Beyin dahi, İngilizcede “data” denen evrensel salt “bilgi”nin, “print-out”udur!
Dolayısıyladır ki, geçmişteki bir kısım önde gelen evliyaullâhın “âlemlerin aslı hayaldir”, “yaşananlar hayal içre hayal içre hayaldir” şeklindeki keşifleri mutlak gerçeği yansıtmaktadır!
Ceberût âleminden, “data”dan, yani “Esmâ mertebesinden” gelip, Nâsut âleminde madde (?) dünyasında beyin olarak açığa çıkan ve tekrar geldiği yoldan “aslı”na rücu eden (dönen) anlamlar, her an var olup yokluğa gitmekteler; yüzlerce yıl önce keşif yollu algılandığı üzere.
“Salâvat ve Ayna Nöronlar” ile “Kurân’ı Neden Anlamıyoruz?” başlıklı yazılarımda, insanın “madde” algılamasının yalnızca beş duyudan kaynaklanan bir zan olduğunu, oysa içinde yaşamakta olduğumuz gerçek boyutun çok farklı olduğunu anlatmaya çalışmıştım.
Muhteşem bilgi kaynağı Kurân’ın ve Allâh Rasûlü’nün işaretlerinin hakkıyla değerlendirilmemesi sonucu, tamamen saptırılmış bir din anlayışının toplumlara yerleştiğini, bunun sonucunda da çoğunluğu her şeyi madde sanan ve gelecekteki yaşam boyutlarının dahi “madde” üzerine kurulu olduğunu hayal eden bir neslin yetiştiğini fark ettirmeye çabaladım.
“Dünya’da âmâ olan (basîret körü), âhirette de ebediyen âmâ kalır” uyarısının nedenlerini anlatmaya gayret ettim.
“Dünya” ismi bir anlamıyla üzerinde yaşadığımız arza işaret ederken, diğer anlamıyla da “kişinin dünyasına” işaret eder!
“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir” hükmü, “kişinin dünya”sıyla ilgilidir; fizik Dünya ile değil!
Bütün insanlar kendi dünyalarında yaşarlar. Kendi “nokta”larının projeksiyonu içinde oluşan konideki “dünyalarında”! Birbirleriyle iletişimlerine rağmen! Rüya, bunun apaçık misalidir.
Fizik Dünya’nın cehennemi her ne kadar Güneş ise de, Dünya, sonuçta Güneş içinde buhar olup, yok olup gidecek; algıladığımız anlamda toprak veya madde kalmayacak olsa da... Kişinin cehennemi, hem bulunduğu mahal itibarıyla, hem de içinde yaşadığı hâl itibarıyladır. İçinde bulunduğu bedeni ve yaşadığı ortamın canlıları itibarıyla yaşayacağı cehennem yanı sıra, bir de bildiğimiz anlamdaki ateş değil, kişiyi yakan manevî anlamdaki ateştir! Tıpkı çok sevdiğini, bağlı olduğunu yitiren insanın yanmasına yol açan ateş gibi! Bu olay Kurân’da, kişinin tekrar tekrar derilerini yakan ateş olarak sembolleştirilmiştir. Yoksa maddenin ve dolayısıyla maddeden oluşan bedenin olmadığı ortamda, fizik ateş tahayyülü yalnızca robot beyinlerin ezberleyip tekrar edeceği bir olaydır!
Hadislerden haberi olmayan ya da aklı basmadığı için onları inkâr eden din adamları ve ilâhiyatçıların (tanrıbilimci) bu olayı deşifre edebilmesi elbette mümkün değildir.
“Kıyamet günü, Güneş’in Dünya’ya bir mil mesafeye geleceğini, insanların sıcaktan terlerinin bellerini ya da ağızlarını gemleyeceğini” söyleyen Allâh Rasûlü’nün nasıl bir cehennemden söz ettiğini anlamak için çok kapsamlı ve sistemli düşünen bir beyne sahip olmak gerekir. Âyet ezberleyip, üç kuruşluk aklının kavrayamadığı hadisleri inkâr eden sözde din âlimlerinin bu konuları değerlendirmesi elbette mümkün değildir.
Olayın bu kadar açık ve sarih yanlarını kavrayamayanların, insanın hakikatini, varlığın aslını ve insanın ne yönüyle cennet diye tanımlanan boyutu, nasıl ve nerede yaşayacağını ya da neden, nasıl yaşayamayacağını anlaması ise hiç mümkün olmaz elbette.
Öte yandan, tasavvuf menkıbeleriyle ömür tüketip; mahallelerindeki zamanın “gavs”ı(!) olan şeyh efendinin “Her şey “Hak”tır, Hak’tan başka bir şey yoktur, ben de Hakk’ım, sen de Hak’sın” anlatımlarıyla avunan kişilerin, “zâhidân”ı (yoğun ibadetle tanrıya tapınan) evliyadan sanması elbette ki gayet normaldir.