Sayfayı Yazdır

Gülşen-i Râz - 1

Bu sohbet, Ahmed Hulûsi'nin ŞEYH ŞEBÜSTERİ'nin GÜLŞEN-İ RÂZ MESNEVÎSİ eseri ile ilgili, 1985 yılında yaptığı sohbet kaydının 1. bölümüdür.

Sohbet Metnini Görmek İçin Tıklayın

Emîr Hüseyin'in soruları:

Bilgi ve mânâ ehlinden mânâya ait sorum var..

Hakikat sırlarına dair birkaç müşkülüm var ki, onların cevabını aklı başında olanlara ver!.

Söyle!..

1. İlk düşünceye daldığım, şaşırıp kaldığım şey şu: Düşünce dedikleri şey nedir?

Düşüncenin başlangıcına alâmet nedir?. Sonu hakkında ne dersin?.

2. Yolumuzda şart olan hangi düşüncedir? Neden düşünce bazan ibâdettir, bazan günâh?

3.Ben kimim ?  Bana benden haber ver..  Kendinden kendine git derler. Bunun mânâsı ne?

4. Yolcu nasıl kişidir ? Yola giden kimdir? Kime tam ve kâmil kişi diyeyim? 

5. Vahdet sırrına kim vâkıf olur? Ârif olan neyi bilir, anlar?.

6. Peki,  bilinenle bilen O tek ve temiz Hak'tan ibâretse, bu bir avuç toprağın  başındaki sevdâ nedir?

7. Kimdir O?. "Enel Hak-Ben Hakk'ım" diyen. Ne dersin?. O, nûrlara gark olmuş, o nûrlanmış kişi saçma mı söyledi?.  

8. Yaratılmış olan hakikat yolcusuna, neden "vâsıl olmuş" derler?. O`nun yol alması, bu erişmesi nasıl olur?.

Yoksa, mümkün mümkünlükten çıktı mı ki?.

Bu nasıl olur, buna imkân var mı?.

9. Mümkünün, Vâcib`e ulaşması ne demek?. Yakınlık.. Uzaklık.. Bu yakınlıkta, bu kavuşmada ileri gidiş, geri kalış nedir?.

10. Hangi denizdir, nasıl denizdir o deniz ki, kıyısı sözdür. Dibinden inci çıkar?...

Sedef bu inciyi nasıl elde eder?. Söyle!. Açıkça bildir!. Bu denizin dalgası  nereye vurur?..

11. Küll'den daha fazla cüzü’, hangi cüzü’dür?... O cüz’ü arayıp bulmanın yolu nedir?..

Âlem,  Hak`dan ayrı ise.. Âlemin Hak`dan ayrı bir varlığı var ise.. Her şeyin hakikatte var olduğu meydanda!.

Fakat, bunun imkânı olmadığı da sabit!. Çünkü, Birlik âleminde, ne birleşme olabilir, ne ayrılma...

Fakat, âlemin esasen bir varlığı yoksa, her söylenen, her duyulan şey, hayâlden ibâret olur.

12. Evveli olmayanla, sonradan meydana gelen, nasıl oldu da birbirinden ayrıldı?... Biri, âlem oldu,  öbürü Hak!.

13. Mânâ eri, sözünde göze, dudağa işaret etmekle ne murad eder?...

14. Şarâbın, mumun, güzelin mânâsı ne?.

Meyhâneye düşmek, sarhoş olmak da ne demek?.

15. Put, zünnâr, gâvurluk, bu mâkamda hep Hak ise, âlâ!... Değilse, o vakit bunlardan maksat ne?. Söyle!.

Ne dersin?.  Söylenen bu şeylerin hepsi saçma da, bunlarda gizli bir hakikat hiç mi yok?...

Hakikate erişenin, mecâzla işi mi olur?.  Onların bu sözleri, sırrın da iç yüzüdür. Başka bir şey sanma!.

Bu müşkülümü kim hâllederse ona cânımı da bağışlarım, gönlümü de..

                                                               * * *

 Evet!...

Bu suallerin cevabını meydana getiren “GÜLŞEN-İ RÂZ” adlı eseri, eserin yazarı ŞEYH ŞEBÜSTERİ`nin ağzından dinlemeye başlayalım!.

           

                                                                 ÖN SÖZ

 

Cân’a düşünmeyi öğreten, gönül mumunu cân nûru ile parlatıp aydınlatan Hakk’ın adıyla...

İki âlem de O’nun ihsanı ile aydınlandı. Âdem’in toprağı, O’nun nûru ile Gül Bahçesi kesildi.

Allâh öyle bir kudret sahibidir ki, bir bakışta "Kaf" ile "Nun"dan iki cihânı da meydana getiriverdi.

Burada "Kaf" ile "Nun"dan kasıt; "Kün!" yani, “Ol!” emri. Bir andaki oluşumu varlığın...

Kudretinin "Kaf"ı, (kaf harfi, aynı zamanda, kudret sıfatının işâretidir) kaleme nefes bağışlar bağışlamaz yokluk levhasında binlerce sûret izhâr etti.

İlâhi kudret tahakkuk ettiği anda, ortada hiçbir şey yokken, ilâhi esmâların mazhârı olan bir çok görüntüler meydana geldi. Fakat bu görüntülerin meydana gelişi bir varlık olarak değil, Hakk’ın görmeyi dilemesiyle kendi nazârında oluşan görüntülerdir. Ki, buna "Hakk’ın kendi kendini seyri" denir.

Bu görüntülerin oluşumu, ilâhi kudrete bağlıdır. Kendi kudreti ile bu görüntüleri meydana getirdi. Ve bu görüntüleri kendinden meydana getirdi. Kendinden meydana getirdiği bu görüntüleri seyreyleyen gene kendisi oldu...

İki âlem de, o nefesten meydana geldi. Âdem’in ruhu da o nefesten kendini gösterdi.

Bu akıl, bu iyiyi kötüyü ayırdediş, insanda zuhûr etti de insan, bu sûretle, her şeyin aslını bildi, anladı.

Sûrete büründüğü andaki görüntülerdeki varlığında, görüntüleri kendinden meydana getirdi ya!.. Bu görüntüler kendi varlığı ama, bir sûrete bürünmenin gereği olarak da o görüntünün gereğini yaşadı, o görüntülerde... Kendini değil, meydana getirdiği görüntülerin gereğini görüntülerde yaşamaya başladı...

Bu defa; kendini muayyen bir şey hâlinde görünce (muayyen bir kayıt hâlindegörünce), "Ben neyim ki?.. " diye düşünceye daldı...  Görüntüdaldı...Görüntüdekendidaldı...

Bunu, şöyle basit bir şekilde izâh edebiliriz:

Bir futbol maçını düşünelim... Bunu oynayan insan!.. Kale direklerini yapan, oyunun çeşitli kurallarını koyan, ancak tekme ile topu götürme, karşısındakinden geçirme ve kaleye atma kuralını koyan insan!..

Dileseydi, bütün bu kuralları koymaz, topu direkt götürür, direklerin arasından geçirirdi. Veya hiç, direkleri dahi yapmaz, topu elinde taşırdı.

Kuralı kendi koydu... Direkleri kendi dikti... Topu kaleye ayaklarımla geçiricem, dedi. Ve, ondan sonra da geçirmek için, bütün çabasıyla topu koşturmaya başladı. Çünkü, oyunun gereği bu!

Oyunun gereği bu derken, insan kendisindeki mahâretleri, özellikleri ortaya koyabilmek için bu oyunu düzenledi. Oyun deyince, basit şartlanma diliyle, ilkel, basit bir şey gibi gelir. Veya çocuklara hasredilmiş bir şey gibi gelebilir, şartlanma gereği olarak...

Halbuki, hakiki veçhesi ile bakarsan oyunun aslı; bireyin veya varlığın kendinde mevcut olan özellikleri, hassâları, eserleri seyredebilmesi için aşikâre çıkarması demektir.

Derse ki bir Velî; "Bütün bu âlem bir oyundan ibarettir"; bu, bütün âlemde kendi eserlerini seyretmeyi dilemektir... Yoksa, ilkel mânâda, halkın anladığı mânâda çelik çomak gibi basit bir oyundan bahsedilmiyor, buradaki oyun kelimesiyle...

İşte bundan dolayı bir sûrete bürünüp, varlık âlemi denilen görüntü âleminde, kendi eserlerini ortaya koymaya başladığında sûretinin gereği olarak kendini muayyen bir sûret halinde görünce, "Ben neyim?.." diye düşünceye daldı...

Cüz’i âlemden, Küllî Âleme vardı. Oradan da tekrar bu dünyaya dönüp geldi.

Cüz’i âlemde, yani bireysellik âleminde, evvela kendini buldu. Sonra kendi aslına döndü. Kendi aslını, hakikatini tanıdı gördü, ve sonra tekrar bu âlemde yaşantısına devam etmeye başladı.

 Yani, normal, şehâdet âlemindeki yaşamdan "Fenafillâh" denilen, aslını tanıma görme hâline geçti. Daha sonra, "Bakâbillâh" denilen kendi aslını bilerek, kendi aslında olarak, şu zâhir âlemin hükümleri içinde devam etti.

Dünyayı âdeta, "itibâri" bir şey gördü.

İzâfi! Sanki, var değilmiş gibi gördü. Varlığı yokmuş gibi gördü. Herhangi bir nesneye göre varlığı varmış gibi gördü.

Çünkü dünya, konduğu isim itibarıyla her ne kadar yoksa da, dünyanın hakiki varlığı, Hakk’ın kendi varlığı olması hasebiyle dünyanın varlığı inkâr edilemez!.. Dünyanın varlığı Hakk’a isnâd edildiği zaman Dünya vardır. Mutlaktır, gerçektir, hakikattir!.

