Oysa, “Esmâ” dediğimiz “isimler”, insan gibi düşünen, insan gibi özellikleri olan ötedeki bir tanrının değil, ismi “Allâh” olanın özelliklerine işaret eden isimlerdir...

İşte size bir örnek: “Esmâ ül Hüsnâ”dan “El HASİYB” ismini hatırlayın…

İşte “Esmâ mertebesi”nde var olan bu ismin işaret ettiği özellik, tüm “çok boyutlu tek kare”lerin, birbirinin sonucu olarak oluşmasını ve dolayısıyla birbirini izleyen bir seyir takip etmesini sağlayan, yani “sebep-sonuç” dediğimiz ilişkiyi doğuran temel özelliktir. Mikrodan makroya her birim ve yapı bir sonraki anda, bir önceki anda kendisinden açığa çıkanın sonuçlarını yaşar!.. Bugünün, dünün sonucudur! İster beğen, ister beğenme, istersen de pişman ol!

Bu durum da, her an yeni bir “şan”da oluş olarak anlatılır ki aslında “küll” denen “tümel”in, TEKİL bir varoluş dönüşümünden başka bir şey değildir. (Bunu hissedebilmek için, seyredebilmek için eskilerin tâbiriyle “kalp gözüyle”, önce mekânsız ve şekilsiz görme özelliği açığa çıkmalıdır...)

Bu isimlerin işaret ettiği TEK’teki özellikleri, beşerin dünyasındaki olay ve ölçülerle değerlendirmek çok büyük bir gaflet olup; sonuçta bilinci bir tanrı-ilâh anlayışına hapseder! “Seriy’ul Hisab” (hesabı anında gören) mecazı, toplumların şartlandırıldığı beşerî mânâda karşılıklı bir “hesaba çekme” olayına değil, TEK’in Evrensel Sistemi’nin işleyiş mekanizmasındaki bir özelliğe işaret eder; tıpkı Esmâ’dan her bir isim gibi!

“Esmâ” mertebesini ve “her an yeni bir şan alış” sonuçlarını, kendini maddeden ibaret sanan beşerin dünyasına GÖRE yapılmış olan tarif veya tanımlamalar düzeyinde değerlendirmeye kalkışmak, ancak perdelilik yaşamı için yaratılmış olmanın bir sonucudur...

Burada fark edilmesi ve kavranılması zorunlu çok önemli bir konu var:

Beynin çalışma sistemi!

Varoluş özelliği dolayısıyla beyin, hayal yollu madde kabulünü oluşturuyor insanlarda… Oysa “beyin” kelimesiyle tanımladığımız yapı, boyutsal derinliği itibarıyla “ruhlar âlemine” ait bir yapıdır! (“Bedenleriniz ruhlarınızdır, ruhlarınız bedenlerinizdir” hadisi ve “Zâhir Bâtındır” uyarısı)… Bu yüzden de, ister kendi “ikizi”ni deyin, ister “ruh”unu deyin, ister “back-up”ını deyin, kendindekinin bir kopyasını oluşturup, yaşamını sonsuza dönük devam ettiriyor Yaratan’ın muradınca; varlığını oluşturan “Esmâ” özellikleriyle, yani derûnundaki “Rubûbiyet hakikatiyle”!

Maddeye göre mânâ kabul edilen bu boyut, tek tek birimlerin oluşturduğu çokluk itibarıyla “Efâl” âlemi diye tanımlanmıştır ki; gerçekte ehlullâh indînde (seyrinde) böyle bir boyut “yok”tur! 

Çünkü bu boyutun aslı “hayal”dir! Varlığı yalnızca “ilim”de mevcuttur!

Tıpkı, dışarıda algılanan şeylerin, beynin içinde var olmayıp, beyindeki varlıklarının yalnızca bilgi ihtiva eden dalgalardan ibaret olması gibi!

“Esmâ” mertebesine sanki ayna olan “beyin” adını verdiğimiz, “kalp” diye “şuuru” itibarıyla tanıtılmış yapı, eğer “fuad” denilen “holografik gerçeklik”ten kaynaklanan ve varlığındaki “Esmâ” hakikatinden projekte olan “ilmin şuuru” ile “iman nûru” olarak işlev görürse, açığa çıkar!..

Ancak bu açılımın sonucunda, “kalp” gördüğünü yalanlamaz ve o hakikate göre yaşar ki getirisi, varlığında gören “Basıyr”, işiten “Semi”, konuşan “Keliym” olur… Ama bakanlar, hâlâ onu insanca görür, yaratılış amaçları gereği!

Burada önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda da ek açıklama yapmak istiyorum:

Son paragrafta anlattığım olay tasavvuf terminolojisinde “Tecelli-i Esmâ” diye tanımlanmış olan yaşamın açığa çıkışıdır. “Tecelli-i Zât” ve “Tecelli-i Sıfat” bundan önce yaşanmıştır. Sonrası ise “Tecelli-i Esmâ”nın, “Tecelli-i Efâl”idir…

“Tevhid-i Efâl” ile başlayan yaşam açığa çıkışların urûc yollu gerçekleşmesine mukabil, “Tecelli-i Zât”tan başlayıp “Tecelli-i Efâl”e uzanan seyir tenezzül yolludur. Bunların tümü de “Esmâ mertebesi” kapsamında gerçekleşir; muhakkik olmayıp kitabî bilgilerle taklit yollu “Zât” boyutunda yaşadıklarını sananların aksine!

 

17 Eylül 2007

94 / 109

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!