İşte bütün bu anlatılan mânâlar, şayet bir kişide oluşacak ise, önce o kişide, oluşacak bu mânâlara uygun bir “TAKDİR” söz konusudur.
Ayânı Sâbitesi (sâbit olan mânâsı), yani hangi mânâyı gerçekleştirmek üzere meydana getirilmiş olduğu hükmü birinci aşamadır... Sonra o hükme uygun olan istidadı; sonra da o istidada elverecek kabiliyeti ikinci aşamadır... Bundan sonra, o hükme göre kendindeki bu mânâların ortaya çıkmasına vesile olacak bir başka birime rastlaması; o birime varlığını teslim etmesi; nihayet onun varlığında bu teslimiyet sonucu olarak, varlığının “hiç”lenmesi; ve son olarak “hiç”lenişin neticesinde orada yaşanılan saydığımız mânâların açığa çıkışı...
Nokta’dan... İnsan’a!
İnsan’dan... Nokta’ya!
Ezel ve Ebed mânâlarının sınırlarını eritmiş, benliğinin gerçeğini yaşayan ve “ben”liğinin sınırsızlığı ve sonsuzluğu içinde, “Hiç” olan!..
Aslında, sonsuzluk derken, Esmâ âlemine işaret ediyoruz. Çünkü, “Zât”ı itibarıyla sonsuzluğundan söz edilmez!..
Mânâları itibarıyla sonsuzdur! Sınırsızlığı, vasfı yönündendir!.. Sonsuzluğu mânâları, Esmâ’sı yönünden! Sınırsızlığı, “Ben”liğinin vasıfları itibarıyladır.
“Zât’ı hakkında tefekkür edilmez!”
Hükmünce, Zâtı yönünden, ne sonsuzluğundan, ne de sınırsızlığından söz etmek mümkündür!.. Hatta, “Ahadiyet” dahi, vasfıdır... Zât’ının bir vasfıdır, yani sıfatıdır!..
Esasen dikkat ediniz ki...
“ALLÂH”, ismidir O’nun! Bize bildirildiği kadarıyla vasıflarını ve özelliklerini bilebildiğimiz bir varlığın ismidir “ALLÂH”!..
Nasıl “Hulûsi” bana verilmiş bir isim ise; o isim ile bana işaret edilirse; “ALLÂH” ismi ile de O yüce Zât’a işaret edilir. Dikkat edelim, fark edelim ki, isim, isim konulan değil; isim konulana işaret aracıdır!
“Hulûsi” ismi beni, ortaya çıkmamış özelliklerimi ne oranda anlatırsa; “Allâh” ismi de O muhteşem varlığı o oranda anlatır!
O Yüce Zât, “ALLÂH” ismi aynasında kendini seyreder!..
Dilenmiştir ki, “ALLÂH” ismi aynasında, insanla kendini seyretsin!
Ehline bu kadarlık işaret yeter!
Biline ki; Zât, sıfatlara dayanan herhangi bir anlamla kavranılmaktan ötedir!
Kim ki Zât’tan, Zât’ın hâllerinden bahsediyorsa, o bu konuda cahildir, taklit ehli olduğunu itiraf ediyordur farkında olmadan!.. Çünkü Zât’ın ancak sıfatlarından söz edilebileceğinin irfanına sahip olmamıştır henüz!
“Esmâ”nın ulaşamadığı; tefekkürün durduğu, fikrin cereyan etmediği, yaşamın, hissiyatın, sözün edilemediği “HİÇ”lik hakkında ne bir söz söylenebilir, ne düşünülebilir, ne de yaşantıdan bahis açılabilir...
“Yerleri ve gökleri yaratmadan evvel O, âmâ’da idi. El an öyledir...”
O, öyle bir mutlak karanlıktır ki...