Dünya kelimesine bağlı olarak, dünyanın kendine has bir varlığı varmış gibi düşünülürse, bu muhâldir... O zaman "Dünyanın aslı yoktur" denir. Hakk’a bağlandığı zaman, dünyanın mutlak varlığı vardır. Hakk’ın varlığı vardır. Fakat dünyanın, kendi ismine bağlanarak, dünya isminin müsemması olarak varlığı söz konusu değildir. Hakk’tan ayrı bir varlığı söz konusu değildir.

Sanki, Tek varlık bütün sayılara yayılmıştı. Sanki, Tek varlık bütün sayıları meydana getirmişti.

Bunu, daha açıklayalım... Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz...

Dokuz, dediğimiz zaman... Dokuz diye bir rakam yoktur kendi başına asâleten!.. Dokuz demek; Dokuz tane “bir”in yan yana gelmesi demektir.

İki demek; Bir, bir daha yanına gelmiş, iki olmuş. Üç; üç tane “bir”in yan yana gelmesidir... Yani, rakam, aslında “1”dir. Ve “TEK”tir.

Fakat, bu "1" rakamı kendi kendini tekrarlaması ile değişik isimler alır. Ancak, aslında gene ortada olan "1" rakamıdır. Dokuz, dediğin zaman, dokuz tane “1”dir... Dokuz’u analiz eder, dalarsan içine, dokuzun ne olduğuna, dokuz ne imiş diye bakarsan; Karşında "1"i bulursun. Dokuz tane tekrarlanmış “1”.

Sayıların aslı "1"olduğu gibi, bu âlemdeki tüm varlıkların aslı da "BİR"dir.

Günümüzdeki bunun şekli; ayrı ayrı koltuk, masa, cam, kuş, canlı, hücre!.. Ne dersen de! Hepsinin özüne, aslına baktığın zaman atomlar gelir. Atomların aslı da tek protonlu, tek elektronlu, çekirdekli olan hidrojen atomudur. Bunun kendi kendine değişik terkiplerle katlanması, değişik isimler alan görüntüleri meydana getirir.

İşte bu izâhı ile, yani; "Tek varlık bütün sayılara yayılmıştır, sanki Tek varlık bütün sayıları meydana getirmiştir" sözü ile bu Zât bunu anlatmak istiyor.

Halk âlemi de, o bir nefes’ten var oldu, Emîr Âlemi de... Çünkü, aslımıza giden o nefes yok mu!.. Gelen de o idi işte...

Fakat burada hakikatte ne gelmek var, ne gitmek. iyice bir baksan, görürsün ki gelmek, gitmekten ayrı bir şey değil!.

Her şey gerisin geriye, aslına döndü de, görünmeyen şeyler de bir şeyden ibâret oldu, görünen şeyler de.

Yani, burada "gelmek-gitmek" denilen şeyler aslında, O Tek Zât’ın kendini seyri olması hasebiyle, ne gelmek kelimesinin karşılığı olarak bir geliş var, ne de gitmek kelimesinin karşılığı olarak bir gidiş var. Sadece bu Tek Zât’ın kendini seyir merhalelerinde kendi kendine koyduğu isimler söz konusu...

Ve, bu gelme ile gitme tâbirleri, âlemde meydana getirdiği görüntülerin, birinin diğerine göre aldığı isim... Ama kendi Zâtî bakış açısı ile baktığı zaman hepsi bir küll olarak göründüğü için, ne gelmek var, ne gitmek!..

Görüntülerdeki meydana getirdiği birimsel, izâfi şuur yönünden her ne kadar bu tâbirler geçerli ise de; o görüntülerdeki izâfi şuuru, “ben”lik mefhumunu kaldırıp da, kendi asli hakikati ile o görüntüde bakış açısını attığı zaman ortaya... Küll olarak kendini seyreder... Ne gelmek var, ne gitmek, ne kul, ne rab!.

Ne yücedir ki o Allâh, evveline evvel yoktur. Bir nefeste iki cihânın evvelini de izhâr etti, ahîrini de.

Halk ve Emîr âlemi o makâmda birleşti, BİR çoğaldı, çok da azalıp BİR oldu.

İşte bu ayrı görüş, senin vehminden meydana gelen bir şey. Hakikatteyse pek hızlı dönüp duran tek bir noktadan başka şey yok.

 Yani, çeşitli görüntülere, sûretlere büründüğü yerlerde meydana getirdiği; "Var olmayanı var sanmak, var olanı da yok sanmak" duygusundan kaynaklanan çokluk görüntüsü...

Eğer ki bu, "vehîm" adını alan, “var olmayanı var sanma, var olanı yok sanma” mefhûmunu kaldırırsa o görüntüdeki izhârından, o zaman küll olarak "Vahdet" denilen biçimde "TEK" müşâhade hâsıl olur.

Bu Tek müşâhade de, ezelden ebede kadar, bütün âlem Hakk’ın varlığı olarak hiçbir isimle tefrik yapılmaksızın müşâhade edilir.

Ortada, başladığı yerden sona, yine oraya kadar dönüp duran Tek bir noktadan meydana gelme bir tek hat var... Varlık, bundan ibârettir. Bütün âlem halkı da görünüşte var olan o daireyle beraber dönmekte...

Bu yolda Nebi ve Rasûller, kervan başlarında benzerler. Kervanların kılavuzları onlar...

İçlerinden kervan başlarının başı, bu kafilenin reisi de Efendimiz Aleyhisselâtı VesSelâmdır. O bu işte hem evveldir hem ahîr.

Ahad, Ahmed’in “MÎM”inde göründü. Bu dönüşte evvel, nihayetin ta kendisi oldu...

“Ahad, Ahmed’in “mîm”inde göründü”...

Ahad kelimesi...

Ahad; İlâhi Zât’ın Ahadiyet makâmının salt kendi kendini bilişi makâmına tekabül eder. Ahad ismi, Zât’ın kendinde sadece kendini bilişine tekabül eder ki, bu kendini biliş, Zâtî biliştir. Sıfat yollu biliş dahi değil!..

Zâtî biliş, kendini sıfat yollu bilişe dönmek için “mîm”e gerek duydu. Ve Ahad kelimesine, Arapçadaki Ahad kelimesinin yazılışında AH’dan sonra, D’den evvel “mîm” konur. AH ile D arasına “mîm” girdiği zaman okunuş, AHMED olur.

Ahad’ın, Ahmed’in "mîm"inde görünmesi demek, Ahadiyet makâmının, Ahadiyet mertebesinin görüntü âlemindeki zuhûru, AHMED ismi altında olmuş demektir. Ki, AHMED ismi de Hazreti MUHAMMED’in geçmiş bütün Nebi ve Rasûller tarafından ümmetlerine müjdelenen ismidir.

Muhammed ismi, sadece bu ümmetin tanıdığı bildiği isim olmasına karşılık, Ahmed ismi, Âdem’den kıyamete kadar geçerli olan ve Zâtî sırrı ifade eden isimdir.

Bir kişi bir Zât’a Ahmed ismi ile hitap ettiği zaman, o kişinin kişiliğinin ötesinde, Ahmed’i ve Ahmed’de "mîm"siz olarak Ahad’ı görmesi gerekir.

Denizli’deki seyahatte Atasay’ın babası Hacı Mustafa bana "Ahmed Hulûsi" dedi... "Bana, Ahmed demen kolay değildir" dedim. "Kolay olmaz!.. Hulûsi de!.. Hulûsi kolaydır, tecellime uygundur... Fakat, Ahmed demek büyük iştir!.. Bana Ahmed dediğin anda, Rasûlullâh’ı; Ve Rasûlullâh’ın ötesinde, Zatî Hüviyeti göremiyorsan, bana Ahmed deme!

Ahmed ismi, mevcûdattaki bütün isimlerin fevkindeki isimdir. Çünkü, Zât makâmına, Zâtî benliğin dile gelişine işârettir, bu kelime!..

Evet!.. Devam edelim...

Bu yolun sonu onunla tamamlandı. "Halkı, Allâh’a çağırmaktayım" âyeti, O’na indi (yani, Muhammed Mustafa’ya).

O’nun gönüller açıcı durağı, "Cem’ül Cem" makâmıdır. (Yani, Zâtı ile Zâtını seyretmesi makâmı) Cânlara cânlar katan güzel yüzü, bu topluluğun mumudur.

O, ileridedir, bütün gönüller O’nun ardında. Cânların elleri, O’nun eteğine sarılmıştır.

Bu yolda seyreden Velîlerin ileri gidenleri de, duraklarında bir nişâne verirler, geri kalanları da...

Makâm ve derecelerini anlayınca bilenle bilinen hakkında söz söylemişler.

Birisi, Birlik denizine dalıp, "Enel Hak" demiş.

Yani, bu görüntülerde, kendi kendini seyretmeye başladığı sûretlerden her birinde... Kimisinde “Enel Hak” demiş.

Öbürü, yakınlıktan, uzaklıktan, geminin gidişinden, yürüyüşünden bahsetmiştir.

Gemiden kasıt, beden! Yani, bu bedende zâhir olan kendini seyir hâlinin derecelerinden, mertebelerinden söz etmiş veliler.

Birisi zâhir bilgisini elde etmiş, deniz kıyısının kuruluğunu anlatmış.

Doğrudur! Denizin kıyısı kurudur, kuruluktan söz eder. Haklıdır, denizin kıyısında bulunması hasebiyle kuruluktan söz etmiştir. Doğrudur!

Öbürü denizdeki inciyi ele geçirmiş, kınanmalara sebep olmuş, bir diğeri inciyi bırakmış, sedeften bahse koyulmuş.

