdulmuttalib’in evine vardıklarında Âmine Hatun hem sevinç hem de hayretle açtı kapıyı! Zira çocuğunu gördüğünde sevinmişti ama zamansız gelişten de hayrete düşmüştü...
− Hayrola Halime kadın? dedi... Ve endişesini söyledi.
− Bu ne hâl? Yoksa bir şeyler mi oldu?
− Hayır, hayır ama çöl rüzgârları azdı, ola ki dokunur diye düşünüp getirdik! Ne var ki Âmine Hatun bu sözlerin bir bahaneden ileri gitmediğini anlamıştı... Israr etti.
− Doğruyu söyle Halime kadın! Ne oldu? Önemli bir şey olmasa geri getirmezdiniz oğlumu?
Halime kadın bu çeşit bahanelerle Âmine Hatun’u inandıramayacağını anlamıştı... Bunun üzerine bütün olanları olduğu gibi baştan sona anlattı...
− İşte böyle Âmine Hatun... Biz bu yüzden çok korktuk... Tuta ki cinler O’na el ata; ata da kapıp kaçıra bir daha sefere, diye size iade etmeye geldik.
Âmine Hatun oğlunun yüceliğini biliyordu. Biliyordu da bu yüzden hiç endişeye kapılmadı... Zira doğumdan bu yana karşılaştığı fevkalâdeliklerin sayısını o bile unutmuştu...
Teselli etti Halime kadını:
− Yâ Halime, cin taifesi hiçbir zaman bu çocuğa zarar veremez... Zira O’nun bahtı açık, şanı büyüktür... Yaradanı O’nu her şeyden muhafaza eder... Ve Halime kadın kocası Haris ile birlikte Efendimiz’i de alarak tekrar kabilelerine döndüler... Bu hâl bir sene daha devam etti...