Netice olarak biz de bu Allâh Rasûlü’nun dediklerine inandık ve söylediklerine iman ettik... Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadete başladık... O, neyin helal olduğunu bildirmişse; onu helal; O, neyin haram olduğunu bildirmişse de; onun haram olduğunu kabul edip buna göre hareket etmeye başladık...
Bundan sonra da kavmimiz bize düşman kesildi... Bize yapmadığı zulmü bırakmadı... Allâh’a ibadet etmekten geri çevirip, tekrar putlara taptırmak için bize yapmadıkları eziyeti bırakmadılar... Bizi perişan ettiler...
Bize eskiden yapmakta olduğumuz kötülükleri yeniden yaptırmak için etmedikleri zulüm kalmadı... Bütün gayeleri bizim, bu anlattığımız nice güzel işlerden ayrılıp, onların içinde bulunduğu sapıklığa dönmemizdi...
İşte bu şartlar altında biz de yurdumuzu terk ederek senin ülkene sığınmak zorunda kaldık... Seni, bütün diğer hükümdarlara tercih edip, senin himayene koştuk... Biz, senin yanında asla haksızlığa uğramayacağımıza inanıyoruz... İşte bu sebeple de senin yurduna geldik...
“Secde etmeme” meselesine gelince: Biz seni Rasûlullâh’ın selâmı ile selâmladık... Biz kendi aramızda dahi birbirimizi böyle selâmlarız... Zira cennete girenler dahi, girdikleri zaman böyle selâmlanır.
“Secde etme”ye gelince... Biz Allâh’tan gayrına secde etmemek için yurdumuzu terk ettik... Allâh’tan gayrına secde edilmez diye iman ediyoruz... Dinimiz böyle emrediyor... Dolayısı ile senin de bizden secde etmemizi istemeyeceğini umarız...
Bu cevap üzerine Necaşi, Hazreti Cafer’e sordu:
− Sizin yanınızda Allâh’ın emirlerini ihtiva eden bir şey var mıdır?..
Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetleri Hazreti Cafer’in yanında bulunuyordu:
− Evet, var..?
− Öyle ise bana okusana onlardan biraz!
Ve Hazreti Cafer, Ankebût Sûresi’nin baş tarafınından okumaya başladı:
“Elif, Lâm, Mim!..
İnsanlar denenip (kendilerince) ne olduklarının sonucu görülmeden “İman ettik” lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar!
Andolsun ki onlardan öncekileri de sınav objeleriyle denemişizdir... Allâh (dışarıdan bir tanrı gibi değil - hakikatleri olarak) elbette (sözlerinde) sadıkları açığa çıkarıp bilecek ve elbette yalancıları da açığa çıkarıp bilecek.
Yoksa o kötülükleri yapanlar bizi geçip gideceklerini mi sandılar... Ne kötü hüküm veriyorlar!
Kim Allâh’ın likâsını (ismi Allâh olanın, şuurunda Esmâ’sıyla açığa çıkışını fıtratınca yaşamayı) umuyorsa, (bilsin ki) muhakkak ki Allâh’ın takdiri olan bedenli yaşam sürecinin sonu elbette gelir! “HÛ”; Es Semi’dir, El Aliym’dir.
Kim (bu imanı, hakikati yaşamak için) hırs - azim ile çalışırsa, yalnızca kendi benliği için bu savaşı vermiş olur (Cihadı Ekber - büyük savaş)! Muhakkak ki Allâh, âlemlerden (Esmâ bileşimi birimselliklerden) elbette Ğaniyy’dir (“HÛ”viyeti {ZÂT’ı} itibarıyla, Esmâ’sında açığa çıkanlarla kayıtlanmaktan veya onlarla sınırlı tanımlanmaktan münezzehtir)!” (29.Ankebût: 1-6)
Bu âyetleri dinleyen Necaşi ve rahipler gayrı ihtiyarî kendilerini tutamayarak ağlamaya başladılar... Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslatıp göğüslerine dökülüyodu...
Hazreti Cafer bundan sonra Kehf Sûresi’ni okumaya başladı... Necaşi, Hazreti Cafer Kurân’dan âyetler okudukça kendini tutamıyor; âdeta hıçkırarak ağlıyordu... Bu arada şöyle dediği duyuldu:
− Allâh’a andolsun ki, bu Musa ve İsa’nın fışkırdığı kandilden yayılmaktadır!..
Ve daha fazla okunmasını beklemeksizin Mekkeli müşriklerin elçilerine döndü:
− Derhâl burayı terk ediniz! Biliniz ki, bundan sonra onlar hakkında, ben ne bir kötülük düşünürüm, ne de onlara bir kötülük yapılmasına müsaade ederim...
Bu konuşmalardan sonra Amr ve Abdullah, Necaşi’nin huzurundan dışarı çıktılar...
Bir anda durum tamamen aleyhlerine dönmüş ve yapmak istediklerinin tam tersi bir netice ile karşılaşmışlardı... Ancak Amr bu netice ile susup oturacağa benzemiyordu pek! Arkadaşına döndü ve şöyle konuştu:
− Andolsun ki ben onlara yapacağımı biliyorum... Bak onların büyük bir suçlarını Necaşi’ye ihbar edeyim de, görür onlar günlerini...
Abdullah bir an durup düşündü ve bu teklife karşı çıktı:
− Arada akrabalık var ne de olsa! Onlara büyük bir kötülük yapmak bu yabancı diyarda bize yakışmaz! Ne yapmayı düşünüyorsun?..
Fakat Amr direnmekte kararlı idi... Yapacağını açıkladı:
− Ben de onların Meryem oğlu İsa’yı kendileri gibi Allâh’ın kulu kabul ettiklerini Necaşi’ye haber vereceğim... İşte o zaman görecekler günlerini!
Ve ertesi sabah doğruca Necaşi’nin huzuruna varıp, müslümanlar için söylemek istediklerini bir bir anlattı:
− Ey Necaşi, bu adamlar sizin Rasûlünüz İsa için olmadık sözler söylüyorlar... İnanmazsan bize, çağırt buraya onları da, sor kendin...
Necaşi bu sözler karşısında onları huzura çağırttı... Müslümanlar önce çekindiler... Acaba ne desek, diye düşündüler... Sonra da karar verdiler:
− Allâh’ın Rasûlü bize ne demişse; biz de onu deriz... Allâh hakkımızda hayırlı olanı bize nasip eder elbet!
Müslümanlar Necaşi’nin huzuruna çıktıklarında kendilerine soruldu:
− Siz Meryem oğlu İsa hakkında ne düşünürsünüz?..
Sözcü Hazreti Cafer görüşünü anlattı:
− Bizim kendi görüşümüz diye bir şey yoktur! Bizim görüşümüz Allâh ne buyurdu ise odur!
Bize bildirilen ise şudur:
− İsa, Allâh’ın kulu, Rasûlü, ruhu; dünyadan vazgeçerek, erkek tanımamış olan Hazreti Meryem’e ilka ettiği kelimesidir... İşte Meryem oğlu İsa hakkında İslâm Dini’nin görüşü bundan ibarettir...
Necaşi, kendi görüşü olan bu buyruğu duyunca, şükretti...
Her ne kadar çevresinde bulunanlar kendisine karşı hoşnutsuzluklarını belli etmek istedilerse de, onlara da aldırmadı...
Müslümanlar bundan sonra uzunca bir süre burada rahat bir şekilde yaşayıp, ibadetlerini emrolunduğu şekilde kolaylıkla yapabildiler...