Kur’ân-ı Kerîm'in Çözümü
Dünya, “Kova” dönemine girdi! “Yenilen“ hükmü geldi!
Kur’ân-ı Kerîm’e farklı bir pencereden yepyeni bir anlayışla bakma ve değerlendirmeye çalışma süreci başladı bu fakirde!
Kur’ân-ı Kerîm’de sürekli dikkat çekilen “Atalarınızın, babalarınızın izi üzerindeyseniz, ya onlar yanlış izdeler ise!” uyarısı bu Mucize BİLGİ kitabını en baştan ele almamı zorunlu kıldı!
Bin küsur yılda o çağların anlayışına dayalı yorumlarla hadsiz hesapsız karmakarışık olmuş ve Tevrat’ın bozulmuş hâlinden kaynaklanan hikâyelerle harmanlanmış; halk da anlasın diye avamileştirilmiş DİN anlayışının gerçeğine, ancak Kur’ân-ı Kerîm ile yönelinebilinir diyerek işe başladım Ramazan ayının on beşinci gecesi. Abdülkerîm el Ciylî’den, Abdülkâdir Geylânî’den, Muhyiddini Arabî’den İmam Rabbanî’ye; Ahmed Rufaî’den İmam Gazâli, Râzi’ye kadar (Allâh rahmet ve bereketi daim olsun üzerlerine) uzanan sayısız ehlullâhın anlayışını esas alarak, anlayabildiğim Kur’ân-ı Kerîm’i kardeşlerimle paylaşma çalışmasına başladım. Şükür ki, günlük 15-18 saatlik çalışma temposuyla 120 günlük sürede tamamlayabildim.
İşte böylece de; “B” harfinin işaret ettiği anlam ışığında âyetler ele alınırsa, Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl anlayabilirim; çalışması meydana geldi.
Kur’ân-ı Kerîm, her devir insanına, Hakikate/hakikatine giden yolu göstermek için hitap ettiğine göre; bildirilen gerçeği, çağımız realiteleri ışığında ve eşliğinde nasıl anlamalıyım çalışmasıdır bu!
Binlerle sene öncesinde oluşmuş ve detayları asla bilinmeyen olayların bu çağın ya da gelecek çağların insanına nakledilmesindeki amacı açıklama çalışmasıdır bu, diğer yandan.
Ayrıca en önemlisi, birbirinden kopuk olaylar, hükümler, fermanlar ve tanrının buyrukları olarak anlayışımıza sunulan bu mucize BİLGİ’deki bütünlük noktası nedir ve “İnsan”ı neden ilgilendirmektedir, çalışmasıdır.
Şimdi gelelim, bir kısmını çalışmamızın da içine aktardığımız bulgularımızın neler olduğuna.
Kur’ân-ı Kerîm “İnsan”a gelmiştir; ona kendi varlığının hakikatini ve geleceğinde nelerle karşılaşacağını bildirerek, buna göre neler yapıp nelerden kaçınması gerektiğini vurgulamak amacıyla!
“İnsan”ın hakikati nedir? Kur’ân-ı Kerîm niçin “İnsan”a hakikatini “HATIRLATMAK - Zikir” için gelmiştir!
Bu soruların cevapları, “Allâh” adıyla işaret edilenin “İnsan” tarafından nasıl anlaşılması gerektiği yanı sıra en başta gelen konudur Kur’ân-ı Kerîm’de!
Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbu üzere yaklaşıp, bir misal ile açıklamaya çalışayım konuyu. Bir çocuk düşünün, doğduğu gün onu bir otomobilin içine koyuyorlar ve kırk yıl hiç çıkarmıyorlar ve öylesine şartlandırıyorlar ki “Sen bu otomobilsin” diye; artık çocuğun, kırk yaşına geldiğinde kendisinin o otomobil olmadığı yolunda hiçbir şüphesi kalmıyor! İşte bu çocuğa, diyelim ki kırk yaşına geldiğinde, biri gelip “Sen bu otomobil değil bir insansın, in arabadan özgür yaşa” diyor. Oysa çocuk, direksiyonu, vites kolunu, gaz - fren pedallarını kendi organı gibi görür hâlde yaşıyor artık! Şimdi ona nasıl “hatırlatılacak”, fark ettirilecek otomobil değil “insan” olduğu; otomobilsiz yaşayabileceği özgürce! Önce söyleyene inanması gerek... Sonra da denilenleri yaparak otomobilden ayrı yaşayabileceğini fark etmesi...
İşte bu basit misalde anlatılmaya çalışıldığı üzere, “İnsan” olan “şuur” sahibi varlık, gözlerini “bilinciyle” yaşayan bir “insansı” bedeninde açmıştır! Aslı “Akl-ı küll” olan “şuur”, yetişme sürecince örtülü kalmış; “İnsan” kendisini, yarın toprak olacak, biyolojik bedenden ibaret varlık olarak kabullenmiştir.
