İrfan Aynası - 1
Bu sohbet, Ahmed Hulûsi'nin MUHYİDDİNİ ARABÎ'nin MİR'ATÜ'L İRFAN (İrfan Aynası) eseri ile ilgili, 1983 yılında yaptığı sohbet kaydının 1. bölümüdür.
Hamd Allah'a aittir... Şu sebepten: O'nun vahdaniyetine gölge düşürecek bir KABL; yani EVVEL yoktu. Çünkü KABL; yani EVVEL, o idi. Keza bir BAAD de; yani: Onun zatına ve sıfatına leke sürecek bir BAAD; yani SON da yoktu.. Çünkü son dahi o idi.. Aynı şekilde onu, bir evveliyet ile tavsif etmek mümkün olamaz . Keza; onu bir baadiyet; yani: son ile de tavsif etmek mümkün değildir. Ve.. ne üst; ne de alt.. Bu vasıflar da onun şanına yakışmaz. Onun zatı için: Bir yakınlık düşünülemez. Uzaklık da öyle. Hele bir şekil.. asla!.. Ondan, bir zaman mefhumu ile haber sormak da imkansızdır. Hasıl-ı kelâm: Onun için ne vaktin, ne zamanların, ne yerin, ne altın, ne de üstün, ne de onunla beraber bir mevcudun varlığı düşünülebilir. Onu istiab edecek; yani: içine alacak ve barındıracak bir mekan da düşünülemez..
Evet.. O, yukarıda anlatıldığı gibi idi. El'an; yani, şu anda dahi öyledir. Yüce Allah, öyle bir varlık idi ki: Onunla beraber bir şey yok idi.. El'an: yani, şu anda dahi öyledir . Yani: VAHİD..Yani Tek.. Ama sayı ve hesap ile değil..
Allah, zatında ve sıfatında münferittir.. Ama, bir ferdaniyet mefhumunu düşündürecek belirti olmadan.. O, isim ve müsemmadan terkib edilip bir araya gelmiş de değildir. Çünkü: isim de müsemma da odur.. İsim onun gayrına mal edilemez.. Çünkü: Onun gayrı diye bir şey yoktur. İşbu sebepten: isim de müsemma da odur.. Evvel odur. Amma bu evveliyet için bir başlangıç düşünülemez.. Keza ahir de odur. Ama bu ahir için bir bitiş tevehhüm eylenmesin.. Yani: Bitiş diye bir şey yoktur.. Aynı şekilde zahir de odur. Ama şöyle veya böyle; diye bir zuhur vasfını tabir de mümkün değildir . Keza batın da odur. Yani: Gizli. Ne var ki; bu gizliliği de anlatmak için herhangi bir vasfa büründürmek mümkün değildir. Taayyünatın, yani: Herhangi bir şeyin kendi başına oluşu ve başkasına benzeyiş şekillerinin tümü odur. Varlığın ilk harfi, keza odur. Yani Varlığın başlangıcı. Keza sırrın başlangıcı da ona varır.. Aynı şekilde ahirin, yani: Sonun harfi de yine odur.. Onunla başlar. Yani: Onun baş harfi ile.. Böylece ahirin de sırrı o olmuş olur .
ZAHİR harflerinin tüm varlığı onunladır. Yani: Onun ismidir. İsmi ise, onun zatına çıkar . BATIN harflerinin varlığı da onunla vücud buldu. Çünkü bu da onun bir ismidir.. Sıfatıdır.. Hasıl-ı kelâm: Evvel, ahir, zahir, batın yoktur; ancak, o vardır. Şunu da unutmamalı ki; sayılan harflerin hiç biri onun varlığına kayıp gitmemiştir. Keza, onun varlığı da bu harflere kayıp gelmemiştir . Ne gelmek vardır; ne de gitmek . Bütün bu manaları, anlattığımız şekli ile anla ki: Hululiye mezhebinin düştükleri hataya düşmeyesin.
O, eşyalardan her hangi bir şeyde olamaz. Aynı şekilde, herhangi bir şey de onda değildir. Yani: ne bir giriş var; ne de bir çıkış..
