Yahudilerden Yardım Umuş
Nihayet birisi bir teklif attı ortaya:
− İçimizden ikisi Yesrib’e gidip oradaki Yahudi âlimlerinden akıl alsın! Onların vereceği akla göre biz de burada O’na karşı davranışımızı düzenleyelim... Zira, onlar bu işleri bizden daha iyi bilirler...
Bu teklif hepsinin hoşuna gitmişti... Nihayet içlerinden Nadr bin Haris ile Ukbe bin Muayt’ın Yesrib’e (Medine) gitmesine karar verildi... Bunun üzerine ikisi yola çıktılar ve Yesrib’e vardılar... Burada, zamanın en ileri gelen Yahudi âlimini bulup yanına vardılar... Efendimiz AleyhisSelâm’ın hâllerinden bir kısmını bu Yahudi âlimine anlattılar ve sonra sordular:
− Sizin elinizde Tevrat var... Bu adam hakkında hiç şüphesiz ki bilgi sahibisinizdir... Bize bu mesele de yardımcı olur musunuz?
Bunun üzerine Yahudi âlimi bir zaman durdu, düşündü, bazı kitapları karıştırdı ve ondan sonra Nadr bin Haris ile Ukbe bin Ebu Muayt’a şöyle cevap verdi:
− Size öğreteceğim üç suali sorunuz... Eğer bu üç sualin cevabını gerektiği gibi verebilirse, O Allâh Rasûlüdür! Yok eğer cevap veremezse; yalancı, lafazan bir adamdır! Dilediğinizi yapın...
Kureyşli müşrikler bu teklifi kabul ettiler ve suallerin ne olduğunu öğrenmek istediler... Yahudi âlim de sualleri sıraladı:
1. Geçmişteki Ashab-ı Kehf’in macerasını sorun...
2. Yeryüzünün doğusunu ve batısını dolaşan, her bir bucağını gören zâtın hikâyesi nedir?
3. Ruhun mahiyeti nedir?
Eğer O size bu üç sualin ikisinin cevabını tam olarak bildirir, üçünçü sualin cevabını açık olarak vermez ise; biliniz ki O Allâh’ın Rasûlüdür... Yok eğer başka bir soruyu cevaplandıramaz, yahut hepsini de geniş olarak cevaplandırırsa, biliniz ki O bir gevezeden, istismarcıdan başka bir şey değildir”...
Bundan sonra Nadr ile Ukbe Yesrib’den ayrılıp Mekke’ye döndüler... Kavimlerine döndüklerinde de onlara müjdeyi verdiler. Alacağımız cevaplar O’nun kimliğini bize bildirecektir...
− Ey kardeşlerimiz, biz Muhammed’in ne olduğunu bize anlatacak şeyin ne olduğunu öğrendik... Şimdi gidip o suallerin ne olduğunu O’na soracağız... Alacağımız cevaplar, O’nun kim olduğunu anlatacak.
Bu kararla, beraberce doğruca Efendimiz AleyhisSelâm’ın yanına vardılar... Ve şöyle konuştular:
− Yâ Muhammed, şimdi sana bir Yahudi bilgininden öğrendiğimiz üç suali soracağız... Eğer bu suallerin cevabını verebilirsen, ne âlâ... Yok eğer veremezsen, senin bir palavracı, geveze birinden başkası olmadığına şüphesiz inanacağız... Ve bundan sonra sualleri sıraladılar:
1. Geçmiş devirdeki Ashab-ı Kehf’in macerasını bize anlat...
2. Yeryüzünün doğusunu, batısını dolaşan o zâtın hikâyesini bize bildir...
3. Ruhun mahiyetini bize bildir...
Efendimiz AleyhisSelâm bu sualleri sükûnetle dinledikten sonra onlara cevap buyurdu:
− Sorduğunuz şeylerin cevabını yarın size söylerim!
Ancak Efendimiz AleyhisSelâm bu cevabı verirken “İnşâAllâh, Allâh dilerse” demeyi unutmuştu... Böylece on beş gün beklemesine rağmen ne Cibrîl AleyhisSelâm göründü ne de bu mevzuda bir vahiy geldi...
Bunun üzerine müşrikler şımarmaya ve yaygaraya başladılar...
− Bize yarın demişti, hâlbuki on beş gün oldu cevap veremedi... Demek ki O’na haber Rabbinden değil, başka birisinden geliyormuş... O da cevap veremedi işte bu suale...