Oysa, “İnsan”a hakikati; kendisinin, toprak olup gidecek geçici insansı bedeni değil, aşama aşama boyut değiştirerek melekî yapıda kendisini bulacak (84.İnşikak: 19) ve bu yapısıyla da, melekî özellikleriyle cennet boyutunu yaşayacak varlık olduğu “hatırlatılmalıdır”!
İşte bu yüzden Rasûller açığa çıkarılarak, “İnsan” özelliğine sahip olan “insansılık” kabulündekiler uyarılmıştır! “İnsan”lar hakikatlerini hatırlayıp, buna iman etmiş hâlde gereken uygulamaları yaparak, kendilerini toprak olacak beden sonrası evredeki sonsuz gelecek yaşama hazırlarlar. “İnsan”lıktan nasiplenmemişler de, hakikatlerini inkâr ederek (kâfir olarak), toprak olup gidecek “insansı - bedensel” zevkleri ile ömür sürüp; sonunda “şuur”un açığa çıkış sonuçlarını yaşamaktan mahrum bir hâlde “bilinçli varlıklar” olarak “cehennem” adıyla bildirilen bir başka boyut ve ortam içinde yaşamlarına sonsuza dek devam ederler.
“Çokluk” âlemlerinde “yok”tan “var” kılınmış her şey, “Allâh” adıyla işaret edilenin “El Esmâ ül Hüsnâ”sıyla varlığını sürdürüp işlevini yerine getirdiği içindir ki; “şuur” boyutu itibarıyla bu hakikat boyutunu algılayıp yaşayan “İnsan”, yeryüzünde açığa çıkışı itibarıyla “halife” olarak tanımlanmıştır. Kurân’a göre, bunu hisseden, yaşayan, “Diri”dir; “Gören”dir; buna karşın hakikatini fark edemeyen veya inkâr eden ise “ölü”dür; “âmâ - kör”dür! İşte hakikatini hissedip yaşayan, “şuur”unun hakikati itibarıyla “melek - kuvve” olan “İnsan”ın aslı da, Allâh isimlerinin işaret ettiği özelliklerdir ki, bu isimlerin mânâlarının onda “insana yakışır” şekilde kuvveden fiile çıkması, “cennet” denilen yaşamı oluşturur! Cennet, insansıya dönük yaşam ortamı değil, “melek - kuvve” olan “insan”ın özelliklerinin yaşanacağı ortamdır. Umarım neye işaret ettiğim anlaşılır!
Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan tüm olaylar ve verilen tüm misaller, hep “İnsan”ın, hakikatini hatırlayıp, kendini tanıyıp; içinde bulunduğu şartları daha iyi değerlendirmesi içindir.
Kur’ân-ı Kerîm’in anlatım üslûbunda dikkat edilmesi gerekli olan çok önemli hususlardan öncelikli olanlarından biri de şudur:
Her şey, yani “semâlar, arz ve ikisi arasındakiler”, “Allâh” ismiyle işaret edilenin “El Esmâ ül Hüsnâ”sıyla bildirilen özelliklerinden meydana geldiği içindir ki; algılanan ve algılanamayanların tümü, varlığı ve işleviyle “Allâh” adıyla işaret edileni tespih etmektedir. Dolayısıyla, her şey ortaya koyduğu işleviyle kendisini var eden “El Esmâ” özelliklerine, yani “Allâh”a kulluk hâlindedir.
İşte bu nedenledir ki, “BİZ” tanımlı anlatım Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık geçmekte; sözü edilen varlığın, mânâ boyutunu kendi “Esmâ”sıyla yarattığı gibi; fiillerini dahi gene “Esmâ” özellikleriyle yarattığını her sırası geldiğinde vurgulamaktadır. Bu yüzden de onlardan açığa çıkan etken fiilleri kendi üstüne almış olarak, “BİZ” hüviyetini vurgulamaktadır fiilin gerçek fâili olarak! Yalnızca Esmâ özelliklerinden meydana gelmiş âlemler ve âlemleri meydana getirmiş olan “Esmâ” mertebesine işaret amaçlı olarak da “Rabb-ül âlemîn” tanımlaması kullanılmaktadır.
Olay böyle olunca da, başı olmayan bir şekilde var olan “El Esmâ” özellikleri ve “yansıması” olarak müşahede edilen fiiller âlemi, tüm kapsam ve boyutlarıyla “Allâh” adıyla işaret edilenin kulluğundan başka bir şey yapmamaktadır. O’nu zikretmektedir - hatırlatmaktadır, O’nun İlim ve Kudretini sergilemektedir. “Allâh” adıyla işaret edilenin, bu hakikati bildirmesi bir realitenin tespitinden başka bir şey değildir!
İşte bu yüzdendir ki, oluşumu, “El Esmâ”sıyla açığa çıkan oluşumdan oluşturan olarak, “BİZ” tanımlaması kullanılmaktadır.