Bu durumda, anlatılan manaya uyan odur ki: Onu anlattığımız vasıfla anlayasın. İşe anlatılan manaların dışında hiç bir şeyi karıştırma.. Şöyle ki: İlmin delaletini bu manada kabul etme.. Aklın, yararlı olacağını sanmayasın. Fehim, bu makamda hiç bir iş göremez.. Hele vehmin bu durakta sözü dahi edilmez .. His, yani Duygu; ancak dış alemde sözünü geçirebilir. Yüce o, atıl batıl kalır. Dış göz nedir ki ?.. O da bir iş göremez. Keza, batın gözü de.. İdraki de bırak.. Onu bir kalem geç.. Şunu unutma ki: Onu, ancak o görebilir.. Onu, ancak o idrak edebilir.. Onu, ancak o bilebilir..
Yani: Yüce Allah, kendisini kendi özü ile anlayabilir.
Burada; özet olarak anlatılmak istenen mana şudur: Onu, ondan gayrısı göremez.. Onu, ondan gayrısı idrak edemez.. öyle ki: Tek kişi.. tek kişi dahi bu mananın dışında bir şeye sahip olamaz.. Yanlış anlaşılmasın..
Onun zatında bir hicabı vardır; yani perdesi.. Ne var ki bu perde onun vahdaniyetidir. Yani: Birliği.. tekliği.. Başka değil.. Kendi hicabından başka bir şey onu perdeliyemez. Şöyle ki: Onun varlığı vahdaniyeti ile gizlenir. Ama şekilsiz.. keyfiyetsiz.. Onu hiç kimse göremez.. Ama hiç kimse.. Ne, yeni bir şeriatle gelen mürsel peygamber; ne bir veli.. Allah dostu.. Ne de, ona yakınlığı olan bir melek.. Bu da, ona karşı, kendiliğinden bir marifete sahib olamaz.. Onun peygamberi, odur .. Yani: Kendisi, onun risaleti odur .. Yani: Elçisi odur. Yani, kendisi.. O, bir elçi gönderdi: Kendisinden.. Kendisiyle, kendisine.. Ne sebep, ne vasıta.. Bunlar yok.. Çıkar bunları aklından.. Elçiyi gönderen.. elçinin getirdikleri.. elçinin kendisi.. Ve elçinin geldiği kimse.. Bunların hepsi aynı varlıktır; tek şeydir. Aralarında hiç bir fark , değişiklik ve ayrılık yoktur . Bir beka vücudunun harflerini düşünün.. Bu onun varlığıdır; vücududur .. Başka yok.. Onun gayrı için bir vücud düşünülemez.. Hatta yokluğu da; yani: fenası da hatta ne ismi, ne de müsemması düşünülebilir. Sakın ha .. çok sakın .. Bu manaları inkara kalkmayasın; sonra.. yanarsın.. Çünkü delilimiz kesindir; sağlamdır. Çünkü Rasûlullâh S.A. efendimiz şöyle buyurdu: "Bir kimse ki, nefsini bildi; gerçekten Rabbını bilen o oldu .." Çünkü Rasûlullâh S.A. efendimiz şöyle buyurdu: "Rabbımı, Rabbım'la bildim.." Ona, Allah-ü Taala salât ve selâm eylesin..
Durum anlatıldığı gibi olunca: Düşün.. Sen nesin ? Şüphesiz; sen, sen değilsin.. Sen osun.. Ama sen, sen olaraktan değil.. O, bir giriş şekli ile sana dahil değildir. Ama, bir çıkış şekli ile de, senden hariç değildir.. Keza; sen de onun haricinde değilsin. Bu anlattığım mana ile: Senin mevcud olduğunu kasd etmiyorum.. Keza sıfatını da.. Şunu anlatmak istiyorum: sen hiç bir zaman var olmadın. Olman da mümkün değil.. Her şeyi bir yana at.. Hiç bir şeyle olma.. Hatta sen, sen olma.. Hele nefsinle hiç olma.. Onunla, yani: Hak'la da olma. Hatta, onda da olma. Onunla birlikte de olma.. Fakat, şunu da unutma ki: Sen, ne bir fanisin; ne de bir mevcud.. Sen osun ; o da sen.. Bu arada şu manayı da anla: Allah-ü Taâlâ alemlerden hiç birine muhtaç değildir; ganidir.. Bunun böyle olması için ne bir illet lazım gelir; ne de bir sebep..
Şimdi.. Varlığını ki, anlatılan manada anladın.. Yani varlığına karşı bir irfan duygusuna sahib oldun: Şüphesiz varlık yönü ile Allah-ü Taâlâ'yı anladın sayılır.. Yani: Ona karşı bir irfan duygusuna sahib oldun demektir. Anlatılan bu mananın dışında her şey, boşuna sayılır. Yani: Faydasız.. sıfır..
