Nasıl ki bir velînin uzak mesafede olanları olduğu yerden aynen görmesi yani “Clairvoyans” olayı bugün televizyonla kısmen açıklanabiliyorsa!..
Zamanımız velîlerinden birinin:
“Biz hasırdan Mısır’ı göremeseydik, siz Avrupa’da olanları buradan zor seyrederdiniz...”
Yani, insanın yapısında, beyninde bu özellik olmasaydı, siz televizyonu zor keşfederdiniz...
Sözü üzere; bilimin her izah ettiği, gerçekte tasavvuf ehlinin normal yaşantısının müspet ilimle ispatından başka bir şey olmamaktadır... Ki bu konuyu çok daha geniş ve detaylı bir şekilde “İNSAN VE SIRLARI” ile “TEK’İN SEYRİ” adlı kitaplarımızda incelemekteyiz...
Evet, netice olarak bugün insan ilminin objektif bilim sınırını, dışta “İzafiyet - Rölativite - Göresellik”, içte de “Kuantum” görüşüyle çiziyor...
“İzafiyet-Göresellik”, mekân ve zamana, çekim kuvvetine ve idrak edemeyeceğimiz uzaklık ve büyüklükteki hakikatlere dair düşünce dünyamızı objektif yoldan imar ederken...
“Kuantum” görüşü de, madde, atom, enerji birimleri ve özellikleri hakkında idrakın fevkindeki hakikatleri kabul etmemiz gerekliliğini gösteren yolu açmış bulunmaktadır...
Eskiden insan, bilim adına, her şeyi maddeden ibaret sanıp, madde ötesini inkâr eder, madde ötesindeki her şeyi yok sayarken...
Bugün insan, eğer bilim gereği olarak, madde ötesini kabul etmediği, inkâra yöneldiği takdirde; “basit, ilkel yaratık” olarak kabul edilmektedir!..
Evet, değerli okuyucular, bundan yüzyıl öncesinin fizikçileri bir gülün kırmızılığını subjektif (enfüsî) bedii bir ihsas diye nitelendirdikleri hâlde, inanıyorlardı ki hakikatte kırmızı dedikleri şey, ışık yayan uzayın titreşimidir...
Oysa bugünün fizikçileri tarafından aynı kırmızı, bir dalga uzunluğu itibar edilmekte ve onun, fotonları içeren enerji miktarı olduğu da kabul edilmektedir...
İşte bu görüşler dolayısıyladır ki, meşhur bir fizikçi şu alaylı sözleri söylemiştir:
“İnsan, Pazartesi, Çarşamba, Cuma günleri Kuantum görüşünü; Salı, Perşembe, ve Cumartesi günleri de dalga mekaniği görüşünü kullanmalıdır!!!”
Evet, her iki hâlde de kullanılan görüşler, hayalin meydana getirdiği birtakım soyut şeylerdir...
Çekim kuvveti ve elektromanyetizm, enerji, akım, momentum, atom, foton gibi kavramlar ele alınıp da bakıldığı zaman hep fikirde, işaret yollu kabul edilen şeyler olarak ortaya çıkmaktadır...
Ki bunları insan, yer ve gökyüzündeki şeylerin aslı dediği, dıştaki esas gerçeği bulmak için ortaya atmıştır... Ve kendi aklı ile icat etmiştir...
Bütün bu anlattıklarımız, bilimin son derece muazzam gelişmesi, insana tek ve kesin bir şeyi göstermiş, öğretmeye idrak ettirmeye çalışmıştır:
Bilinen MADDE DÜNYASInın ÖTESİNDE, bilinmeyen ve İDRAKIN KAVRAYAMAYACAĞI kadar muazzam bir MADDE ÖTESİ BOYUT MEVCUTTUR...
Ki düşünen bir insanın, bu madde ötesi âlemi yok sayması; veya bu madde ötesi boyuta ait olduğu belirtilen şeyleri inkâr etmesi, en azından, onun basitliğini, ilkelliğini ortaya koymaktadır; o kişi isterse yirminci yüzyılın sonunda ve bilim dünyasının bitişiğinde yaşasın...
Nitekim bu sebeple günümüz düşünen insanı, artık bilmektedir ki, inkâr; bir kişinin o sahadaki boşluğunu örtmek için kullandığı bir savunma silahıdır...
Bilim dünyasındaki bu kısa gezintimizden ve gördüklerimizi önümüze koyduktan sonra, şimdi de onların ışığında esas konumuza dönelim.
Çeşitli yapı ve yoğunluktaki elektromanyetik dalgaların, birbirini tedirgin etmeden rol oynadığı bu dalgalar âleminde, insanın ve onunla ilişkili olarak konuşulan, “ruhun”, “cinin” ne olduklarını anlamaya çalışalım...
Beş duyu blokajından kurtulmuş, tefekkür bineğine sahip, din ve bilim projektörlerinin aydınlığında yürüyen kimseler acaba; “Ruh”... “İnsan”... “Cin” kelimelerini nasıl ve ne şekilde değerlendirirler?..
Biz bütün bu saydıklarımız içinde, sadece “İnsan”ı tanımaktayız ki, bu da onun dış yapısına, yani bedenine ait olan bir tanıyıştır... Bu incelememize “Ruh”tan başlayalım...