Öte yandan, oluşumdaki “El Esmâ” özellikleriyle yansıttığı anlamlarla, kendisinin, asla ve kesinlikle kayıtlanmaması, sınırlanmaması; açığa çıkardıklarının, hiçbir zaman hiçbir şekilde “ZÂTINI” tanımlayamayacağı gerçeği de, kendisinin “âlemlerden Ganî” ve de “benzeri hiçbir şey olamayacağı” uyarılarıyla fark ettirilmektedir!
Bu da demektir ki... Âlemlerdeki “tedbirâtı”, “El Esmâ”sının açığa çıkış sûretleri olan her isim ardındaki yoluyladır. İster burçlar ismi altında açığa çıkış sûretleri; ister evrendeki bildiğimiz - bilemediğimiz varlık sûretler; ister şuur, bilinç sûretleri; ister görünmeyen varlıklar; ya da cehennem veya cennet diye tanımlanan boyutlar, hep, kendi “Esmâ’sıyla tedbirâtının” yürüdüğü oluşumlardan başka bir şey değildir!
“Şirk”e gelince... “Allâh” ismiyle işaret edileni, varlıkları isimlerinden ibaret olan âlemlerde, yani âfakta ve nefsinde (dışsallıkta - içsellikte) “Esmâ”sı itibarıyla göremeyenin Kur’ân-ı Kerîm’deki tanımlaması “şirk koşan”dır... Yani, “Allâh” ismiyle işaret edilen “dûnunda” olan herhangi bir isimle işaret edilene “Allâh” yanı sıra varlık vermek!
“Dûnunda” kelimesini orijinal muhafaza ettim, çünkü Türkçede kelime olarak karşılığını bulamadım. “Denklik” kelimesi, O’na eş başka bir varlığın denkliğinden söz eder. Oysa “Allâh” adıyla işaret edilen, kendisi dışında ikinci bir varlık olmadığını vurguladığı içindir ki, tapınılanların denkliğinden söz etmez; “dûnunda” der. Yani “Esmâ”sıyla yaratılmış olanın, kendi “Esmâ” mertebesine “şirk” koşulmasından söz eder.
Buradan da anlaşılacağı üzere Zât’ı itibarıyla, şirk ve tevhid kavramlarından münezzeh olanın bildirdiği “şirk”, “Esmâ”sıyla yaratılmış, varlığı yalnızca “isim”den ibaret olanın, “Esmâ mertebesine” “şirk = eş” koşulmasıdır! Yani, “Esmâ” hakikatinden yaratılmış, açığa çıkarılmış olanın, kendisi gibi “Esmâ” hakikatinden var olmuş başka birini, “Esmâ” mertebesine eş düşünmesi anlatılmaktadır “şirk” tanımlamasıyla. Bu yüzdendir ki, kısaca “şirk”, “Allâh” adıyla işaret edileni anlamamış olanın hayalinden açığa çıkan, dünyasındaki “bâtıl” yani aslı olmayan geçersiz fikirleridir.
“Küfür” ise inkâr anlamına olarak, birimsellik bilincinin, kendisi dışında varlığında tedbir ve tasarruf eden başka bir varlık olmadığı esasına dayalı olarak oluşmaktadır.
Açığa çıkan bu ilim, varlığın aslı, hakikati ve Esmâ mertebesine dayalı olarak realite ise de; birimsellikte açığa çıktığı ve büründüğü anlam itibarıyla, hakikati olan Esmâ mertebesindeki sınırsız özelliğe kayıt ve sınır getirmesi; “ben” kelimesiyle işaret ettiği hüviyetini bedenselliğiyle sınırlaması itibarıyla, “küfür” kapsamında mütalaa edilmekte; böylece de “ben”in hakikatindeki sınırsız özelliklerine en azından “iman” noktasından ayrı düşmeyi oluşturmaktadır. Açığa çıkışın bu doğrultuda devamı ise doğal olarak kendini yalnızca beden kabullenmeyi getirmekte, bedensel zevkler için yaşama yolunu kolaylaştırmakta, sonuçta da “ölüm” tadılası bir boyut değişimi değil, toprak olup yok olmaktır, sonucuna varmaktadır.
“Münafıklık”, kendini beden kabulünün en aşağı derecesi olarak açığa çıkmaktadır. Bu kişi hakikati inkâr ettiği gibi, bedenselliğine çıkar sağlamak amacıyla “iman” ehline karışarak, onları “taklit” ederek, onlardan yararlanma yolunu seçmiştir. Bir köpek, sahibinden samimi duygularla ve sadakatle mama isterken; bir münafık, menfaati olan kişiye samimi olmayan ve yalnızca çıkar elde etme amaçlı olarak yanaşır. Bunun sonucu da elbette, olayın hakikatini fark ettiğinde, telâfisi olmayan sonsuz yanmadır.