Bu manada, ârif zatların pek çoğu: yüce Allah'a karşı marifet duygusunu, varlığın yokluğa geçişi ile hasıl olacağına kail oldular. Yani: Marifet duygusunu fena haline izafe ettiler.. Sonra.. Fenadan da geçtiler; fenanın, yani yokluğun da ötesinde aradılar.. Kanaatları buydu.. Halbuki bu duygu; açıktan bir yanlıştır ve bir yanılmadır. Sebebine gelince: Allah'a karşı marifet duygusu; ne varlığın fenasına, ne de bu fenanın da fenaya varmasına bağlıdır . Yani: Ne Mevcud varlığın yok olmasına, ne de bu yok olmanın da yok olmasına bağlıdır.. Hiç bir zaman irfan duygusu; anlatılan hallerle elde edilemez. O şey ki, hiç bir şey değildir; ona bir vücud, yani varlık verilemez. Sonra.. o şey ki varlıktan yana bir nasibi yoktur; onun için de bir fena hali olamaz.. Ancak fena hali; bu varlığın isbatından sonra gelebilir. Ki, fenaya müncer olacak bu varlık, bir yönüyle mevhumdur.. Şimdi kendine gelmek zamanıdır . Sen ki: kendini ne bir varlığa sahip, ne de bir fena haline varacak biri bildin.. Ve bu manada bir marifet duygusuna sahip oldun.. İşte o zaman: Yüce Allah'ı gerçekten anladın sayılır.. Yani : Marifet sahibi oldun ; demektir.. Bu mananın dışında bir şey ummak boşunadır..
Şimdi.. Marifeti, yani: Allah-u Taâlâ'ya karşı irfan sahibi olmayı vücudun yokluğa gitmesinde beklemek üzerine bir sözümüz var.. Keza, fenanın da fena bulması üzerine.. Kısaca diyelim: Bu, şirkin; yani; Hak varlığa ortaklığın bir isbatıdır.. Yani: Arada bir yabancı varlığı kabul etmektir.. Halbuki: Rasûlullâh S.A. efendimiz : "Bir kimse ki, nefsini bildi; gerçekten Rabbını bilen o oldu .." Buyurdu.. Ki, bu manadaki inceliği anlamak gerek..
Bu arada hiç bir yabancı görmemek gerek.. Zira , bir yabancının isbatı neticede onun yok edilmesini güçleştirir.. Sebebine gelince : "Bir şeyin sübutu gerekmeyince onun fenası da gerekmez." Kaidesi esastır... Bu durumda sana düşen odur ki: Ne bir şeyi yok göresin; ne de var..
Senin bu mevhum varlığın bir şey olma, vasfına dahi haiz değildir.. Madem ki, o varlığın böyledir; yani: Bir şey değildir; o halde o: hiç bir şeye izafe edilemez.. Yani: Bağlanamaz.. Ne bir faniye; ne de bir faninin gayrına.. Ne mevcuda; ne de maduma.. Yani: Ne varlığa.. ne de yokluğa. İşte.. Rasûlullâh S.A. efendimiz gerçekten de bu manaya işaret etmektedir .
Şöyle ki: Sen şu anda madumsun. Yani: Yoksun.. Nasıl ki daha önce de yoktun.. Yani: "Ol.." Emri gelmeden evvel...
Şu manaları da unutma: Ezel şu andır.. Ebed, şu andır.. Kıdem, şu andır.. Yani: Ezel, ebed, kıdem şu içinde bulunduğumuz ve göz açıp kapayacak kadar bir zaman içinde elden çıkardığımız vakte sığdırılmıştır. İşbu vaktin içinde, kendini ara. Unutma ki: Bütün bu gelip geçen anlarda Hakkın gayrısı yoktur..
Şimdi anlatacaklarımızı da iyi anlamaya çalış.. Allah: Ezelin vücudu odur; yani, varlığı.. Allah: Ebedin vücudu odur; yani, varlığı.. Allah: Kıdemin vücudu odur; yani, varlığı.. Bütün bunları anlamaya çalışırken, sakın; ezele, ebede ve kıdeme kendiliğinden bir varlık vermeyesin.. Anlatmaya çalıştığımız bu mana doğrudur . Eğer doğru olmasaydı; Allah-ü Taala tek ve saltanatında ortaksız olamazdı. Halbuki, onun şanına yakışan tek olması ve varlığında ortağı olmamasıdır..