Bu durum Efendimiz AleyhisSelâm’ı çok, çok üzmüştü... Hiç kimseyle bir şey konuşmuyor; hiçbir şey yiyip içmiyordu... Nihayet Cibrîl AleyhisSelâm Kehf Sûresini Efendimiz AleyhisSelâm’a tebliğ etti... Cibrîl AleyhisSelâm geldiği zaman Efendimiz sordu:
− Yâ Cibrîl, bizi sık sık ziyaret ederken, birdenbire ara açıldı... Müşrikler hakkımızda kötü zanna kapıldılar... Bu ayrılığın sebebi neydi acaba?
Bu suale Cibrîl, Meryem Sûresinin 64. âyeti ile cevap verdi:
“Biz sadece Rabbinin hükmüyle tenezzül ederiz (boyutsal geçiş)! Bilgimiz dâhilinde olan ve olmayan ve bunların ötesindeki her şey O’na aittir! Rabbin için unutma kavramı geçersizdir!”(19.Meryem: 64)
Bu âyeti kerîme’den sonra da Kehf Sûresinin 23 ve 24. âyeti kerîmelerini okudu Cibrîl AleyhisSelâm:
“Hiçbir şey için “Onu yarın kesinlikle yapacağım” deme (çünkü Allâh’ın onu inşa edip etmeyeceğini bilemezsin)! Sadece “İnşâ Allâh = Allâh inşa ederse” kaydıyla demen, müstesna! Unuttuğunda Rabbini (hakikatin olan Esmâ mertebesini) zikret (hatırla)! Ve de ki: “Umarım Rabbim beni kurbunda (mâiyet sırrının yaşandığı Tecelli-i Sıfat mertebesi. {İnsan-ı Kâmil, Sıfatların tecellisi bahsi; Abdülkerîm Ciylî. A.H.}) olgunluğa erdirir.”(18.Kehf: 23-24)
Cibrîl AleyhisSelâm bunları tebliğ ettikten sonra da sorulan suallerin cevabını belirten âyetleri tebliğ etmeye başladı... İlk cevap Ashab-ı Kehf ile alâkalıydı:
“Yoksa bizim işaretlerimizden (sadece) Ashab-ı Kehf (mağara arkadaşları) ve Rakîm’in (bilgi yazılı taş levha) bilgisinin mi şaşılacak şey olduklarını sandın?”
“Hani o delikanlılar, o mağaraya sığınmışlar ve ‘Rabbimiz (hakikatimiz olan Esmâ bileşimimiz) bize ledünnünden (aslın olan mutlak El Esmâ mertebesinden açığa çıkan özel bir kuvve ile) bir rahmet (lütfunla oluşacak bir nimet) ver ve bize (bu) işte bir kemâl hâli oluştur’ demişlerdi.”
“Bu sebeple uzun yıllar o mağarada onların kulakları üzerine vurduk (algılamalarını dünyaya kapadık, uyuttuk).”
“Sonra onları bâ’settik, iki grubun hangisinin, kaldıkları süreyi daha iyi tahmin edeceğini bilelim (daha iyi hesap edeceği ortaya çıksın) diye.” (Burada bilelim demek, açığa çıkaralım, fiilen tahakkuk ettirelim de kendileri de anlasın demektir. {Elmalılı Tefsir; Cilt:5 Sayfa:3226})
“(Rasûlüm) Onların haberlerini Hak olarak sana hikâye ediyoruz... Muhakkak ki onlar Rablerine (Bi-Rabbihim = hakikatleri olan şuurlarında olarak) iman etmiş delikanlılardı... Biz de onların hakikatlerini yaşamalarını kuvvetlendirdik.”
“Onların kalplerine râbıta koyduk (şuurlarını, müşahede hâlinde devamlı kıldık)! İşte (o delikanlılar) ayağa kalktılar da şöyle dediler: ‘Rabbimiz (aslımız olan El Esmâ mertebesi), semâların ve arzın Rabbidir (varlıkta olan her şeyi El Esmâ’sıyla oluşturandır)! O’nun dûnunda (o kavrama denk olmayan) ilâh (varlıkta tasarruf eden) kabul edemeyiz! Andolsun, bunun aksini dillendirirsek o takdirde akıl ve mantığın alamayacağı kadar saçma bir laf etmiş oluruz.’”