Olayın neden nasıl kaynaklandığını, o âyetin kimlere hitap ettiğini insanlardan saklayıp, sadece son kısmını söyleyerek konuyu çarpıtıyorlar. Ayrıca, bu konuda açıklama yapmış zevâtı da suçlayarak, kendi cehaletlerini örtmeye çalışıyorlar.
Kısaca olayı özetleyelim…
Üç Yahudi âlimi aralarında anlaşırlar ve Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ı imtihan amacıyla, O’na “RUH” konusu dâhil, üç soru sormaya karar verirler. Derler ki birbirlerine, “Bugüne kadar RUH konusunda hiçbir kimse bilgi vermemiştir. Eğer o konuda açıklama yaparsa, biliriz ki yalancıdır”.
Bundan sonra gelirler ve sorularını sorarlar.
“RUH”un ne olduğunu soran Yahudi âlimlerine şu âyetle cevap gelir ertesi gün:
“(Yahudiler) sana Ruh’tan soruyorlar... De ki: ‘Ruh, Rabbimin hükmündendir. İlimden size pek az verilmiştir’ (bu soruyu soran Yahudilere cevaptır bu)!” (17.İsra’: 85)
http://www.ahmedhulusi.org/tr/kitap/ruh-insan-cin/ruh-nedir
Kısaltarak naklettiğim, fakat orijinalini “Ruh İnsan Cin” adlı kitabımın “Ruh Nedir?” bölümünde okuyabileceğiniz bu konuyu dikkatle incelerseniz, “RUH” hakkında az bir bilgi verilmiş olanların, âyetin muhatabı olan Yahudiler olduğunu apaçık görürsünüz…
Nitekim İmam Gazâli başta olmak üzere pek çok İslâm âlimi ve velîsi olduğunu düşündüğümüz zevât “RUH” konusunda çeşitli açıklamalar yapmıştır.
Önceki yazımda, bazı “şatâhat” sahibi zâtlarla ilgili yanlış anlamalara yol açabilecek bir hususa da burada açıklık getirmeye çalışayım...
Kişi varlığın ve kendisinin hakikatini, orijinini sorgulamaya başladığı ilk aşamada, BEN-EGO-ENE merkezli bir düşünce sistemine sahiptir.
“Nefs-i emmâre” yani “emreden bilinç” diye tanımlanan bu kişilik, kendini yalnızca beden yapı olarak kabul ederek, bildiği her şeyin bu “ben”e ait olmasını ister.
“Ben” en iyisini yiyeyim, içeyim, her şey benim olsun!.. Maneviyat mı var, benim olsun… Mertebe mi var, en yükseği benim olsun! “Allâh” mı var, ben O’na en yakın olayım türünden benliğine yönelik istekler, hep düşüncesindedir…
Bu sorgulama ve düşünce içindeyken kişi, öğrendikleri ve yaptığı çalışmalar sonucu oluşan gelişmeyle yavaş yavaş fark etmeye başlar ki, “Ben” dediği varlık, gerçekte yalnızca, “O” diye düşündüğü varlığın tasarrufundadır… Tüm varlığını “O”na borçludur. Her an varlığında “O” hükmünü sürdürmektedir. Ve dahi tüm varlıkta her an hükmü yerine gelen “O”dur!
İşte bu anlayışa gelince, kendini hâlâ “O”ndan ayrı olarak varsanmaktan dolayı “eleştirmeye”, yani kendi kendine “levm” etmeye başlar. “Niçin varlıkta mutlak hüküm süren olarak “O”nu bildiğim hâlde, hâlâ karşımdakilerin yaptığını “O”ndan olarak göremeyip, “O”ndan perdeleniyorum” fikri, kendisindeki “şirk” anlayışı (şirki hafî) olarak açığa çıkar!
Bu ve benzeri çeşitli “ikilik” bakış açılarına sık sık düştüğü için de hep kendine “levm” eder; yani kendini eleştirip üzülür. Bir an gerçeği düşünür; sonra olaylar içinde varlığın ve karşısındakinin hakikatinden perdelenmiş, gaflete düşmüş olarak uzunca bir süre bu süreçte yol alır…
“Levvâme” bilinç anlayışından bu gerçek yüzünden söz etmeyen birçokları, meseleyi, çeşitli dinsel tekliflere itaatsizlik dolayısıyla edilen “levm”e bağlayarak çevrelerindekilere anlatmıştır! Bu da onları, kendilerince bir gerekçeyle oyalamaktan başka bir şey değildir.