Yani, biri cüz’den, biri küll’den söz açmış. Biri Kadîm’den biri Hadîs’ten söze girişmiş. Herkes hangi şeyin varlığını ortaya koymak için var olmuşsa veya başka bir ifade ile, Hak hangi özeliğini zâhire çıkartmak istemişse o özelliğini bir görüntü dili ile dile getirmiş. Dolayısıyla her bir özelliğini bir sûretle kendisi dile getirmesi hasebiyle her yaptığı Haktır ve kendi kemâlinden söz etmektedir.

Burada bir noktaya işaret edelim:

Her birimin kendi doğruluğu yönünden; “körün eğrisi doğrudur”.

İzaha girişelim bunu biraz. “Körün eğrisi doğrudur” demek, şudur:

Bir körü açık bir arazide, düz bir yerde bırakır da, "Yürü, devam et! Doğru karışya git!" dersen, o yürür. Fakat sen, tepeden bir süre seyredersen, o kendine göre doğru yürümesine rağmen, bir süre sonra, çapı belki 50m. belki 100m. belki de 500 m. olan bir daire çizip aşağı yukarı çıktığı noktaya gelir.

Çünkü, insanın bedeninin fıtrî yapısı, yürürken bir ayağını diğerinden daima adım olarak kısa attığı için, olduğu yerde uzun süre içinde daire çizer durumdadır.

Dolayısıyla, kör gideceği hedefi göremediği için, sadece fıtrî özellikleri ile hareket etmesi hasebiyle, olduğu yerde sürekli olarak bir fâsîd daire çizer, bunun dışına çıkamaz.

Körler fâsîd daireden dışarı çıkamaz! İşte bu sebeple körün eğrisi doğrudur, denmiştir. Çünkü, kör gerçeği göremediği için, gerçek hedefi göremediği için, bedenine tâbi olarak doğru gittiğini sanmasına rağmen bir eğri çizerek, bir daire çizip geldiği, çıktığı yere geri dönecektir.

Ama, gören kişi fıtrî bedenindeki eksikliği, basîreti ile, idrâki ile düzeltecek, her ne kadar bedeninin alışkanlıkları, tâbiatının istek ve arzuları onu bedeni etrafında, madde yaşamı etrafında döndürmek isteyecekse de, o, basîret ve idrâkiyla hakiki hedefi gördüğü için bedenini dönmek istediği taraftan saptırtacak ve basîreti istikametinde hedefine doğru yürütecektir.

Evet… Devam ediyoruz...

Biri cüz’den küll’e geçmiş, söz açmış. Birisi ise kadîm ve hadîsten söze geçmiş.

Biri saçı sakalı, bıyığı, şarâbı, mumu güzeli anlatmış;

Öbürü kendi varlığını, kendi zânnını söylemiş. Bir başkası da puta, zünnâra dalıp kendinden geçmiştir.

Her biri kendi oluş kemalâtına göre kendi hedefini ortaya koymuş…

Bu sözlerin hepsi de söyleyenlerin mertebelerine uygun olduğundan halk, mânâlarını anlamada güçlük çekmiştir.

Bunların mânâlarını anlamayarak şaşırıp kalan kişinin mutlaka bu ifadelerin mânâlarını bilmesi ve öğrenmesi gerekir.

Hicretin yedi yüz on yedinci yılı Şevvâli’nde Horasanlılar tarafından gönderilen ve binlerce lûtfa ve ihsana sahip bulunan bir elçi geldi.

Horasanda her çeşit hüner ve mârifette nûr kaynağı olan güneş gibi şöhret kazanmış ulû bir Zât vardır.

Bu zamanda büyük olsun küçük olsun bütün Horasan halkı O’na ulû demiş, O’nun yüceliğini tasdik etmiştir.

İşte O, Cihânın Cânı, Cân’ın gözünün nûru, sâliklerin imâmı "Seyyid Hüseyin"dir...

İşte o ulû Zât, bu mânâlara dair bir mektup yazarak bilenlere yollamış.

Mektubunda hakikati işaretlerle anlatan velilerin anlaşılması müşkül olan, mecâzi şekilde ifade edilen bazı sözlerini, şiir halinde yazıp söz bakımından az, mânâ bakımından geniş bir cihân olan o müşkülleri birer birer sormuş...

Elçi mektubu okuyunca bu iş dillere düştü.

Mecliste bulunan azîzlerin hepsi de bana yüz tuttular.

İçlerinden bu mânâları bilen ve bizden yüzlerce defa duyup işiten birisi, dedi ki:

"Bu mektuba hemen bir cevap yaz. Bütün halk da faydalansın!"

"Ne lüzumu var" dedim. "Ben bu meseleleri risâlelerimde kaç defa yazdım."

"Doğru" dedi; fakat nasıl soruluyorsa öyle yazmanı, ve bu sorulara manzûm bir cevap vermeni isteriz.

Bu hususta hayli ısrar etti. Nihayet o mektuba kısa, fakat mânâsı geniş ve etraflı bir cevap verdim.

Kalabalık bir topluluk ortasında ve bir an içinde düşünmeden, tekrarlamadan bu sözleri söyleyiverdim.

Artık onlar da lütûflarıyla, ihsanlarıyla ayıbımıza bakmasınlar, kusurumuza kalmasınlar.

Herkes de bilir ki, ben, ömrümde dileyerek isteyerek şiir söylemeye kalkışmadım.

Kudretim vardı, söyleyebilirdim. Fakat pek nâdir söyledim.

Nesirle birçok kitaplar yazdım ama, mesnevî tarzında ve mânzûm söz söylemedim.

Mânâ, arûza, kafiyeye sığmaz! Mânâ, öyle her kaba sığışmaz.

Mânâlar harfe girmez... Engin deniz bir kab içine sığamaz ki...

Mânâları nesir olarak bile harfe sığıştıramazken neden bir de onları mânzûm olarak söylemeye kalkışalım?

Bu sözlerle öğünmüyorum. Şükür olarak söylüyor, gönül ehline özürler getiriyorum.

Şâirlikten utanacak değilim ya!.. Yüzlerce yıl geçer de yine "Attar" (Feridüddin-i Attâr’ı kastediyor) gibi bir şâir gelmez.

Şu Risâlede bu çeşit yüzlerce sır âlemi söylesem bile yine sözlerim sadece Attâr’ın dükkânından, eserlerinden bir kokudur.

Fakat, şu muhakkak ki, sözlerim, şeytanların meleklerden haber çalması gibi çalıp çırpma sözler değil!

Kendimizden söz ediyoruz, kendimizi anlatıp dile getiriyoruz, demek istiyor.

Hülâsa: Mektuptaki sorulara artıksız, eksiksiz ve bir solukta birer birer cevap verdim.

Elçi, o mektubu hürmetle alıp, geldiği yola hareket etti.

Burada, "kendimizden söz ediyoruz" derken; Bir, Hakk’ın kendini tanımasının neticesi olarak, kendi evini, kendi bedenini tanır gibi âleme dair, âlemin oluşumuna, mertebelere, varlıklara dair sözlerden bahsedenler vardır.  Bir de, bu bahsedenlerden nakil yollu bahsedenler vardır.

Birincisi; Hakk’tan ilmini alanlardır. ikincisi de nakil yollu alanlardır. Yani, bu Zât, birincisinden olduğunu, âlemin kendi cübbesi altında mevcut olduğunu, kendini tanıdığı için âleme dair sırlardan söz ettiğini anlatıyor...

Bu sefer yine mektubu yazmama sebep olan o aziz dost; "Şunu biraz genişlet! Söylediğin mânâları etraflıca anlat. Onları bilgi varlığından meydana çıkar, apaçık bir hâle getir!" dedi...

O vakitler, bu mektubu hâl zevkine ait bir şeyler katarak genişletmeye mecâlim yoktu.

Zâten hâl zevkini lâfla anlatmaya imkân yok. O hâlin ne çeşit bir şey olduğunu ancak hâle sahip olan bilir.

Fakat, dini tebliğ edenin sözüne uyup din hususunda bir şey isteyenin isteğini reddedemedim.

O sırlar daha aydın, daha açık bir hâle girsin diye nâtıkamın dudusu söze geldi.

Allâhın lütfû ile, Allâhın yardımı ile hepsini birkaç saat içinde söyledim.

Gönül, Allâh’tan bu Risâleye bir ad isteyince, "Bu bizim Gülşenimizdir" diye cevap geldi.

Mademki Allâh bu Risâleye "GÜLŞEN" adını taktı, artık onda bütün gönüller aydınlanacaktır elbet!

Evet! Şimdi geldik birinci sorunun cevabını vermeye...

 

 SORU 1:

İlk düşünceye daldığım, şaşırıp kaldığım şey şu:

Düşünce dedikleri şey nedir?

“Bana söyle! Düşünce nedir?.. Bunun mânâsını anlamak hususunda şaşırdım kaldım." dedim.

Düşünce; Bâtıldan Hakk’a gitmek, cüzü’de mutlak olan Küllü görmektir.

Yani kişinin tefekkürü; kişinin, cüz’ü - izâfi- birimsel görüntüler görmekten, o görüntülerin aslı olan Tek varlığı görmeye yönelik bir faaliyet içinde ise, o kişi tefekkür hâlindedir. Zira burada sorulan şey, rastgele bir düşünce hâli değil, tefekkür ve daha sonra olan tezekkür hâlidir.

Tefekkür; Ancak ve ancak kişinin kesret âleminden, çokluk âleminden, izâfi birimsel varlıklar görmek hâlinden, Tek varlığa yönelip, Tek varlığı müşâhade etmesi hâline yönelik faaliyet göstermesinin adıdır.

Eğer kendi kendine kaldığın bir anda, bu tefekkür içinde isen, senin hâlin gerçekten tefekkürdür. Yoksa, aldatıcı düşünceler içinde sandalın dalgalara kapılmış gidiyordur...