Muhal olarak ona bir ortak düşünülürse.. şöyle olması gerekirdi: Onun ortağı o olurdu ki; kendine has bir varlığı var.. Ama Allah'ın varlığı ile var değil.. Bir kimsenin veya her hangi bir şeyin böyle olduğunu düşünün: Bu takdirde o, Allah'a muhtaç olmaz; ikinci bir Rabb olur.. Yani: Allah.. İşbu oluş, muhaldir. Allah-ü Taâlâ'nın, mülkünde ve saltanatında ortağı yoktur. Benzeri yoktur. Dengi yoktur.
Bu manalar açısından bakılınca.. Her kim; Allah ile beraber, Allah'tan bir parça veya Allah'ta herhangi bir şeyi görürse.. halbuki o şey, bir Rabb olması yüzünden Allah'a muhtaçdır.. Şüphesiz anlatıldığı gibi görülen bir şey, Allah'a ortak edilmiş olur. Halbuki o şey, her hali ile Allla'a muhtaçtır.. Bu arada; herhangi bir şey için, aslında iyi olmayan şöyle bir cevaz yolu akla gelebilir.. Mesela: Herhangi bir şey, Allah ile beraberdir. Kıyamı; yani, durumu kendisiyledir; yahut Hak iledir.. Bu şekilde değil de Kendi varlığından geçmiştir; yani, fena bulmuştur. Yahut Allah ile olduğuna göre onun varlığında fena bulmuştur; yani, yokluğa ermiştir . İşbu düşüncelerin tümü, çok çok uzaktır. Bilhassa, marifet; yani: kendini bilme kokusu alanlar için ... Sebebine gelince: Her kim Hakkın gayrı bir şeyin mevcut olduğuna yol verir; sonra da onunla kaim olduğuna kail olursa... Sonra fena bulacağına, sonra fenasından da fena bularak kendinden geçeceğine inanırsa... İşbu durum çok tehlikelidir... Çünkü, bu fena halini zincirleme devam etmiş olur... O şekilde devam ettirmiş olur ki: Haşa Hakkın yokluğuna kadar gider . Bu düşüncenin sonucunu kısaca diyelim: Peşpeşe şirk içinde şirktir. Hele nefsini bilmek yönünden hiç faydası yoktur . Bu düşüncenin sahibi Müşriktir. Ne Allah'a karşı bir irfan duygusuna sahip olabilir; ne de nefsini anlayabilir.
Şimdi.. Anlatılan bu manalar karşısında, bazı sorular sorulabilir... Mesela, biri çıkar; şöyle sorar: "Bu, birbirine giren mana yolları arasında; nefsi bilmenin ve Allah'a ârif olmanın tam yolu nasıl bulunur!.." Bu sorunun cevabı şu olur: "Yol birdir.. Nefsi ve yüce Allah'ı anlamaya götüren yol ise.. Bilesin ki: Allah var idi; onunla ikili bir şey yok idi..." Burada: - idi... Şeklinde kullanılan edat mefhumundan bir zaman manası çıkarmamalı... Yüce Allah şu anda dahi öyledir... Yani: Yüce Allah var ve onunla ikili bir şey yok...