“İman” ise; bilincin, aklını kullanarak, önündeki çok çeşitli verileri değerlendirmek suretiyle gördüğünün ardındaki sınırsızlığı fark edip ona açılma yollarını araştırması, bilinç olan benliğinin bedensellik ötesi bir varlık olduğunu fark ve idrak etmesi sonucu o yolda mücadele vermesi hâlinin adıdır. Buna “men kale lâ ilâhe illAllâh fekad dehale cennet = Kim Lâ ilâhe illâ Allâh’ı yaşarsa, o cennete girer” buyrularak işaret edilmiştir. Bir Rasûl ile karşılaşmamış olanlar için geçerli durumdur. Bir Rasûl ile karşılaşmış olanlar ise, Rasûlün uyardığı şekilde Rabb-ül âlemîn’e veya “Allâh”a iman etmek aşamasıyla karşı karşıyadır, Rasûle iman ederek.
Rasûle iman ederek diyorum, çünkü Rasûl de görünüşte kendisi gibi bir bedenlidir ve görünüş itibarıyla kendisinden farksızdır. Tek farkı, onda Hakikatin dillenişidir; ki bu da yakinen görülemeyen bir şey olduğu için, ancak iman yollu kabul edilebilir başlangıçta.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Allâh” ismiyle işaret edilene “iman” ise iki aşamalı olarak anlatılmaktadır. Birinci aşaması “dışsallık” yanı itibarıyla, yani bilincin ötesindeki sonsuz sınırsız özellikli yaratıcıya -Esmâ mertebesine- “iman”dır. Bu, iman edenlerin geneline yaygın ve sonuçta cennet yaşamı olarak tanımlanan bir boyuta geçmeyi oluşturacak yaşam biçimini getirecektir açığa çıkardıkları itibarıyla. İkinci aşaması ise “iman”ın öze ermişlere, kalp - şuur sahiplerine hitap eden; “B” harfi işaretiyle anlamı fark ettirilmeye çalışılanıdır. “B” harfinin işareti, “ben”in hakikatinin “Esmâ” özellikleri olduğunu; bu özelliklerin kendisinde her an ve ebeden çıkacağını; bu yüzden, her an kendisinden açığa çıkanlarla “Allâh” adıyla işaret edileni tespih etmekte, O’na kulluk etmekte olduğunu fark etmesi; O’nun hamdi olarak (bi-hamdihi) kendisinden Hamd’in açığa çıktığını yaşaması uyarısıdır.
“Meleklere” iman, “Esmâ mertebesinde” mevcut olan özelliklerin, kuvveden fiile çıkması aşamasında oluşan “kuvvelere iman”ı anlatmaktadır. Çokluk âlemi olarak tanımlanan “El Esmâ” özellikleriyle oluşmuş birimsel benliklerin tamamı bu kuvvelerden meydana geldiği içindir ki; her şeyin varlığındaki üst boyutu “melekiyetidir”... Fark, bunun olup olmamasında değil; bunun fark edilmesinde ya da fark edilmemesinde; en azından bu realiteye “iman” edilip edilmemesindedir. Kendisini yalnızca bir bilinç varlık (insansı) kabul edip “iman”ı olmayanın bu hususu kavraması imkânsız denecek kadar güçtür!
“Kitaplara-BİLGİ’ye” iman ise, Rasûl ve Nebilerin, hakikatlerinden boyutsal bir geçişle “şuur”larında buldukları, “vahiy” diye tanımlanan şekilde açığa çıkan -inzâl olan- Hakikat ve Sünnetullâh BİLGİSİ’ne imandır.
“Rasûl”ler, Hakikat Bilgisini, hakikatlerinden, Esmâ mertebesinden, melekî kuvvelerle, -bilinç devrede olmaksızın- “vahiy” yollu alarak şuurlarında bulan ve bunu bilinç boyutunda dillendiren -irsâl olmuş-, açığa çıkmışlardır.
“Âhirete” yani sonsuz gelecek yaşama “iman”, “ben”in, “vefat” ederek bedensiz kalarak yok olmayacağına; “ölüm”ün tadılarak, yani madde-biyolojik beden terk edildikten sonra, “bâ’s” diye tanımlanan bir oluşumla “ruh” bedenle, görünmeyen varlıkların da içinde yer aldığı boyutta yaşama devam edileceğine; daha sonra da yaşamın çeşitli isimlerle tanımlanan iki farklı ortam ve boyutta süreceğine imanı anlatmaktadır. “B” harfinin başına getirildiği bölümlerde vurgulanan “bilâhireti” şeklinde tanımlanan “iman” ise, “Ben”in kendi hakikatine dönük olarak sonsuza dek geçireceği aşamalara (84.İnşikak: 19) ve yaşam hâllerine işaret etmektedir.