 İşte bu tefekküre dair kitaplar meydana getiren hakîmler, tefekkürü târif ederken şöyle demişlerdir:

Gönülde bir tasavvur meydana geldi mi önce ona "hatırlayış" adı verilir.

Düşünceye daldın da bu dereceyi aştın mı düşüncen, “örften ibaret” adını alır.

Akıllıca düşünce, bir işi etraflıca düşünüp başarmaya yarayan tasavvurdur.

Bilinen şeyler hatırlanır da, bütün bildiklerini hatırlarsan ve zihinde bir tertibe tâbi tutulursa, bu bildiklerinin birbirleriyle ilişkileri meydana getirilip tek bir şey meydana getirilmeye çalışılırsa o zaman anlaşılmayan ve anlaşılması istenen bilinen şey, anlaşılır.

Kıyasta mukaddem, babaya benzer, tâli anaya... Neticede, çocuk gibidir kardeş.

Yani, kıyasta ilk ele alınan şey babaya benzer. Daha sonra onunla bağlantılı diğer hususlar da baba ile birleşen ana gibidir. Ana fikir yan fikirlerle birleştiği zaman, çocuk hasıl olur.

Ana fikri, yan fikirlerle birleştirip de esas neticeyi ortaya koyduğun zaman çocuk, yani ana fikir meydana gelmiş olur.

Fakat bir hükme varmak için yapılan bu tertip de, mantık bilmeye bağlıdır.

Ama, bir de şu var ki, Hakk’ın yardımı olmadıkça, yapılan tertip ve varılan hüküm, ancak taklide uymadır, taklidin ta kendisidir...

Bu, uzak ve uzun bir yoldur. Bırak bu yolu da, bir zamancağız olsun Musa gibi âsayı terk et!..

Musa, âsaya dayanarak gidiyordu. Musa’nın dayandığı âsa, aklı idi. Kendi üstün aklına dayanarak Hakk’ı bulmaya çalışma hâlinde idi başlangıçta...

Eymen vâdisine gel!.. Ağaç bile sana "Ben Allâh’ım!.. Allâh!" desin!

Burada, "inni enallâh", "Şüphesiz ki Allâh benim" âyetine işaret ediliyor...

Eymen Vâdisi’nden kasıt; Nefsin hakikatini müşâhade etmektir.

 “Eymen vâdisine gel!” Yani; Nefsinin hakikatini müşâhade ettiğin zaman ağaçlar bile sana, "Ben Allâh’ım!.. Ki, Ben’den gayrı yoktur." idrâkini gösterir, sana ayna olur.

Hakikate erişen, her şeyin hakikatini gören, daha varlığa ilk bakışta varlık nûrunu(ilâhi Zâtı) görür.

"Nefsinin hakikatini gören" dedik...

Buradaki Nefs kelimesinden gaye, kişinin izâfi, kendinde gördüğü "vehmî benlik duygusu" değildir. Âlemde, İlâhi isimlerin zuhûrunun kaynağı olan mahâl, “İlâhi Nefs”tir.

"Sen Nefsini görürsen" dendiği zaman; bütün bu isimlerin mazhârı olan varlığın çıktığı kaynak olan, hakiki benliğini görürsün demektir.

Eğer "Nefsini tanırsan Rabbini bilirsin"den kasıt; Hakiki mânâdaki "Külli Nefs" diye tâbir edilen, Hakk’ın Nefsini, yani kendi Öz Nefsini görürsen, Allâh’ın ne olduğunu bilirsin mânâsı burada söz konusudur. Yoksa, izâfi mânâda, bireysel mânâda nefs, zaten “yok”tur... Böyle bir nefsin aslı var değildir!

"Nefsini bilen Rabbini bilir" hadîs-i şerîfi; Senin hakiki nefsin olan Rabbâni Nefsi bilirsen, kendini tanırsın mânâsınadır.

Yoksa, diğeri tamamıyla vehmin meydana getirdiği, bedenini görmekten dolayı, bu bedenin kendine mahsus izâfi bir benliği var, hükmünü çıkarıp "olmayan yoku var sanma gücünü meydana getiriyor ya vehim; işte bu vehmin, bedeni görüp de "bu bedenin de bir nefsi var" diyerek benliğe düşmesi hâlidir. Ki, bu nefs değildir burada kastedilen nefsini bilmekten kasıt.

Sen, bedenini görmekten dolayı, "Bu bedenim var. Bedenimden dolayı da bir nefsim var!" hükmünü verdiğin anda vehmine tâbi olmuş, yani şeytanın peşine takılmış, Hakk’ı inkâra düşmüş olursun!..

Açıklayabildim mi "Nefs"in ne olduğunu? Devam ediyorum...

Mârifete sahip olan ve o tertemiz varlık nûrunu gören, neyi görse önce Allâh’ı görmüş olur.

"Ben varlıkta herhangi bir nesneyi görmedim ki ondan önce Allâh’ı görmüş olmayayım" diyen Hazreti Ebu Bekr’in kasdettiği mânâ budur...

Önce Allâh’ı görür, sonra Allâh’ın bir esmâsının mazhârı olan sûreti görerek, o sûretin Hakk’ın sûreti olduğunu müşâhade eder. Bu sözden kasıt budur, iyi düşün!..

Burada bir noktayı daha açıklayalım:

Eğer bakış sahibi, baktığı mahalde kul isminin mânâsı olarak bir sûret, bir varlık müşâhade ediyorsa, bu şirk ehlidir. Kul ismi, bakanın müşâhade sahasında bir mânâ ifade ettiği sürece o görüş, şirk görüşünden başka bir şey değildir.

Bir görüş sahibi, görüş sahası içindeki herhangi bir mahalli yanlış, eksik, hatalı, kusurlu bir fiil meydana getirmekle itham ettiği veya dile getirmeyip kafasından geçirdiği sürece o kişi şirk ehlidir.

Hristiyanların eskiden yapmış olduğu gibi, beline zünnâr bağlayıp dolaşmaktadır. Fakat bu zünnârı ancak hakikat ehli görür ve o kişi de alnını her ne kadar secdeden kaldırmasa dahi, henüz belinde, sırtında bir kalas bağlıdır. Vücudu, rükûa dahi gitmemektedir... Nerede kaldı ki secde ehli olup, müslümanların arasına karışmakta olsun!..

Devam ediyoruz...

İyi düşünce için gönülden her şeyi çıkarmak, gönlü arıtmak gerek!..

Yani, gönülde ayrı ayrı birimler var olduğu yolundaki müşâhadeyi engelleyen perdeleri kaldırıp salt Hakk’ı, Vahîd ve Ahad olarak müşâhadeye yer açmak gerekir.

Hak, birine yol göstermedi mi, o adama mantıkla hiçbir kapı açılamaz!..

Ne tahsili, ne görgüsü, ne bilgisi, ne parası olursa olsun, Hak hidâyet etmedi mi o, perdelilerden olmaya mahkûmdur. Çünkü Hak, orada perdeliliğini izhâr etmektedir.

Felsefeye düşkün kişi, şaşırıp kaldığından bu âlemi ancak imkân âlemi olarak görür de,

Vâcib’i mümkünle ispata kalkışır. Bundan dolayı da, Vâcib’in Zâtı’nda hayrete düşer.

Sadece felsefe ile ilgilenen, hikmetleri araştırıp kalan kişi şaşırıp kaldığından, bu âlemi ancak imkân âlemi olarak görür de Vâcibi, mümkünle ispata kalkışır...

Yani, bu âlemin çeşitli gerçeklerine dayanarak, "işte, bu âlemi meydana getiren bir Mutlak Zât da var" diyerek, bu âlemi esas alarak Hakk'ı ispat etmeye kalkışır ki, yaptığı iş temelden yanlıştır.

Çünkü, Hak vardır ve Hakk’ın görüntüsünden ibarettir âlem!.. Âleme dayanarak Hakk’ı ispata kalkmak tamamıyla olmayan şey üstüne, hayal temeli üstüne mutlak binası kurmaya benzer ki, tümü ile bu, bâtıldır... Ve bundan dolayı da Vâcib’in Zâtı’nda hayrete düşer.

Bazen devre saplanır, ters yüzüne gitmeye başlar. Bazen teselsüle kapılır, teselsülde hapis olur gider.

Bazen devre saplanır. Yani, bu âlemde insanların zaman içinde tekrar tekrar dünyaya gelip gittiğine inanır, olayların tekrar tekrar devam ettiğine dayanır. Bazen de teselsüle, silsilelere kapılır. Her şeyi bir sebebe bağlar. Sebepler sebebe dayanır, sebepler sebeplere dayanır. Neticede Hak, bu sebepler zinciri içinde kaybolur, gider...

Aklı, hep bu varlıkla uğraşıp durduğundan, ayağı da silsileler bağı ile, zinciri ile prangalanmış olur.

Her şey bu âlemde zıddı ile meydana çıkar. Fakat Allâh’ın ne benzeri vardır, ne de zıddı!..

Halbuki ise, Allâh’ın ne benzeri vardır, ne de zıddı. Benzeri ve zıddı olmayan şeyi, benzeri ve zıddı olanlara kıyasla anlamaya çalışmak bâtıldır. Gerçekleşmesi mümkün olmayan şeydir.

Eşi ve benzeri olmayınca da bilmem ki akla uyan bir kişi onu nasıl bilebilir?

 Yani, mümkün olmayan şey!

Mümkün, Vâcib’e örnek olamaz ki...Şu halde, mümküne sarılan onu nasıl bilebilir, nasıl?..

Mümkün, Vâcib’e örnek olmaz!.. Yani mevcut olanlar, varlığın tümüne örnek olmaz!.. Çünkü, mevcut olanlar varlığın sadece bir sûreti, bir görünüşü, bir anlık eseridir. Onun tam zıddı, bir başka eser de meydana getirir. Daha doğrusu, tam zıddı, başka türlü görüntüleri de izhâr eder.