Bu arada; bir başkası da şöyle diyebilir: "Görüşüm odur ki: Nefsim, Allah'ın gayrıdır.. Yine görüşüm odur ki: Allah nefsim değildir..." Bu sorunun cevabını; yukarıda geçen Hadis-i Şerifteki NEFS kelimesinin kısa bir tarifini yaparak vermek mümkündür... Orada sözü geçen nefsi; başka manada almak gerek... Ki o: senin öz varlığındır; hakikatındır... Yoksa: O; levvame, emmare ve mutmainne isimleri ile anılan nefis değildir.. Belki de; orada NEFS kelimesi ile işaret edilen mana, zat-ı ilahi'nin tüm olarak yabancısı olanlardır.. İşbu manayı Resulallah S.A. efendimizin şu münacaatından da anlayabiliriz: "Allah'ım, eşyayı bana olduğu gibi göster." Burada eşyadan, yani, şeylerden murad: Zat-ı ilahi'den gayrı olan şeylerdir.. Bu manayı açıklamak gerekirse; şöyle diyebiliriz: "Allahım, masivanı; yani, zatına yabancı olan şeyleri bana anlat ki: Bileyim.. Eşya, nasıl şeydir ? .. tanıyayım.. O sen misin Yoksa gayrın mı ?.. Ve o şeyler kadim midir?. Baki midir. Yoksa.. fani mi ?..." Şüphesiz, Allah-ü Teala, ona nefsini gösterdi.. yani: öz varlığını.. Ama, masivaya, yani, zatına yabancı herhangi bir şeyin varlığı olmadan.. İşte bundan sonradır ki: Rasûlullâh S.A. efendimiz eşyayı olduğu gibi gördü.. Yani: Eşyanın hakikatını.. özünü.. Gördü ki: Onların özü, zat-ı ilahi'nin ta kendisidir.. Ama, bu manada ne bir şekil var; ne de, bir zaman ve mekan mefhumu.. Eşya, yani şeyler; adı nefse de verilebilir; nefsin gayrı olan herhangi birşeye de.. Çünkü: Nefsin varlığı ve eşyanın varlığı; bir şey olma yönünden iki şeyden ibarettir.. Ama, aslında ikisi birbirine bağlıdır.. Her ne zaman ki eşya bilinir; dolayısiyle yüce Rabb, bilinmiş olur. Bu manayı şu cümle ile bağlayabiliriz: Bir kimse vardır; kendisini Allah'ın gayrı sanır.. Halbuki o, Allah'ın gayrı değildir.. Sana gelince: Öyle bir haldesin ki; ona, yani Allah'a karşı bir irfanın yok.. Bilemiyor ve anlayamıyorsun.. Halbuki, onu görmektesin.. Sonra.. Onu gördüğünü de bilemiyorsun.. Önce bir keşif lazım..
Ve sen: Bu keşfe sahib olmalısın..
İşbu keşiften sonradır ki, bileceksin: Sen Allah'ın zatına yabancı değilsin.. Yine bileceksin ki: Maksudun sensin.. Ve sen: Fena bulmaya muhtaç değilsin.. Ve sen: ne gelensin, ne de giden.. Bulunduğu yerde kalansın.. Ama, zamansız ve mekansız.. Hatta, an mefhumu bile silinmiş.. İşbu mana daha önce de anlatıldı.. Sonra.. Yine o keşiften sonradır ki anlayacaksın: Onun bütün sıfatları sana sıfat olmuş.. Böylece.. Dışına baktığın zaman onun dışını göreceksin.. İçine baktığın zaman da; içini göreceksin.. Yani senin zahirin,onun zahiri; senin batının, onun batını olacak.. Keza .. Evvelini, onun evveli olmuş bulacaksın.. Ahirini, onun ahiri olmuş bulacaksın.. Bütün bu manalarda en ufak bir şek ve şüphe yoktur.. Sıfatınla, onun sıfatını göreceksin; zatınla da onun zatını göreceksin.. Ama, bütün bu manalarda senin o olmaya en ufak bir yakınlığın yoktur. Keza, onun da sen olmaya bir yakınlığı yoktur.. Ne az, ne çok.. Hasıl-ı kelam: Her şey, bir şey olmama yönündedir; ancak, onun pak yüzünden gayrı.. Zahirde de böyle; batında da böyle.. Yani mevcud varlık yoktur; ancak: O vardır.. Hatta, onun gayrı için bir varlık düşünülemez ki; yok olabilsin.. O halde, helak de yok; çünkü, yabancı yok.. Bu durumda ortada sadece onun yüzü kalmaktadır. Yani: Eşya.. Eşya ise, ancak onun yüzüdür; pak vechidir..
Burada bir misalle işe tekrar girmek gerek.. Şimdi.. Bir kimseyi düşünün; bir şeyi bilmiyor; sonra, o şeyi biliyor.. Şüphesiz; böyle bir kimse, o, sonradan bildiği şey yolunda varlığını yokluğa gömüyor.. Ancak, cehlini eritiyor. Yani: Bilgisizliğini.. Varlığına gelince; o bakidir.. Hem de değişiksiz.. İşbu bilgi sonunda; varlığı bir başka varlığa dönüyor.. Bir başka varlıkla var oluyor.. Ama bu oluş ne bir terkipdir; ne de bu çeşitten bir başka şey.. Buraya kadar anlatılan manayı, bir inkarcının varlığı da değiştiremez.. Bir inkarcı bulun; bir de irfan sahibi getirin: Aynı varlıkla vücud sahibi bulacaksınız.. Bu durumda; ne inkarcıdan bir çıkış vardır; ne de irfan sahibine bir giriş.. İkisi arasındaki fark: Sadece bir cehlin ortadan kalkması veya kalmasıdır.. Başka yolu yok..
