Mazeret Kurtarmayacak
Uzaydan mı geldi Allâh Rasûlü?..
Uzayda mı yaşadı?..
Uzaya mı gitti?..
Bizim geldiğimiz yerden gelmedi mi?..
Bizim yaşadığımız Dünya’da yaşamadı mı?..
Bizim kimimizin gidip, kimimizin de sırasını beklediği yere gitmedi mi?..
“Andolsun ki size Rasûl geldi içinizden, Aziyz’dir; sizin sıkıntıya uğramanız O’na ağır gelir... Size haristir! İmanlılara (hakikatine iman edene) Raûf (şefkatli) ve Rahıym’dir (hakikatlerindeki kemâlâtlarını yaşatıcıdır).” (9.Tevbe: 128)
Kim mi? Elbette Allâh Rasûlü!
Ötede, Uzay!.. Ötede, ferman yollayan Tanrı!.. Ötede, Tanrı postacısı peygamber!.. Ötede... Ötede... Ötede...
Peki ya sizdekiler?
Ötelerden, karşındakine getiremezsen; içindekini nasıl göreceksin?
“Felçliyim, kaldır beni” diyorsun; oysa bacaklarında yürüyecek kuvvet var; kullanmıyorsun!..
“Sen, sendekini açığa çıkar da, aş ateşi”, diyorlar... “Geçir beni ateşten” diyorsun!.. Ateş, senin kafanın içindeyken; seni nasıl dışarıdaki, olmayan ateşten geçirebilirler?
Allâh Rasûlü’nün RAÛF ve RAHIYM olduğu belirtilirken; sen niye hâlâ uzaydan bir Raûf ve Rahıym bekliyorsun, uzayından beklemek yerine?
Sen ey uzayı bilmez!.. Uzayından habersiz!.. Lafta, “ben” deyip; öteden himmet bekleyen uzaylı...
En muhteşem örnek Allâh Rasûlü açık seçik önünde dururken; niye O’nun yaşantısını örnek alarak sorunlarını çözmezsin de, hâlâ birilerinden himmet bekleyerek günlerini tüketirsin?
O böyle hareketlerle yüzebiliyorsa, niye ben de aynı hareketlerle yüzmeyeyim, diyerek kendini, okyanusun olmasa da, denizin sularına atmazsın!?. Ömrün kumda oynayıp; yüzenleri seyretmekle; dedikodularını yapmakla mı geçecek?..
“OKU” diyenin mi yok, okuyamıyorsun!.. Yoksa, hâlâ harfleri heceleyip; anlamını bilmediğin kelime sesleri çıkararak, “OKU”duğunu mu sanıyorsun?
Hâlâ, “oku”nası bir sistemin karşısında olup; “OKU”man ve gereğini yaşaman zorunluluğunu fark etmeyecek misin?
Galaksinin ya da evrenin bir ucundan ferman yollayıp buradaki postacısına, onunla hükümlerini tebliğ eden; komutlarını tutanı görünmeyen uçan dairelerle cehenneme uğratmadan cennetine yollayıp; emirlerini tutmayanları da cehennemine sevkedecek olan Tanrı ve zevkleri varsayımına daha ne kadar şuursuzca inanıp bağlanacaksın?..
Atalarının sapık din anlayışına uymanın, insanı ne kadar büyük pişmanlıklara sevkedeceği, defalarca tekrarlanmıyor mu Kur’ân-ı Kerîm’de?
Kur’ân meâlleri; o meâli yazanın, okuduğundan anladığı kadarıdır! Kur’ân değil!
Yazdığım yazıların pek çok cümlesinde, en azından iki mânâ mevcut olduğu hâlde; üstelik pek çok cümlesi de daha fazla anlam ihtiva ettiğinden, yabancı dile çevirisi, hiçbir zaman Türkçe’de içerdiklerini içermediği hâlde; nasıl olur da, Allâh vahyi olarak Rasûlü’nden açığa çıkan cümleler, okuyanın anlayabildiği kadarıyla ve tek bir anlamla kayıtlanmış hâliyle, “Kur’ân” diye kabul edilebilir?.. Ve dahi bu çeviriyle, kulluk edilir?..
Arapça olmayan Kur’ân ile tapınılır!..
Arapça olan Kur’ân ile kulluk edilir...
Aradaki farkı anlayamayan anlayışı sınırlılar ile anlayışı kıtlara yeniden ortaokula başlamaları tavsiye edilir!
Asıl işareti anlamayanlar, çevirilerde, o derinliği vermeyen kelimelerle, Kur’ân-ı Kerîm’in fark ettirmek istediklerini, bilerek veya bilmeyerek örtmüşlerdir maalesef, günümüze kadar uzanan şekliyle...
Farsça olan “namaz” değil; Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanımıyla; “SALÂT”!
Farsça olan “namaz” kelimesi “salât”ın vermek istediklerini içermez!..
O yüzden de “kılınır” olmuştur! “Ötedekine bir tür tapınma” anlamınadır namaz!..