Sen bir görüntüye bakarak onun hakkında hüküm verirsen, mutlaka ve mutlaka neticede yanılmış olursun.

İşte bu sebepten mümkün, vâcibe örnek olamaz!..

Ne bilgisizdir, akla uyan adam!.. Ovaya düşmüş, ortalığı aydınlatan parlak güneşi mumla aramakta...

Ortada, açık seçik kendisi mevcutken, hâlâ, O yoktur diyerek, birtakım eserler bulmaya çalışarak, o eserlerden O’nu bulmaya çalışıyor. Halbuki, eserler dediği şey de gene kendisi...

Güneş, bir hâlde kalsaydı, ışığı da bir çeşit olurdu.

Fakat, bu ışığın O’nun ışığı olduğunu, iç ile derinin, hakikat âlemi ile bu âlemin arasında hiçbir fark bulunmadığını kimse bilmez!

Hakikat âlemi denen âlem, içinde bulunulan âlemin ta kendisi... Ama, perdeli olarak âleme nazar eden, hiçbir zaman bu gerçeği müşâhade edemez!

Âlemi, baştan başa, Hakk’ın nûrunun ışığı bil. Hak, âlemde meydanda aşikâr olduğu için gizlenmiştir (gizlilik hükmüne sarılmıştır). Meydanda oluşu gizli kalmasına sebep olmuştur.

Öylesine açık seçik her an, her yerde, her şekildedir ki, bu oluşu ile kişi baktığının, gördüğünün, hissettiğinin, duyduğunun ve her şeyin, O olduğunu müşâhade edemez.

Dolayısıyla, bu varlığa çeşitli isimlerle hitâp edip, o isimlerin karşıtı bir varlık verdiği için, bu varlığın ötesinde, daima O’nu tahayyül eder, hayale kapılır, arar!

Halbuki Hakk’ın nûru, ne bir yerden yere gider, ne bir hâlden bir hâle girer, ne değişir, ne de bir başka şekle bürünür.

Hak, hep aynı Hak!..

Sen âlemi, daima kendi varlığı ile duruyor, sanırsın.

Halbuki bu âlem, Hakk’ın varlığı olarak vardır. "Âlemin bir varlığı var da, bu varlık Hakk’ın varlığı ile kaîmdir" demek, bâtıldır!.. Çünkü o zaman âleme bir varlık vermiş olursun. Velev ki, bu varlığı Hakk’tan dahi alsa!..

Halbuki âlemin hiçbir varlığı yoktur; ayrıca âlem diye bir şey de yok!

Hakk’ın kendine taktığı çeşitli isimler dolayısıyla sen, bu isimler perdesinde kalarak ayrı ayrı varlıklar varmış zannına kapılıyorsun ki, işte suç olan zan, bu!.. 

Çünkü âyette: "Şüphesiz ki bazı zanlar var ki onlar suçtur. Onlardan kaçının!.." deniyor. İşte o zanla, bu kastediliyor...

Kimde uzun uzadıya düşüncelere dalan akıl varsa, onun önüne pek çok baş döndürecek şeyler çıkar. Ne kadar şaşırır o adam!..

Bu abes, bu işe yaramaz cüz’î izâfi aklın uzun düşüncelere dalması yüzünden birisi felsefeye düşmüştür, öbürü hulûle inanmıştır.

Birisi illetlere, sebeplere bağlanmış, "Bu, bunu meydana getiriyor, bu, şunu meydana getiriyor" diyerek; Hakk’ı tâ ötelere bir yere atmış.

Öbürü de bu varlığa Hakk’ın sirâyet ettiğine!

Bu varlık var. Bu varlığa Hak, kâh geliyor, kâh gidiyor. Bu varlığa Hak sirâyet ederek bu varlığı ayakta tutuyor, bu varlığa bir sûret veriyor!..

Hak da onun içine giren, ruh gibi... Sonra, ruh çıkıyor. Âlem boş bir ceset kalıyor, falan gibi yanlış düşüncelere kapılıp gidiyor...

Akılda, Hakk’ın nûrunu görmeye kudret yok. Yürü, O’nu görmek için başka bir göz ara!

Felsefecinin iki gözü şaşı da, onun için Hakk’ı, Bir göremez!

Felsefe ile baktığından!

Teşbîh, görmezlikten körlükten ileri gelir. Tenzîhe ait anlayış da, tek gözlü olmaktan...

"Teşbîh, görmezlikten ileri gelir" derken, şunu kastediyor:

Bu varlığıHak olarak görmek hatadır. Çünküdemin söylediğimiz gibi, varlık “yok”tur!.. Hak vardır. 

Sen; "Varlık vardır, Hak varlıktır, varlık sûretine bürünmüştür" dediğin zaman gene, farkında olmadan yanılıyorsun. Çünkü salt, Hak vardır...

Hak, kendini isimlerle bezeyerek, "ayrı ayrı sûretler var" zannını meydana getiriyor. İşte, dolayısıyla teşbîh burada, bir noktada kayıtlıdır, kısıtlıdır...

"Tenzîhi" anlayış da, tek gözlü!.. 

O da Hakk’ı, her şeyden soyutluyor. Bu isimlerle kendini bezeyen Hakk’ı inkâr ederek; Hakk'ı ötelerde vasıfsız, biçimsiz, isimsiz, özel bir şekle sokuyor. Bir nevi, ötelerde, ilâhlaştırıyor. O da, oradan yanılıyor...

Tenâsuh (reenkarnasyon), görüş darlığından meydana çıkar. Onun için küfürdür, aslı yoktur!

Yani, insan ruhlarının dünyadan çeşitli zamanlarda gidip, tekrar yeni bedenlere bürünerek gelmesi… O, hiç aslı astarı olmayan bir şey…

Îtizâl yolunu tutan, anadan doğma kör gibi bütün yüceliklerden nasipsizdir.

Çünkü, o da, îtizâl yolunu tutanlar da bedene bir irade, bir cüz veriyor. Ve, "Bu beden, kendi işini kendi görüyor, Hakk’ın bu işlere karıştığı yok!.. Hakk da, öteden seyrediyor." Diyor... Hepten bir acayip görüş!..

Tevhîd zevkini tatmayan kelâmcı, taklit bulutları ile örtülmüş, ortada karanlıklarda kalmıştır. 

Kelâmcı da, işin sadece lâfını, felsefesini yaparak, Tevhîd’in hakikatını tatmadığı için eskilerden gelen taklîdi lâflarla ömür geçiriyor.

Zâhir ehlinin iki gözünde de kuru ağrı var... Onlar, âlemde görünen şeylerden başka bir şey göremezler!

Bu Zât’ın, "Zâhîr ehlinin iki gözünde de kuru ağrı vardır" sözünü Ahmet Hilmi, "A’mâk-ı Hayal" kitabında bir hikâyesinde, Aynalı Dede’den gelen bir hikâyesinde; "Gözlerinde soğan cücükleri olanlarla" târif eder. O kitapta o bahsi hatırlamak gerek burada!

Onun için Allâh hakkında az çok söz söyleyenler, hep kendi görüşlerini anlatmışlardır.

Allâh’ın Zâtı ise nitelikten de münezzehtir, nicelikten de... Söylenen sözlerin hepsinden yücedir O!

Şimdi ikinci soruyu cevaplandırmaya gelelim.

 

SORU 2.

Yolumuzda şart olan hangi düşüncedir?

Hangi tefekkür bazen ibâdettir, bazen günâh?..

Hak sıfatlarını, Hakk’ın nimetlerini düşünmek yolun, târikatın şartıdır. Fakat Hakk’ın Zâtını düşünmek, günâhın ta kendisidir!..

Allâh’ın Zâtını düşünmek boştur, saçmadır. Eldekini elde etmeye çalışmak bil ki, olmayacak bir şeydir…

Âlemdeki şeyler, Allâh’ın Zâtından nûrlanan, Zâtına delâlet eden şeylerdir. Fakat, Zâtı onlarla nûrlanmaz ki!..

Senin, "Ben" kelimesi ile kasdettiğin varlığının aslı, Allâh’ın Zâtıdır. Zât’ı anlamaya, düşünmeye, elde etmeye çalışmak muhâldir.

Göz, kendisinden ayrı olan şeyleri görür, kendisini görmez ki. Gözün kendisini görmesi için ancak, bir aynaya ihtiyacı vardır.

İlâhi Zâtın da, kendini görmesi diye bir şey söz konusu olamaz!.. Kendini görmeye çalışırsa bu mûhaldir. Zât sıfatlarını, isimlerinin mânâlarını müşâhade eder. Ama Zât’ın Zât’ı görmesi söz konusu değildir.

Ancak, esmâ ve sıfatlarını görmesi, kendi Zâtına delâlet ettiği için, Zâtı ile isimlerini ve sıfatlarını görür... Ve, isim ve sıfatlar, bir Zât’a bağlı olduğu için, isim ve sıfatlar yoluyla da Zâtını müşâhade etmiş olur.

Bütün âlem, O’nun varlığından meydana gelmişken, varlığı nasıl olur da âlemden görünür?..

Bütün âlem, Allâh’ın varlığından meydana gelmişken, "bu Zâtı, varlığı, ayrıca âlemden görünüyor" diye bir şey söylenemez ki!.. Yani, bir âlem varsa, ayrıca bu âlemden O’nun varlığı da aksediyor, diyelim. Ama, âlem diye bir şey yok ki!.. Var olan O’nun Zâtı.

Zât, çeşitli isimleri alarak, kendine isimleri perde yaparak; "âlem var" hükmünü meydana getirmiş.

Dolayısıyla, sen bu isimlere baktığın zaman; eğer isimler perden kalkmış ise direkt, Hak olarak Hakk’ı görürsün. 

