İster yaşamakta olduğumuz katman olan uzay evreni, ister katmansal evrenler olsun, hepsi de gene algılama sistemimize GÖRE olup; “eşyanın hakikati” bunun ötesindedir! Bu da “göz” ile değil, “Semi” ile algılanabilir, “Basıyr” ile değerlendirilir.
Beyin, algılamasındaki “semi”yet ve “basîr”etin, çok yüksek frekanslı üst açılımlarının devreye girmesiyle kendisinde açığa çıkacak olan “oluşmuştan oluşturan boyuta” (eserden müessire) yoluyla “eşya”nın ve kendisinin “Hakikatini” kavrarsa, “print-out”u (çıktısı) olan bilinç de “B-ismi Allâh”ın anlamını hissetme hâlini yaşar!
“Allâh” adıyla işaret edilenin isimleri olarak bildirilen “Esmâ ül Hüsnâ”, tasavvufta “Esmâ mertebesi” olarak tanımlanır.
“Esmâ mertebesi”nin bir tanımı da “Ceberût âlemi”dir!
Bu mertebeye “ilk tecelli” denir.
Bu kemâlâtın açığa çıktığı zevât, bu tecelli ötesinde ikinci bir tecellinin (Tecelli-i sâni) asla var olmadığını dillendirmişlerdir.
Bu mertebe itibarıyla kesret (çokluk) ve kesrete dayalı kavramlar asla söz konusu değildir! Halkın, evliyadan sandığı “Mülhime” anlayışı içinde olanların, tahkiklerindeki “Allâh” ismini verdikleri mertebedir burası!
“Hayy”, “Aliym”, “Müriyd”, “Kaadir”, “Semi”, “Basıyr”, “Keliym” isimlerinin işaret ettiği vasıflar, “NOKTA” olan ve “heyulâ” ismiyle de işaret edilen “Esmâ mertebesi”nin ana vasıflarıdır; ki bu yüzden “Zâtî Sıfatlar” olarak kabul edilmişlerdir. Muhakkik olmayan, “ALLÂH” ismiyle bu mertebeye işaret edildiğini sanır! Heyhât! Nerede bu mertebe, nerede “EKBER”iyet işareti!
“Kurbiyet” sahipleri ise, “Ekber”iyet seyri içinde “haşyet” ile “seyri meallâh”tadırlar. (Farkındayım çok tasavvufî oldu, ama bunların Türkçeleştirilmesi için başlı başına yeniden bir tasavvuf tâbirleri kitabı yazmak gerek. Ona da şimdilik müsait değilim… Anlaşıldığı kadar! Anlayana... Üzgünüm!)
“Esmâ ül Hüsnâ” olarak bildirilen veya onların ötesindeki, umuma açıklanmamış olan tüm “isim”lerin işaret ettiği özellikler, hep bu tek “Vücud”a aittir!
“Ahad” ve “Samed” olarak tarif edilen bu “Vücud”, diğer isimlerin işaret ettiği özelliklere dahi sahiptir; ve dahi, o isimlerin işaret ettiği özellikler hep bu “Vücud”da yaşanmaktadır!
(İhlâs Sûresi’nin birinci bölümü bu gerçeği vurgular; “lem yelid…” anlatımı ise Tecelli-i sâni’nin var olmadığını anlatır müşahedemize göre.)
İşte bu “Esmâ mertebesi”nin bir özelliği “ezel”iyeti, diğer bir özelliği ise “ebed”iyetidir…
Kulda, bu isimlerin işaret ettiği anlamların tümü dahi, her an açığa çıkmaktadır; ama ne var ki, kul, bunun farkında değildir pek çok zaman! (Âdem’e isimlerin talim edilmesi konusu)
Daha beynindeki faaliyetlerden, bedenindeki faaliyetlerden haberi olmayan insanın, kendisinde her an varlığını devam ettiren “Esmâ”nın bilincine ermesi ne kadar mümkün olur ki!..
İşte bu yüzden meydana gelen anlayışsızlıkla, mesela “el Hasiyb” isminin mânâsını “kıyametten sonra mahşerde hesaba çekecek olan” anlayışıyla sınırlandırıp, “Seriy’ul Hisab”dan perdelenir! “Âhir”etinin bu ismin sonucu oluştuğundan perdeli olarak, âmâ olarak bu dünyadan geçer gider; ebediyen âmâ olarak yaşamak üzere!
“İsim”lerin anlamları, her mertebe anlayışına göre farklı derinlik ve mânâ kazanır. Çok sınırlı olarak dilimize çevrilmiş “Esmâ ül Hüsnâ” mânâları, yalnızca düşünce kapısının zilini çalabilmek içindir!