“Salât”ın (yöneliş), yani namazın, niçin “olmazsa olmaz” şartlardan olduğuna dair bir derûnî sır… Niçin, namaz “DİN”in direği?
“Esmâ mertebesi” ve “Allâh isimleri”...
Evet, yazılabilecek ölçülerle girelim konulara…
“Yazılabilecek” dedik de… Eskiden bu iş kolaydı, meydan boştu!
Geçmişte, bu konuları kendilerine ulaşan geleneksel anlatım üslubu ve kayıtları içinde anlatan değerli mürşidler vardı… Çevrelerinde, kendilerine iman etmiş, teslim olmuş, her dediğini âdeta kerâmet kabul eden zevât… Dikensiz gül bahçesinde gül derlemekti yapılan iş geçmişte!
Oysa bugün, ne “mürşid”lik etiketine sahip çıkan biri var sizin karşınızda; ne de yazanın, kendine iman etmiş, teslim olmuş kapalı devre inananları!
“Okur”-“Yazar” olmaktan öte hiçbir vasfı ve etiketi olmayan bir garîp “Allâh kulu”, müşahede dünyasında okuduklarını yazıyor… Mızraklı ilmihâlden ya da lisanını bile hiç anlamadığı kitaplardan din konusunu öğrenmiş(?) kişiler ortamında; Rasûlullâh öğretisinin sırlarını deşifre etmeye çalışan bilgileri, müşahedeleri, ehliyle paylaşmaya çalışıyor. Ne tür tepkilere muhatap olmakta olduğunu artık siz hayal edin!
Kendisini et-kemik beden, beynini et parçası kabul edip; tanrıyı gökte oturarak, ucu yıldızlı sihir sopasıyla yeryüzünü, yeryüzüne uzanan elleriyle toprağı suyla karıştırıp insanları halkeden; bütün eşyanın isimlerini öğreten; sihirli sopasıyla bir anda türler icat edip yaratan veya tür değiştiren, sonra da onları denetleyip sınava sokan bir tanrı kavramıyla şartlandırılmış insanlar ortamında, “ALLÂH” Rasûlü, vahiy sahibi son Nebi’nin en büyük mucizesi muhteşem bilgi kaynağı Kurân’ın sırlarından söz etmek!.. Acayip bir iş!
Neyse… Konuyu yaymayıp, gelelim kısa kısa başlık altlarına…
Önemli bir çoğunluğun yazdıklarımızı anlayamamasının en büyük sebebi, bilimsel verilerle insanın yapısını tanımamaları sonucu her şeyi madde gözüyle değerlendirmeleridir.
Tüm olaylara maddeci bir göz ve anlayışla yaklaşmaları, beyindeki tüm algılamaların tamamıyla bir elektromanyetik dalga çözümü olduğunu, gerçekte toprak veya madde bir dünyanın beyinde ve ruhta asla yeri olmadığını anlayamamaları; sonuçta, onlarda, anlattıklarımızın havada kalmasına yol açmaktadır. Eğer birazcık, eskileri tekrardan vakit bulup, çağın bilimsel verilerine dayalı veritabanı-bilgi birikimi edinerek yeniden değerlendirebilseler, o zaman Kurân’ın ne kadar muhteşem bir bilgi kaynağı olduğunu fark edebilecekler; taklit yollu kabulün ötesinde.
Keza “vahdet” konusunu dahi, bugünkü maddeyi esas alan yaygın din anlayışıyla değerlendirebilmek mümkün değildir.
“Yâ Rabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!” diyor Hazreti Muhammed.
Maddenin, algılama organlarının sınırlarına GÖRE var kabul edildiğini; gerçekte madde-mânâ ikiliğinin (ayrımının) asla var olmadığını fark ve idrak edebilmek için, önce “eşyanın hakikatini” görebilmek; Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın niçin bu duayı yaptığını anlamak gerekir.
Bütün insanlar –herkes değil–!
Yalnızca bir insan, “maddeyi görüyor” ve “var” sanıyor! Göz verileriyle kendilerini bloke ettikleri sürece de öyle sanmamak gibi bir şansları yok! Çünkü çok insan aynı göz kapasitesiyle algılıyor!
Ne demek bu şimdi?
Şu demek: Tek, bir ve aynı algılama ölçütü var tüm insanlarda!..
Ayrıca, tüm geliştirilen algılama aracı cihazlar dahi, hep gene bu tek görme, işitme ve dokunma duyusuna GÖRE geliştirilmektedir ki; geliştirilmiş cihazlar ne düzeye erişirse erişsin, insanın maddenin derûnuna dayalı sınırlı göresel algılamasını değiştirmeyecektir.