O zaman, "Sen bu âlemden Hakk’ı gör!" denmesi, bâtıl olur... Çünkü, âlem yoktur ki, âlem görünsün de âlemden, Hak görülmeye başlansın.

Âlemleri görerek, bu âlemlerden Hakk’ı görmüş olacağım diyen, sapmış olur. Perdelenmiştir ve hakikatı görmesine imkân ve ihtimal yoktur.

Çünkü, varlık serâpa, Hakk’ın varlığıdır ve Hak, kendine çeşitli isimler takarak, ayrı ayrı birer varlık ve âlem varmış vehmini meydana getirmiştir...

Allâh’ın Zâtının nûru, görünen şeylere sığmaz. O’nun Azâmet nûrları her şeyi kahreder.

Aklı bırak da, Hak ile bulunmaya bak!.. Yarasanın gözünde, güneşi görmeye kudret yok!..

Hak nûrunun kılavuz olduğu yerde, Cebrâil’in sözü mü olur!.. (Ki, Cebrâil’den kasıt, Akl-ı Küll’dür.)

Melek de Allâh’a yakîyndir, o yakiynliğe erişmiştir. Ama; "Öyle bir zamanım olur ki, Allâh’la beraber olurum" hadîsinde belirtilen makâma giremez akıl!..

Orası, "Hakk’ın kendi ile, kendini seyir hâli"dir ki, orda artık aklın yeri yoktur, akıl kalkmıştır orada.

Hakk’ın nûru, Meleğin bile kanadını yakarsa, artık bu cüz’î - beşerî denilen akılları, haydi haydi, baştan ayağa kadar yaktı gitti...

Allâh’ın pek parlak, pek nûrlu olan Zâtına karşı aklın nûru, güneşe bakmaya çalışan göze benzer.

Göz, güneşe bakmaya kalkıştı mı kamaşır, kararır, bir şey görmez olur.

Fakat, bir bilsen!.. Karanlık, zûlmet, Allâh’ın Zâtının nûrudur. Âb-ı Hayat, o zûlmet içindedir.

Burda kastedilen "Zûlmet", Zât makâmının ifadesidir. Zât makâmında bütün isimler ve sıfatlar düşmüş, Zât, kendi hâliyle kalmıştır ki, oradaki ilim, "Cehil" dir.

Ve, gerçek kendini buluş, o mutlak karanlığa, zûlmete, yani her türlü hâlin, sıfıra inmesi hâline bağlıdır. 

O kara nûr, ancak göz nûrunu alır. Sen de, bakışı bırak artık!.. Ki, bu makâm bakış yeri değil...

Tertemiz âlemin, toprakla ne münâsebeti var?.. Anlayış, anlamdaki aczî anlamaktan ibarettir.

 Yani, bâtın âleminin, bedensel algılama araçları ile ne alâkası var? Mânâ âlemine nüfûz edemez ki göz, kulak, beyin, akıl dediğimiz beynin hâsılası el, dil!

Bütün bunlar, madde âleminin meydana getirdiği araçlardır. Sen bu araçlarla ancak, bu araçların boyutunda mevcut olan şeyleri algılayabilirsin.

Bu aracın ve bu varlığın ötesindeki, salt mânâ âlemini, ancak kendinde mevcut olan mânâ âlemine karşıt düşen yapınla tespit edebilirsin. Ki, o da, "Hakkani göz" denilen bir gözdür. Basîrettir!..

Sen, basîretinle kendini, Hakk’ı görebilirsin...

Hak, doğrusunu daha iyi bilir ya... Yüz karalığı, mümkün olan şeylerden de, iki âlemde de ayrılmaz!

Yüz karalığından kasıt; Allâh’ın Zâtının varlığı!

Derviş, iki âlemde de yüz karası olan yokluk yok mu ?.. Eksiksiz, artıksız, aradığını bulacağın ulû şehir... O yokluk âlemidir işte...

Yani, bir isimle kastedilen, kendine has özel bir varlığının olmadığını, ayn-el yakiyn yaşayabilmek...

Ne diyeyim?.. Bu nükte pek ince!.. Apaydın gece, kapkara gündüzün içinde.

Hadi anla!.. Apaydın gece kapkara gündüzün içinde!

Allâh’ın Zâtı, bu varlıkta en zâhir olan, zâhir dediğin nesne kadar zâhir... Çünkü, kendisi... Ama, açık- zâhir olan Zâtı, bir isimle perdelemen yüzünden, çok ötelerde aramak durumuna düşmüşsün.

O Zât’a kızıyorsun, O Zâtı seviyorsun, O Zât’tan nefret ediyorsun. O Zât’ı, yanlış ve hatalı buluyorsun!.. Ve, bütün bunlar, sadece perdelilik hâli dolayısıyla oluyor.

Âlemde, hiçbir değişme olmayacak. Eğer olacaksa, ancak, burdaki perdelilik hâli kalkacak.

Tecelli eserlerinin göründüğü bu makâma dair söyleyecek sözlerim var... Var ama, söylememek daha doğru!

Güneş kaynağını görmek istiyorsan başka bir göze ihtiyacın var!.. 

Çünkü, bu baştaki fizik gözde o kudret yok. Yalnız, aydın güneşin suya aksini görebilir.

Zira, güneşin sudaki aksi, güneş kadar parlak değildir. Bu yüzden onu görebilirsin. Bu suretle görüşün, anlayışın da birazcık artar...

Yokluk, Mutlak Varlığın aynasıdır. Allâh’ın nûrunun aksi, yoklukta görülür...

Yokluk, varlıkla karşı karşıya gelince, hemencecik, onda bir akisdir, göründü...

Birlik, şu çokluk âlemiyle zuhûr etti. Bir’i sayarsan çoğalır ya…

Sayı, önce, bir’dir. Ama, saydın mı, sonu gelmez!..

Bahsettiğimiz gibi, sayılar çoktur. Fakat, çoklar hep, “bir”den oluşmuştur. Ancak, sayıları kaldırdığın zaman neticede, “bir” de kalmaz...

İşte, “bir”in de kalmaması hâli, Zât âlemine işaret eder.

Yokluk, esasen tertemizdir. O’nda hiçbir şey yoktur. Ondan dolayı, gizli hazine yoklukta zâhir oldu.

Yokluk diye kastedilen, salt bir makâm bir yer var da, o yokluk bir ayna oldu da onda Zât, kendini gördü değil!..

Zât’ın kendinden başka hiçbir şey yokken, kendi varlığında, tahâyyülünde diyelim, basit bir şekilde, kendindeki bu mânâları seyri hâli, "yokluk âlemi" kastedilir. Yoksa öyle, yokluk diye bir nesne, bir varlık var, değil!

"Ben gizli bir hazine idim" hadîsini oku da, o gizli hazineyi açıkça gör!..

Yokluk, aynadır. Âlem, o aynadaki akis. İnsan da o aksin, akseden şeyin gözü gibidir. Ayna karşsındakiyse o göz içinde gizlenmiştir.

Aynaya baktığın zaman, aynada bir sûret, sûrette bir göz, görürsün. O gözün içinde, bakan mevcut!..

Sen, aynadaki aksin, gözüsün. (Aynaya yansıyan varlıktaki gözsün.) Hak, o gözün nûru, göz bebeği... Hak, bu gözle, o göz bebeği olan nûru... Bu gözle kendi kendisini görür. 

Anlayacağın; Âlem, İnsan olmuştur, İnsan da Âlem.. Bundan daha temiz, bundan daha güzel bir anlatış da olamaz!

Bu işin aslına iyice bir bakarsan, anlarsın ki, gören de O’dur, göz de O, görünen de O!

Bu durumda; "Gören- görünen- göz" diye bir üçleme dahi kalmaz. Kendi kendine kalır...

Ancak, bu ifadeye geldi mi, "gören-görünen-göz" gibi tâbirlere bürünmek zorunluluğunu hisseder. Çünkü, kendi kendine kaldığı zaman, kendi kendini seyir hâli vardır.

Burada ifade olarak her ne kadar, "kendi kendini seyir hâli" gibi bir ikili, üçlü bir olay söz konusu ise de; kendi kendine kaldığı zaman, böyle bir şey söz konusu değildir. Salt varlığın, "kendi kendini seyri"dir...

Hadîs-i Kudsî; "Benimle görür" diye, bu mânâyı anlatmıştır.

"Ben sevdiğim kulumun görür gözü, işitir kulağı, söyleyen dili olurum."

Bu Hadîs-i Kudsî’yi kasdetmiştir. Hadîs-i Kudsî, "Benimle görür" diye bu mânâyı anlatmıştır.

Sen Âlemi baştan başa bir ayna bil!.. Her zerrede, yüzlerce güneş parlamakta...

Bir katra’nın yüreğini yarsan ondan, yüzlerce arı duru deniz coşar.

Toprağın her cüz’üne baksan, binlerce insan görürsün.

Binlerce canlı hayat, hareket görürsün.

Âza bakımından, organlar bakımından sivrisinek, filin aynıdır. (Onun da eli kolu, ağzı, burnu var, öbürünün de). İsim bakımından, katra (zerre), Nil’in eşidir. (O da su, bu da).

Bir habbenin içinde yüzlerce harman var. Bir buğday tanesine bir âlem sığmış... 

Sivrisineğin kanadında bile cân var. Göz bebeğinin içinde bile, koskoca bir gökyüzü gizli!..

Yürekteki o kara noktacık, küçüklüğüyle beraber iki cihân Rabbi’nin konağı...

O noktacıkta iki âlem de toplanmış, birikmiş... İnsanı kâh Şeytan etmekte, kâh Âdem!

Bak hele!.. Âlemde her şey, her şeyle yoğrulmuş, karışmış, birleşmiş. Melek, şeytânda gizli, şeytân melekte...