“Allâh’tan korunun” ya da “Allâh’tan korkun”un anlamı ise, bu ismin müsemması bir gökteki tanrı olmaması nedeniyle şu anlamadır... “El Esmâ”sıyla âlemleri yaratmış bulunan “Allâh” ismiyle işaret edilen, “Sünnetullâh“ diye tanımladığı biçimde âlemlerin oluşum ve gelişim sürecini meydana getirmiştir. Burada kesin geçerli olan kanun, açığa çıkan “Esmâ bileşiminin”, varlığındaki “El Hasiyb” ismi özelliği dolayısıyladır ki, sonraki aşamada öncekinin sonucunu yaşamasıdır! Kısaca, senden ne açığa çıkarsa düşünce ya da fiil olarak, bir sonraki aşamalarda onun sonucunu, getirisini yaşarsın; demektir bu! Bu duruma da “hesabı anında gören = Seriy’ul Hisab” veya “kesinlikle en şiddetli şekilde yanlış davranışın sonucunu yaşatan = Şediyd’ül Ikab” anlamına uyarılar vurgulanmıştır. İşte böyle işleyen bir sistemde, çok düşünerek, bu şartlara göre tedbir alarak yaşamak, Allâh’tan korunmak veya korkmak diye anlatılmıştır. “Allâh sistem ve düzeni = Sünnetullâh”ta açığa çıkan “EL ESM” olduğuna göre de, bu durum “Allâh’tan korkma veya korunma” anlamına gelmektedir! Dolayısıyladır ki, birime yapılan “nankörlük” Allâh’a yapılmış nankörlük olarak kişiye sonucunu yaşatmaktadır! İşte bu yapılanın karşılığını görme diye anlatılan ve “ceza” ismiyle anlatılan olay, esasında karşılık değil, yapılanın sonucunun otomatik yaşanmasına işaret etmektedir.
İşte “insan”a, bu şekilde hakikatini “hatırlama - zikir” uyarısı yapan Kur’ân-ı Kerîm, olayı misallerle tafsilâtlandırarak, sayısız benzetmeler ve temsiller anlatarak, düşünmeye davet etmektedir muhataplarını.
“Yer demir gök bakır” tanımlaması misali; “yer kum gök güneş” ortamında dillenen “Hakikat ve Sünnetullâh BİLGİSİ”, ne çare ki, misal vermek için, zamanın ve ortamın şartları ile ve dahi o çağın insanlarının anlayışıyla sınırlı olarak, çok az örnek verilebilecek objeye sahiptir! Bu yüzden de, insanların bildiği mahdut objeye, çeşitli anlamlar yükleyerek, aynı isim altında çok farklı şeylere işaret yolunu seçmekte; ya da aynı şeyin farklı özelliklerine, farklı isimler ve özellikleri yönünden yaklaşmaktadır.
Mesela, “semâ” ismiyle, ender olarak “gök, uzay” anlatılırken, çoklukla da “insanın bilinç boyutuna” ve “bilinç boyutundaki oluşuma, fikirlere” işaret edilmektedir. “Yeryüzü” anlamına gelen “Arz” ismi ise bu birinci anlamıyla pek az kullanılıp daha ziyade “insan bedeni”ne işaret edilmektedir. “Arz” ismiyle işaret edilen “insan bedenine” ise, bazen “en’am - evcil hayvan” denilerek hayvansı - insansı özellikleri itibarıyla yeme, içme, uyuma, seks, duygular vb. işaret edilirken; maddeden - topraktan - arzdan oluşmuş biyolojik yapısı itibarıyla “dabbe” olarak tanımlanmakta; bazen de hakikati olan “Esmâ” bileşimi itibarıyla ölümsüz bilinç varlık olan “insan”ı, bedenselliğe, kendini beden kabul etmeye çekmesi sebebiyle “şeytan” diye dikkat çekilmektedir! “Dağ” kelimesi ise, orijinal mânâsıyla pek az kullanılmasına karşılık, çoklukla “benlik - ene - ego” anlamına işaret eder. Ayrıca, “Arz”ın “beden” anlamıyla kullanılması hâlinde “bedendeki organlardan”, “dağlar” diye söz edildiğini de görmekteyiz. “Dağlar yürür gider sen onları durur görürsün” işareti ise, bedendeki, çakılı dağlar misali bu organların sürekli yenilenme ve değişim içinde olduğunu vurgulamaktadır.
“Zevc” kelimesi ise değişik yerlerde değişik anlamlarla kullanılan bir başka kelimedir. Çok kullanılan anlamıyla “evli eş” gibi değerlendirilmesi yanı sıra, “bilincin eşi olup, bir süre sonra terk edilecek beden” anlamında; hatta Vâkı’a Sûresi (56: 7) âyetinde kullanıldığı şekliyle “ezvâcen selâseh” (üç eşli değil!) “kısım - cins” mânâsıyla anlatımda yerini almaktadır.
Eğer biz örneklediğimiz türden birçok kelimeyi, yalnızca tek bir mânâ ve kullanım şekliyle kabullenirsek; o zaman elimizdeki metnin, anlaşılması çok zor, tanrı buyruğu bir fermanname olduğu zannına kapılmamız işten bile değildir!
