Ve kabirdeki bu bitmez tükenmez kâbusa, azaba karşı, şu anda yaşarken tedbir almanız ve bu durumdan kendinizi korumanız da mümkündür ki bu yüzden “Din” gelmiştir...
Yani “DİN”, yukarıdaki hayal edilen bir tanrıya tapınma gayesiyle değil, insanın ölüm ötesi ebedî yaşamı öğrenip, şartlarına karşı kendini hazırlaması amacıyla; kendi hakikatini anlayıp, ALLÂH’ı idraka çalışması için gelmiştir[1]...
“Ruh gücü” denilen şey, beynin güçlü dalga yayımından başka bir şey değildir. Ayrıca, beynindeki bu özellik aynen “ruh”a da yüklendiği için elbette ki “ruh” da bu güce sahip olmaktadır...
“Evliyanın feyiz vermesi” denilen olaya gelince...
Bu kişi, yapmış olduğu yoğun zikir ve riyâzat sonucu, beyninde oldukça önemli bir kapasiteyi kullanabilir hâle gelmiştir. Bu sebeple, çok güçlü verici dalgalar yayabilmektedir.
Böyle birini bulduğunuz zaman, o kişi, güçlü verici beyin dalgalarını sizin beyninize yönlendirir... İşte o anda, sizin beyninizde, o güne kadar açılmamış ek bir kapasite devreye girer ve o an’a kadar anlamadığınız, fark etmediğiniz bir hususu kolaylıkla anlar hâle geliverirsiniz... Konuştuğu birkaç cümle, beraberinde böyle bir güç olduğu için, sizde önemli gelişmeler sağlar... Ve böylece denir ki “ben filanca Zât’a gittim ve bana şöyle feyiz verdi... O anda çözüverdim birçok meseleyi!..”
Esasen beynin yaydığı dalgalar iki türlüdür;
1. Genel yaygın dalgalar...
2. Yönlendirilmiş dalgalar...
Bütün insanların beyinleri zaten genelde yaygın dalgaları yaymaktadırlar...
Dua ise yönlendirilen dalgalar[2] türünde oluşur...
Mesela yağmur duası, belli bir grup insanın, tek bir amaca yönelik olarak beyin dalgası üretmesi; yağmur yağması için o bölgede bulutları toplayıcı belirli bir manyetik alan oluşturma çabasıdır!..
Bunun gibi, özellikle kadınların belli bir istek uğruna bir araya toplanıp şu kadar tespih çekip, dua okuyup, o isteği talep etmeleri, hepsinin beyin güçlerini tek bir isteğe yönelik olarak odaklamalarıdır...
Hac da bunun çok çok büyük ve güçlü bir şeklidir[3]...
Eğer çok sayıda insan, ayrı ayrı topluluklar hâlinde bile olsa, aynı anda ve aynı isteğe yönelik şekilde belli bir konsantrasyondan sonra dua ederse, istekte bulunursa, büyük bir ihtimal ile o istek gerçekleşir.
Nitekim İstiklâl savaşı sırasında çeşitli toplulukların, mevlid veya sair isimler altında yaptığı toplantılarda ettikleri dualar; yani beyin dalgalarını tek bir gaye uğruna yönlendirmeleri ve odaklamaları, toplum üzerinde büyük manevî güç oluşturmuştur...
Manevî yardım denilen şey, beyinlerin tek bir gayeye odaklanarak güç yaymalarından başka bir şey değildir...
Esasen, burada ayrıca belirli bir “melekî” veya kendilerini “uzaylılar” olarak tanıtan cinlerin güçlerinden faydalanmak için yapılan bağlantılar da söz konusu olabilirse de, burada o konuya girmek istemiyoruz...
RİCALİ GAYB denilen yüksek manevî güç sahibi kişiler, “irşâd kutupları” dahi çoğunlukla, yeryüzüne çeşitli ilimleri, güçlü beyin dalgaları ile yayarlar... Ve bu yayınları almaya istidatlı beyinler tarafından bu dalgalar alınarak değerlendirilir...
Belirli konuların Dünya üzerinde, hem de birbirinden habersiz kişiler tarafından algılanarak yürürlüğe konulması; hep bu şekilde güçlü yönetici beyinlerin yaptıkları yayınlardan ileri gelmektedir...
Hatta çeşitli modalar bile Dünya üzerine hep bu şekilde yayılmaktadır, diyebiliriz... Bu hususlar, değerli âlim ve ârif Muhyiddini Arabî tarafından “Fütûhat-ı Mekkiye” isimli eserinde benzetme yollu anlatımla kısmen açıklanmıştır... İsteyenler o esere bakabilirler...
“RUH” kelimesi bize iki büyük özelliği ifade etmektedir:
1. Bilimin de son olarak eriştiği ve foton adını verdiği, şimdiki verilere göre maddenin özü mahiyetinde olarak bildiğimiz, ışıklı enerji zerreciklerinin sahip olduğu enerjiyi meydana getiren bir “ÖZ”dür “RUH”!.. Yani, Evrensel Kuantsal bütünlük!..
Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere, evrenin her zerresi “RUH”la ve “RUH”tan meydana gelmiştir...
“RUH” olmadık hiçbir zerre mevcut değildir... Zira zerre, “kuant” onunla mevcuttur!..
Her ışıklı zerrecik, hareketini sağlayan enerjiyi “RUH”tan almaktadır...
Dolayısıyla evren, ilk var olduğu andan itibaren “RUH”a sahip ve “RUH”la kaîm olmuştur; kâinatın yok oluşuna kadar, yani kıyamete kadar da sahip olacaktır...
Dinî tâbirle, “RUH” ile kâinat yaratılmıştır... “RUH” ile kaîm ve var olan varlıkta, gerçeği itibarıyla asla yok olma düşünülemez...
2. “RUH” adı verilen ve her kuantta yerini bulan “ÖZ” aynı zamanda “ŞUUR” kaynağıdır... Yani, evrende mevcut bulunan her nesnede birimsel ölçüde bilinç vardır... Ancak bilelim ki, bilinç bölünür ve cüzlere ayrılır bir şey değildir.
Dolayısıyla kâinatta var olan her hareket, asla tesadüfi olmayıp, taşıdığı “ŞUUR”un sonucu olarak, bize bugün düzensizmiş gibi gözükse de, gerçekte düzenli hareketler göstermektedir...
“ŞUUR”suz sanılan hayvanlar veya cisimler veya zerrecikler dahi, taşımakta oldukları birimsel bilinç dolayısıyla gerçekte, belirli bir düzen içinde hareket etmektedirler... Ancak, kendileri bu durumu idrak edecekleri bir sistemden, yapıdan öte oldukları için; bu özelliklerini kendileri bilememekte; biz dahi beş duyumuzun kaydında kaldığımız sürece onların bu durumunu idrak edememekteyiz...
Nitekim dinî yoldan da bir delil göstermek gerekirse, fikirlerimizi ispat eden işte bir âyet:
“...Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz!..” (17.İsra’: 44)
Evet, çünkü bilimin bugün “kuant” diye adlandırdığı zerreciklerin ne mahiyetini, ne “bilinç”le ilişkisini ve ne de nasıl bir düzenlilik içinde bulunarak bir vazife ifa ettiğini, beş duyuyla kısıtlanmış, bedenle kayıtlı insanın anlamasına imkân yoktur!.. Bu ancak bilinebilir, kavranabilir... Hepsi o kadar!..
Şimdi de Kur’ân-ı Kerîm’den “RUH” hakkında bilgi veren bir âyeti nakledeceğim:
“Ve yes’eluneke anirRuh* kul irRuhu min emri Rabbiy ve ma utıytüm minel ılmi illâ kaliyla”
“(Yahudiler) sana Ruh’tan soruyorlar... De ki: ‘Ruh, Rabbimin hükmündendir. İlimden size pek az verilmiştir (bu soruyu soran Yahudilere cevaptır bu)!’” (17.İsra’: 85)
Son devirlerin ünlü İslâm düşünür ve mutasavvıflarından İsmail Hakkı Bursevî bir eserinde bu âyeti açıklarken “kaliyl” kelimesinin “iklal” kelimesinden geldiğini; “iklal”in mânâsının da “bir şeyi yerden kaldırmak” olarak anlaşıldığını belirtmekte ve netice olarak burada, “herkesin kendi kapasitesince bu konuda bilgi sahibi olabileceği” mânâsının verilmek istendiğini söylemektedir...
Foton adını verdiğimiz ışıklı zerreciklerin belirli bir oranda ve düzende bileşimi, bu madde ötesi boyutta (âlemde), “İNSAN”, “CİN” dediğimiz varlıkların asıl yapısını meydana getirirken; bu bileşimin belirli ölçülerde “yoğunlaşması” da, saydığımız yaratıkların katlarını veya başka bir tâbirle büründükleri nesneleri meydana getirmektedir, insanın ve cinin perisperisi gibi; keza bu bileşimin, öyle bir özelliği daha mevcut bulunmaktadır ki, o da kısmi “bilinç” sahibi olarak nitelendirdiğimiz fotonların, bu yapıdaki bileşiminin en bariz şekilde “insan”da gördüğümüz ve bildiğimiz mânâdaki “bilinç”i meydana getirmesidir.
[1] Bu konuda çok daha geniş ve tafsilâtlı bilgiyi “İSLÂM” ve “İNSAN VE SIRLARI” isimli kitaplarımızda bulabilirsiniz.
[2] Bu konudaki detaylı açıklamayı “DUA ve ZİKİR” isimli kitabımızda yaptık.
[3] Bu konunun incelikleri ve sırlarını ise “TEMEL ESASLAR” ile “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda bulabilirsiniz.