Bütün ağaç, nasıl tohumda mevcutsa, tohum nasıl ağaçtan meydana geliyorsa, her şey de her şeyle bir!.. 

Kâfirden Mü’min meydana gelmekte; Mü’minden Kâfir!..

Bütün devir... Günler, aylar, yıllar, Tek bir noktanın içinde toplanmış, bir "An"a sığışmış!..

Ezelle ebed, birbirinin aynı. İsa’nın gökten inişi ile Âdem’in icâdı var oluşu birbirinin içinde...

Başladığı noktadan itibaren dönüp duran şu devran, binlerce şekle bürünüp görünmekte...

Her noktadan bir dönüş başlamakta, yine o noktada bitmekte. Merkez de O!.. Bu dönüşte, dönen de O!..

Bir zerreyi bile yerinden oynatsan baştan başa bütün âlem bozulur gider...

Her şey başı dönmüş, hayran bir hâlde. Bir zerre bile imkân sınırından dışarı ayak atmamış.

Varlıkları, kendilerini cüz’ilik âlemine hapsetmiş, küllî âleme ulaşmakta ye’se düşmüşler.

Yani nesnelerdeki kendilerini izâfi birer varlık görme şuuru, birimlerin kendilerinde vehim gereği varolan varlıkları, kendilerini cüz’îlik âlemine hapsetmiş, bu yüzden küllî âleme ulaşmakta ye’se düşmüşlerdir.

Sanki, daima dönmekteler, fakat, daima hapis içindeler!.. Varlıklarından soyunup duruyorlar. Daima da varlığa bürünmekteler.

Hepsi de daima harekette, hepsi de daima varlık âleminde sâkin.. Hiçbirinin ne başlangıcı görünüyor, ne sonu belirmede.

Hepsi de daima kendi varlığını bilmekte, bu varlıktan Hakk kapısına doğru yol almakta.

Sevgilinin câna cânlar katan yüzü, her zerreyi perde etmiş, her perdenin altında gizli olan o yüz!..

"Perdenin altında gizli olan o yüz" derken, yüzün üstünde bir perde var, o perdenin arkasında o yüz gizli değil!..

O yüz, aşikâr!.. Perde, bakanın gözündeki isim perdesi!.. O yüze taktığı isim perdesi. O taktığı isim, ona perde oluyor ve o yüzü, o perdenin arkasındaymışcasına bir vehmi meydana getiriyor.

Sen, âlem diye ancak, bir sözdür duydun. Fakat, hele bir gel de âlemden ne gördün?.. Onu söyle!.. Âlem diye bir şey var mı acaba?

Sûretten ne gördün, mânâdan ne anladın? Ahiret nedir?.. Dünya nasıl bir âlemdir?..

Söyle bakalım!.. Simurg nedir, Kafdağı ne?.. Cennet, Cehennem, A’raf ne demek?..

O, görünmeyen, o, bir günü bir yıl olan âlem, hangi âlem?..

Âlem, bu gördüğün âlemden ibâret değil ya!.. Âyette, "Görmediğiniz şeyler" denmekte. İşitmedin mi?..

Gel, göster hele... Cabelka, hangi âlem?.. Cabelsa şehrinin bulunduğu cihân, hangi cihân?

Bir düşün bakalım!.. Doğular ne demek, batılar ne demek?..

Kurân’da; "Rabb-ül Maşrıkeyn, Rabb-ül Mağribeyn" "doğuların ve batıların Rabbi" diyor.

Çünkü, bu âlemde bir doğudan, bir batıdan başka doğu-batı yok!..

Abdullah ibni Abbas’ın; "Allâh, onlara benzer ve eşit olarak yeryüzünü yarattı" âyetinin tefsirinde söylediği sözü duy da, kendini iyi tanı!..

Talâk Suresinin 65nci âyetinde:

"Allâh, öyle bir Allâh’tır ki, yedi kat göğü ve onlara benzer ve eşit olarak yeryüzünü yarattı. O şüphesiz ki, her şeye kâdirdir ve şüphe yok, O’nun bilgisi her şeyi kaplar. Bunu bilesiniz diye emri gök ile yer arasında iner" buyurulmuştur...

Abdullah İbni Abbas (radiyAllâhu anh), ashabdan, efendimizin en takdir ettiği kişilerden…

"Eğer, size bu âyetin tefsirini söylesem beni taşlar, yahut da, kâfir derdiniz" demiştir.

Ve, gene aynı Zât, yıldızları kastederek;

"Orada da benim gibi İbni Abbaslar var" dediği naklolunmuştur.

İşte burada, bu noktaya atıf yapıyor...

Sen uykudasın, bu gördüklerinin hepsi de hayal! Ne görüyorsan, misâlden ibâret.

Mahşer sabahı uyandın mı anlarsın ki, gördüklerinin, bildiklerinin hepsi vehîmden, zândan başka bir şey değilmiş...

"Sen uykudasın, bu gördüklerin de hayal, ne görüyorsan hepsi misâlden ibaret" demesinin sebebi.. İşte, demin bahsettik ya!.. Deminki boyutta, bu âlemde, çeşitli isimler verilen ayrı ayrı varlıklar yok ki…

Bu ayrı ayrı varlıklar var sanman, senin kullandığın bu beden denilen aracın, algılama araclarına nispetle... Ama, bu araçlar değişti mi, tespit ettiğin, var sandığın görüntülerin hepsi bir anda ortadan kalkacak.

Kalktığı zaman, hayal âleminden gerçeğe geçmiş olacaksın. Ya bu, bugünden olacak. Bugünden olmazsa, Mahşer sabahı olacak!..

Çünkü, bütün bu, var kabul ettiğin nesneler hep, aracına göre... Halbuki bu araç sana bir nümûne, bir emsâl olsun, bir örnek olsun diye verilmiş.

Yani, sen, hakiki benliğinde sadece şu aracın algıladığı nesneleri değil, bütün varlığı algılayacak, seyredecek özelliğe sahipsin!..

Ama sen, kendini bu araç sandığın için, sadece bu aracın algıladığı nesneleri var sanıyorsun ve onlara özel bir değer veriyorsun. Onlarla kendini kayıt altına alıp, bağlıyor ve kendini hapse, zindana, hücreye sokmuş oluyorsun da farkında bile değilsin...

Dolayısıyla, "Sen uykudasın, bu gördüklerinin hepsi de hayal. Ne görüyorsan, misâlden ibaret" diyor.

Uyandığın zaman, yani kendi asli benliğine geçtiğin zaman, biraz evvel bahsettiğimiz üst boyuta geçtiğin zaman, Hakk’tan başka bir şey göremezsin!.. Çünkü, varlığı küll olarak tüm olarak algılama durumuna geçersin ki, o varlık da, kendi Zâti varlığındır...

O zaman, değişik isimlerle perdelenme hali kalkar ortadan. Kalktığı anda da, varlık, Küll olarak, Tek olarak gözüne görünür. İşte bu olmadığı sürece, sen uykudasın ve hayal görmeye devam ediyorsun. Hayali hükümlerle ömrünü geçiriyorsun!..

Şaşı göz düzeldi de, gördüğü hayal ortadan kalktı mı, (âyette belirtildiği gibi) yeryüzü de değişir gökyüzü de..

Âyet şudur: “fe keşefne anke gıtaek ve basaruk” "İşte bugün gözünden perdeyi kaldırdık. Her şeyi olduğu gibi görür duruma geldin."

Âlem Güneşi yüz gösterdi mi, ne Venüs’ün nûru kalır, ne Ay’ın, ne Güneş’in...

O güneşten kayaya bir ışık vursa, kaya bile boyanmış yün kumaş gibi paramparça olur.

Şimdi kudretin varken davran!.. Kudret elinden gitti mi, bilmişsin ne fayda!

Şu anda, bu beyin denilen aracı kullanarak kendi aslına yönelebilme imkânın varken, bunu yap!.. Bu, beyin denilen araç, bu beden elinden gitti mi artık o anda bilsen dahi, o boyuta geçebilme yeteneğini kaybetmişsin.

Ey, baş aşağı çamura düşmüş, ayağı balçığa batmış kalmış adam!..(Baş aşağı dünyaya yuvarlanmış ve maddeye saplanıp kalmış adam). Sana, gönül âlemine dair birşey söyleyeyim mi?..

Âlem, senin de!.. Sen, âciz kalmışsın!.. Senden daha mahrum kimseyi kim görmüş ki?..

Mahpuslar gibi bir konakta oturmuş, âcizlik eliyle kendini bağlamışsın!.

Karılar gibi, devletten yüz çevirmiş, alçaklık bucağında oturmuşsun. Bilgisizliğinden utanmıyorsun bile!..(Farkında bile değilsin)

Âlemdeki erler, kanlara bulanmış.. Sen başını örtmüşsün, dışarıya bir adım bile atmıyorsun!..

Şu, koca karılar dininden(yani taklidlikle yapılan dinden) ne anladın da, senin hâline göre bilgisizlik caîz oluyor?..

Kadınların aklı da eksiktir, dini de... Niçin, erkekler onların yolunu tutsun?..

Erkeksen, dışarı çık da bak!.. Önüne çıkana dalıp kalma, geç onlardan!..

Konaklarda bir an bile dinlenme!.. Yoldaş arkadaş ve binek kaygusuna düşüp bekleme!

Halil gibi yürü, Allâh’ı iste!.. Geceyi gündüze kat, gündüzü geceye!.

Yıldızla ay ve yüce güneş histir, hayaldir, aydın akıldır...

Sen yolcu isen, bunların hepsinden geç, yürü!.. Daima, "Ben batanları sevmem" de!..

Yahut da, Musa gibi, bu yolda, "Ben Allâhım!.." sesini duyuncaya kadar yürü git!..