Oysa Kur’ân-ı Kerîm, âlemlerin Rabbinden vahiy yollu, yani içten dışa açığa çıkan; “DİN”i açıklayan, “Esmâ özelliklerinin” fiiller âlemine hangi sistemle nasıl yansıdığı BİLGİsinin “inzâl” yollu dillenişidir. “El İnsan” yani “şuur”, dillenmiş Kurân’dır! Beden boyutundaki kendini beden sanan varlığın “insan” olarak isimlenişi ise, derûnundaki “şuur”u itibarıyladır. Buna “iman” etmeyen bilinçler ise, yalnızca bedenselliklerine dönük olarak yaşadıkları için, Kur’ân-ı Kerîm’de “onlar hayvan gibidirler belki daha aşağı” diye tarif edilmektedirler. Yani, sadece bedenlerindeki hayvani özellikleriyle yaşamakta olmaları yüzünden! Kendi hakikatlerindeki muhteşem ve muazzam özellikleri inkâr ederek yalnızca bedenin, bağırsaklardaki nöronların (ikinci beynin) dürtüleriyle yaşamaları, onları “hayvaniyet - bedensellik yaşamı” derekesine indirmektedir.
Rasûl ve Nebilerin hikâyelerinin sıklıkla anlatılması konusuna gelince... Bunlar dahi hep insanda açığa çıkan düşünsel veya bedensel yaşam hatalarına karşı uyarı misalleri olarak yer almaktadır ki; benzeri olaylar her devirdeki her insanın başından geçmektedir zaman zaman türlü şekillerde!
Âdem’in yaratılışının orijinine, “Muhakkak ki Allâh indînde İsa’nın oluşumu Âdem’in oluşumu gibidir... (3. Âl-u İmran: 59)” uyarısıyla işaret edilmektedir. Bir annenin rahminden dünyaya gelmiştir bedeni itibarıyla Âdem! Bedensel orijini itibarıyla da bildiğimiz biyolojik aşamalardan geçmiştir. Bu da çeşitli benzetmelerle anlatılmaktadır. Bu konuda, “Esmâ mânâlarının tamamını” kabul ve bunun “şuuruna” erme yoluyla da “halife” olduğuna işaret edilmektedir ki konunun esas önemli yanı burasıdır. Gerisi ayrıntıdır; çünkü sonunda toprak olacak bedenin nereden ve nasıl oluştuğu hiç önemli değildir! Sadece, onun bedensel yanı itibarıyla dünyanın atomik boyutundan biyolojik oluşumla yaratıldığına, çeşitli benzetme veya sembollerle değinilmektedir. Burada önemli olan biyolojik bedenin hangi aşamalardan nasıl geçtiği değil, Âdem diye “yok”tan “Esmâ mânâlarıyla - özellikleriyle” meydana gelmiş – “ceale”; haleka değil – “halife” ismiyle işaret edilen “şuur” varlığıdır. İşin hakikatine eremeyenlerin, işin dedikodusu mahiyetindeki toprak olacak biyolojik bedenin oluşumu tartışmalarıyla ömürlerini boşa harcamaları ne hazindir!
“İblis” ismiyle işaret edilen şeytanî vasıfla tanımlanan varlığın işlevi ise gerçekte ibret alınması gereken olaydır. İblis, hakikati itibarıyla bir Esmâ bileşimi yani melekî kuvve olmasına karşın, kendisinde “El Veliyy, El Mu’min, El Hadiy” gibi bazı isimlerin özelliğinin yeterince açığa çıkmaması sebebiyle; bu isimlerin de açığa çıktığı karşısındaki “ahseni takvim” olan varlığın, derûnundaki bu özellikleri görememiş ve bu yüzden de, onu açıkta kendisine görünen yapısıyla değerlendirerek; onun Esmâ özelliklerince kendisinden üstün olmasını kabullenmemiştir. Yanı sıra, kendisinin Esmâ Hakikatinden var olduğu bilgisinden hareketle, karşısındakinin üstünlüğünü kabulün kendi hakikatini inkâr noktasına getireceğini zannetmiş; bu yüzden de secdeden kaçınmıştır. Çünkü kişi, kendisinde olmayan veriye sahip olanı asla değerlendiremez!
İşte böyle başlayan olay, daha sonra Âdem’î “şuur”un, yasak ağaca yanaşması, yani bedensellik yaşamının gerekleri ile kayıtlanmasına yol açmıştır. Buradaki olay da enteresandır. İblis kendisindeki doğruya göre, Âdem’i yanlışa sürüklemiştir. “Sen Esmâ hakikatinden oluşmuş, sınır ve kayda girmeyen varlıksın, dilediğini yapmalısın. Yasak ağaca dokunmazsan yani bedenselliğinin gereğini yaşamazsan, sınırlanmayı, kaydı kabul etmiş ve böylece de hakikatini inkâra giderek, ölümsüzlük boyutunu yaşamaktan mahrum kalanlardan olmuş olursun” fikrini oluşturmuştur. Böylece hakikatinin sınırsızlığını yaşamak uğruna Âdem ismiyle sembolize edilen mülhime nefs bilincindeki insan, bedensellik, “emmâre” gayyasına düşerek, beden şartlarıyla kayıtlı sınırlı varlık hâline dönüşmüş; “şuur” boyutundaki müşahede ve yaşamdan perdelenmiştir! Hakikatini unutma noktasına kadar uzanmıştır! İşte bu noktada Hakikatin dillenişi olan hatırlatıcıyı -zikri- getiren Rasûller açığa çıkmış ve “insan”a, “şuur” olan hakiki varlığına iman etmesini teklif etmiştir.
“Şuur” varlık olan “insan”ın, “bilinç” sahibi bedende açığa çıkması itibarıyla, “eşi” (bedeni) ile yaşamaya başlaması; dünya yaşamında iken “şuur” sahibi “bilinç” varlık olarak hakikatine dönme mücadelesi vermesi, her şeyin başı olmuştur. Kısaca açıklamak gerekirse...
“Şuur”, Esmâ mertebesi özelliklerinin bir bileşim hâlinde birimsellik görünümünde açığa çıkıp, kendini seyretmesi hâlidir. “Bilinç” ise genetik veriler yani kendisine öncekilerinden akagelen veritabanı yanı sıra, dıştan aldığı şartlanmalar veya astrolojik etkilerle oluşmuş özellikler bütününün adıdır. “Bilinç”, açığa çıktığı beyin itibarıyla kendini yalnızca “beden” olarak düşünür (insansı) ve ona göre yaşar genellikle. “Bilinç”, aklı kullanarak fikirleri değerlendirerek yaşamını sürdürür. Akıl ise bedenin biyolojik yapısının getirisi altında baskılı çalıştığı için, çoğu zaman akılsızca diye tanımlanan, aklın işlevini tam yapamadığı davranışlar ortaya çıkar. Bu yüzdendir ki, aklın kendi başına Hakikati bulması imkânsıza yakın zordur! Çünkü akıl duyularla elde ettiği verilere dayalı hüküm verme durumundadır. İşte bu nedenledir ki, akla, duyu dışı alanda kalan gerçekliğe “iman” ederek yola çıkması teklif edilmiştir. Çünkü işin hakikati, madde ötesi yaşam boyutunda, maddeyi de kapsar şekilde yaşanmaktadır.
Hz. İbrahim kıssalarıyla, yaşayan insana, insanın dışsal veya bilince - bedene ait obje veya özellikleri put veya tanrı edinmemesi gerekliliği anlatılırken; Hz. Lût olayında kendini bedenselliğe kaptırmış cinselliğinin esiri olarak yaşayanların yanlışı örneklenirken... Hz. Musa olayı ile, Firavun’un kendini insanların RABBİ olarak algılamasının yanlışı üzerinde durulmakta; kendini tanıma aşamasındaki hakikatini fark eden insanın karşısına çıkan muazzam tehlike anlatılmaktadır!
Bilinçte açığa çıkan hakikat bilgisi sonucu, kişinin “Hak” olduğunu dillendirmesi her ne kadar mahiyeti itibarıyla doğruysa da; sonuçta kendisini meydana getiren, sonsuz sınırsız “Esmâ özelliklerinden” yalnızca bir yansıma olan “bileşimsel” özelliktir! Açığa çıkan her şey, “bileşimsel” Esmâ özelliğidir! Dolayısıyla da, mahiyeti itibarıyla ne kadar “Hak” olursa da, varlığı “Allâh”tan ise de, “Rabb-ül âlemîn” yani sonsuz sınırsız Esmâ mânâlarının kaynağı ve âlemlerde açığa çıkaranı değildir! Açığa çıkanların “Rabbi” konumunda olması asla söz konusu olamaz! İşte Firavun bu konuda kozalı yani gâfil olduğu için başına gelenleri yaşamıştır. Bu olay hakikati yaşama yolcularının başına gelen “mülhime nefs – bilinç” girdabıdır! Bunun sonucunda kişi hakikate bir adım kalana kadar yaklaşmışken, İblis’in Âdem’e yapmış olduğu “Sınırlanma! Dilediğini yap ki, sınırsız olasın!” fikrine - şeytanına kapılarak nefs-i emmâreye yani bedensellik gayyasına düşmesine yol açar. İşte bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm değişik yönleriyle, Musa - Firavun olayı üstünde durmuştur.