Ama, Varlık(Benlik) dağın yerinde durdukça, "Rabbim, bana görün" nidânın cevabı: "Sen beni göremezsin!" sözüdür.

Hakikat kehribardır, varlığın saman çöpü. Ortada varlık (benlik vehminden doğan) dağın kalmadı mı, yol da nedir ki?.. Ulaştın gitti...

Tecelli nûru, varlık dağına vurdu mu, o dağ, yoldaki toprak gibi alçalır, ezilir, yok olur!

Yoksul, bir cezbeye uğradı mı, Pâdişah olur. Sultanlık eder de, koca dağı bir anda saman çöpü sayıverir.

Yürü!.. Allâh Rasûlü’nün ardına düş de, Mi’râca var!.. Allâh’ın, büyük ve yüce delillerini seyret!..

Ümmühâni’nin konağından çık da, "Beni gören Hakkı görmüştür" de!

Hazreti Rasûlullâh, bir gece, zevcesi "Ümmühâni"nin evinde kalmıştı. Dışarı çıktı, sabahleyin ashab orada oturuyor. Geceki bazı hâller neticesinde, ashabına nidâ etti: "Şüphesiz ki, beni gören Hakk’ı görmüştür."

Artık, bu sözün mânâsı anlayana göre açık...

İki âlemden de, Dünya’dan da ahiretten de geç Hakk’ın yakınlığına eriş orayı yurt edin!

Bu takdirde Allâh ne dilersen verir. Eşyayı sana gerçeği ile gösterir.

O zaman eşya diye bir şey kalmaz. Eşya da kendi ismi olur çıkar.

Cânı, tecelli nûruna dalan kişiye bütün âlem, Ulû Hakk’ın kitâbıdır.

Âraz, bu Kurân’ın îrâbına, cevher de harflerine benzer. Mertebeler, okunurken sonlarında durulacak âyetler gibidir.

O âlem içindeki her âlem de ayrıca bir sûre’dir... Birisi Fatiha, diğeri İhlâs!

O Kurân’ın ilk Âyeti; Akl-ı Küll’dür. Akl-ı Küll, bu kitabın Besmelesine benzer.

Ârâz; Sonradan oluşan nesneler... Yani, bizim cisimler dediğimiz nesneler. Ârâz, arapçası.

İkinci âyet; Nefs-i Küll’dür. Nefs-i Küll, Nûr âyetine benzer. Pek aydındır!.. Adeta bir kandil gibidir.

Üçüncü Âyet; Allâh’ın Arşı’dır. 

Dördüncüsü de, Kürsi!.. Belki “Âyet-el Kürsi’yi oku” dur!

Onlardan sonra semâlar gelir. Semâlar, bu Kurân’da, Seb’ül Mesâniye (yedi âyete) benzer…

Onlardan sonra da üç Mevlûd gelir. Bu üç Mevlûdun âyetleri sayılamayacak kadar çoktur.

En son inen âyet de İnsan’dır... Bu sûretle Kur’an, insanla tamamlanmıştır...

Yani, evvelâ, âlemin yaratılışı meydana gelmiş, en son meydana gelen sûret de insan sûreti olmuştur ki, âlemde bütün özellikleri kendinde toplayabilecek niteliğe sahip olan beyin!..

Bütün varlıktan gelen kozmik radyasyonları beyin değerlendirerek hepsinin zübdesi, özü olmuş durumda...

Unsurlarla, tabiatlara mahpus kalma da. Onlardan çık!

Yani, bedeninde mevcut olan tabiatlarla bedenini meydana getiren hava, ateş, su, toprak, gibi unsurlarla kendini kayıt altına alarak, kendini bu beden, bu varlık sanmaktan kurtul!..

Hakk’ın eserlerine bak!

Semâların yaratılışını düşün de Hak, seni âyetlerinde methetsin.

Bir bak da gör!.. O ulû Arş, iki cihânı da nasıl kaplamış!

Neden O’na Arş dediler?.. Arş’ın, insanın kalbi ile ne münâsebeti var?

Neden Arş da daima dönmekte, Kalb de?.. Neden, bir lâhza bile durmuyorlar?

Gönül, sanki şu bütün âlemi kaplamış olan Arş’ın merkezi... Gönül, merkezdeki nokta gibi, Arş da onun çevresinde dönmekte.

Şimdi; Şu yedi kat semâ, mâlûm!..

Kürsî denilen şey, bizim Güneş Sisteminin içinde bulunduğu Saman Yolu. Burçlar Âlemi de dahil, tüm Saman Yolu..

Bunun dışında:

Arş kelimesi ise, kâinattaki tüm madde boyutunu temsil ediyor.

Madde boyutu derken, buna, radyasyon âlemi, kozmik ışınlar âlemi, dahildir. Yani, mânânın, kozmik ışınların da dahil olduğu madde boyutuna dönüştüğü sınır.

Mânâ âleminin başladığı nokta, Arş'tır. "Arş, bütün kâinatı ihata etmiştir"den kasıt odur.

Soru - Hakikat-i Muhammediye mi?.

-Hayır!.. Melekût Âlemi, Arş’ın içindedir.

Hakikat-i Muhammediye, Ceberût Âlemi’dir. Vahdet Âlemi’dir, Ceberût Âlemi!.. Hakikat-i Muhammediye’dir. Ceberût Âleminin tafsili olan Melekût Âleminin başladığı noktada, Arş başlıyor...

İşte, "Gönül, Arş’ın merkezi, zübdesidir, özüdür." dediği, Hakikat-i Muhammediye’dir. Gönül kelimesiyle kastedilen mânâ, Kalb kelimesiyle kastedilen mânâ, Hakikat-i Muhammediye’dir.

Biraz evvel bahsettiğim, hani, "Zamansız, mekânsız, her şeyi ihata etmiştir, kaplamıştır, hem de bunlarla hiç alâkası yoktur, hem, ta kendisidir" diye tarif etmeye çalıştığım nesne, bu Gönül’dür, Kalb’tir…

Kalb boyutu adı verilen boyutur. Ki, Hakikat-i Muhammediye de odur...

Kalb derken..

-Ama elini kalbe götürme!.. Bu bedenle, madde âlemiyle, alâkası yok kalbin!.. Hakikat-i Muhammediye denilen varlık...

Ey derviş!.. Arş, aşağı yukarı, bir gün bir gece içinde, senin etrafında bir kere döner.

Neden, şu yuvarlak cisimler Arş’ın hareketi ile harekete gelmekte?.. Bir iyi bak!

Hepsi de, doğudan batıya doğru uyumadan, dinlenmeden, kendilerinden geçmiş bir hâlde dönüp duruyorlar...

Bu ulû Semâ, bu Arş, her gün her gece, âlemin etrafında bir kere tam bir devir yapmakta...

O’nun hareketiyle, öbür gökler de aynen onun gibi dönerler.

Fakat, sekiz gök, Atlas dediğimiz bu göğün aksine olarak, batıdan doğuya doğru döner...

Sekizinci gök (sekizinci kat Semâ), "Zat-ül Burûc", burçların bulunduğu göktür. Bu Semâyı kaplayan Semâ, sanki sekizinci kat Semâ’nın, Kürsüsü’dür... Bu Semâ, ne yarılır, ne de yarığı onulup birleşir...

Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan ve Başak bu gökte, yani sekizinci kat gökte, yani burçların olduğu gökte bir âyettir bu Zât-ül Burûc kelimesinin çıktığı yer, salkım salkım yerleşmiştir.

Sonra, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova ve Balık gene hep bu göktedir.

Sabiteler, 1024 tanedir denmiştir. Hepsi de Kürsi’de, yani, burçların bulunduğu bu göktedir.

Yani, bizim "Samanyolu"nun dahilinde...

Yedinci kat semânın bekçisi, Keyvan-Zuhâldir (yani Satürn). Altıncı kat semânınki ise Bercis-Müşteri’dir… (yani Jüpiter)

Beşinci kat semâda Mars, dördüncüde âlemi bezeyen, Güneş vardır.

Üçüncü semâ Venüs'ün, ikinci Merkür'ün mekânıdır. Ay da dünya semâsındadır...

Satürn'ün nûrlandığı burçlar Cediy ve Deliv'dir, Jüpiter'in önde, sonda nûrlandığı burçlar da Kavis'le Hut’tur...

Behram-Merih (Mars)'ın yeri Hamel'le Akrep. Esed'in Güneş'tir.

Venüs, Sevir'le Mizân'ı yurd edinmiş, Merkür Cevzâ ile Sünbüle'yi kabul etmiştir...

Ay, Seretan'ı kendine eş görmüş, orayı yurd edinmiş... Zenep, reis gibi bir ukdeyi seçip almıştır...

Ayın yirmisekiz konağı vardır... Bunları dolaştıktan sonra güneş ile karşılaşır.

Ondan sonra da eskisi gibi eğri hurma dalı şekline girer, hilâl olur... Bu her şeyi bilen tek ve yüce Allâh'ın takdîridir...

Düşüncede kemâle erersen mutlaka her şeyi yerli yerinde bulur, hiçbir şeye aslı yok demez, hepsini Hak görürsün...

Allâh, buyruğu olan Kurân’da; bâtıl görüşün, yakiyn zayıflığından meydana geldiğini söyler, durur!..

A ham kişi, sivrisineğin varlığında bile bir hikmet var... Artık nasıl olur da Merkür ile Mars'ın varlığında hikmet olmaz?..

Fakat şu varlık âleminde iyice bir dikkat edersen, görürsün ki gökler, bir kırıp saran kudret sahibinin hükmü altındadır...

Fakat imândan nasibi olmayan müneccim; Olan şeyler, yıldızların şu veya bu şekilde bulunuşunun tesiriyle olur der...

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Sohbeti İndirebilirsiniz!