“Kıyamet” ismiyle anlatılan olay ise, çoklukla bilincin “ölümü” tatması sırasında yaşanılan olayları çeşitli benzetmelerle fark ettirmeye çalışan bir anlatımdır. Yakın olan azap, ölümdür. Çünkü ölümle, telâfisi mümkün olmayan bir yaşam sonrası başlamaktadır. Mutlak mânâdaki kıyameti 1400 küsur yıldır beklemektedir insanlar; çoklukla, bahsedilen kıyametin ve bu süreçte yaşanacakların kendi kıyamet aşamaları, süreci olduğunu fark etmeksizin! Her insanın Mehdi’sinin, Deccal’inin, İsa’sının olduğu gerçekliği, bu isimlerle tanımlanan özelliklere, her insanın yaşamı boyunca muhatap olduğu göz ardı edilerek; “Kıyamet” yalnızca Dünya’nın ya da Güneş Sistemi’nin olayı olarak üç beş insan anlayışı yılda olacak bir olgu olarak kabullenilmektedir. Evrensel boyuttaki yüz milyonlarca milyarlarca yıllık yaşam süreçlerini algılayamayan beşerin, yetiştiği gelişmemiş şartların verileri doğrultusunda her şeyi kendine göre olan zaman birimiyle değerlendirmesi ve dahi bugünden yarına her şeyi sihirbaz değneğiyle oluşturan tanrı anlayışı; maalesef Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan “kıyamet” olayını da hakkıyla kavramaya engel olmaktadır.
Cennet ve cehennem konusuna gelince... Kur’ân-ı Kerîm çok net olarak, “meselül cennetilletiy - CENNETİN TEMSİL (misal-benzetme) yollu anlatımı (52.Tûr: 20; 47.Muhammed: 15)” vurgulamasıyla, cennet konusunda anlatılanların tamamıyla benzetme, sembol yollu anlatımlar olduğuna işaret etmektedir. İşaret edilen, “Şuurlu bilinçlerin”, kendilerine bahşedilen Kudret ve diğer bazı Esmâ özellikleri doğrultusunda dilediklerini yaşayacakları, biyolojik beden kısıtlamalarından uzak şartları anlamak ve anlatmak gerçekten imkânsız bir olaydır. Bu yüzden de, “Allâh buyurur ki; Sâlih kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir aklın kavramadığı şeyler hazırladım!” (Buharî, Müslim ve Tırmızî) uyarısı yapılmıştır.
Cehennem ise gerçekten dehşet verici bir yaşam ortamıdır, o boyutun bedeni itibarıyla; bizim müşahedemize göre de, Güneş içinde devam edecek. Bunun ayrıntılarını “İnsan ve Sırları” isimli kitapta yazdık, 1985 yılında. Öte yandan bilince dönük yanı ile cehennem ise -ki Kur’ân esas olarak bunun üstünde durmakta- çok daha korkunç bir azaptan söz etmektedir. O da şudur: İnsan, varlığına bahşedilmiş “Esmâ” mânâ ve özelliklerini dünya yaşamında keşfedip açığa çıkarma özelliğini elde edemediği için; dışsallıkla uğraşıp içselliğindekileri bilemediği için; ölümle birlikte bu şansı ebeden yitirmiş olduğunu görerek sonsuz bir pişmanlığa düşecektir. İşte bu en büyük cehennemî yanışı meydana getirecektir! Dünyanın cehennemî yaşantısı ise, bilincin kendini bedensellikle kayıtlaması ve bedensel bağlarla kendini başkalarına bağlaması, şartlanmaları ve değer yargıları sonucu oluşmaktadır.
Esasen yazılacak, dikkat çekilecek daha çok şey var ama, sanırım daha fazla uzatmamam lazım! Eğer Rabb-ül âlemîn dilerse, size de ilham kapısını açar; böylece, tüm içeriğiyle sizi size anlatan canlı “konuşan Kur’ân-ı Kerîm”i “OKU”maya başlarsınız.
Ama gene de, en azından bu bilgiler ışığında, “ALLÂH İLMİNDEN YANSIMALARLA KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ” çalışmamızı yeniden “OKUrsanız”; umarım bugüne kadar okuduklarınızdan çok farklı biçimde onu içinizde, kendinizde hissedecek, canlı olduğunu, içinizden size konuştuğunu fark edeceksiniz.
Bu anlayışın ne kadar doğru, derseniz... Bekleyelim görelim... Ölüm çok yakın! Hakikate eren isem Rabbimin lütfu ile şükründen âcizim. Eğer bu çalışmam isâbetli ise; bu anlayışta olmayanlar ne eder; bilemem! İşte anlayabildiğim Kur’ân-ı Kerîm, işte siz... Gerisi tümüyle size kalmış! Artık Kur’ân-ı Kerîm ile başbaşasınız!
Rabbimin müşahede ettirdiği hakikatlerin isâbeti yanı sıra beşeriyetimin karıştığı noktalarda oluşmuş yanlışlarımdan dolayı, hiçbir çıkar beklemeksizin paylaştığım bu çalışmam için, bağışlanma niyaz ederim. Başarı Allâh’tan, kusurlarım yanlışlarım ise bilincimin yetersizliğindendir. Estağfirullâh ve Etubu ileyh.
AHMED HULÛSİ
21 Ocak 2009
North Carolina, USA