Hiç sanmayasın ki; bir fena bulmaya, yani yok olmaya ihtiyacın var.. Fena haline, yani, yok olmaya muhtaç olduğunu düşün.. Bu , olmaz ya; neyse .. Bu durumda sen, Hakka bir hicab ve bir perde olursun .. İşbu perde ise; Allah'ın gayrı olmuş olur.. Bu durumda; o perde haline, galip gelecek ve onu atacak bir şey lazım gelir.. Böyle olacak ki; Hakkı görmek mümkün ola.. Bu mana, yani: perdeye ihtiyaç hali ve onun giderilmesi için aranacak çareler boşunadır.. Sebebine gelince: bu tayin edilen yön; yalandır ve yalnıştır . Çünkü biz hicap durumuna işaret ettik ve dedik: "Onun varlığı, vahdaniyeti ile gizlenir”. Ama, şekilsiz.. keyfiyetsiz.. Bu yönde başka bir mana düşünülemez; yoktur da..
Anlatılan halin bir icabıdır ki; hakikate eren bir kimsenin: "Ben Hakk'ım.." Demesi, caiz olur.. Keza, o hakikate eren kimsenin : "Özümü takdis ederim; şanım ne kadar yüce.." Demesi de caiz olur.. Anlatılan hakiki hale vasıl olan birini düşünün.. Vasıl olduğu anda görecektir ki; Kendi sıfatları, ancak Allah'ın sıfatlarıdır.. Zatı da, Allah'ın zatı.. Ama, hiç bir yeni oluş yok.. Ne zatta; ne de sıfatta.. Yani: Allah'a duhul yönünden.. Yani: Ondan huruç yönünden.. Kısacası: Ne giriş var; ne de çıkış.. Ama, hiç mi hiç.. Sonra.. O vasıl olan kimse Allah'ta fena bulmuş da değildir; keza beka bulmuş da değildir . O, kendisini görecektir ki; hiç olucu bir şey değil.. Keza, olmadı da.. Sonra, fena hali de böyle.. Yani: fenası da yok.. Sebebine gelince: Nefs, diye bir şey yok; anca onun nefsi vardır. Yani: Onun nefsi.. Varlığın özü.. Aynı şekilde vücud diye bir şey de yok; ancak onun vücud varlığı vardır. Anlatılan bu manaya işaret olarak Rasûlullâh S.A. efendimiz şöyle buyurdu: " Dehre -zaman'a- sövmeyiniz; çünkü Allah-ü Taala, o dehr'dir.. " Burada işaret edilen mana şudur: Dehrin vücudu Allah'ın vücududur.. Allah-ü Taala; kendisine bir ortak, dengi ve benzeri bulunmasından yana yücedir, paktır..
Mana hedefimizi tayin yolunda,bize çok yarayacak bir rivayet vardır.. Şöyle ki ; Allah-ü Taâlâ kuluna buyurdu: "Ey kulum, hasta oldum; ziyaretime gelmedin.. Sana dilendim; vermedin.." İşte.. Bu manada işaret ediliyor ki: Hakkın vücudu dilencinin vücududur. Hastanın vücudu da; yine Hakkın vücududur. Kısa keselim: Hepsi aynı varlık.. Şimdi.. Bu mana kapısından içeri girebiliriz.. Hakkın vücudu, hastanın vücudu nasıl oluyorsa.. Dilencinin vücudu Hakkın vücudu nasıl oluyorsa.. Evet.. Bu mana, nasıl caiz ise.. Yine caizdir ki: Senin vücudun da, onun vücudu ola.. Ve.. bütün eşyanın vücudu da, yine Hakkın vücudu ola..
Araz.. cevher.. ne varsa;yani: Öz çekirdek ve bu çekirdeklerin sonradan meydana getirdikleri.. Ki bunlara: " Mükevvenat.. " Tabir edilir.. Bütün bunlar Hakkın vücududur; varlığıdır.. Bütün bunların sırrı, bir zerrenin sırrında saklıdır.. Zerrelerden, herhangi birinin sırrı çözülsün: İşte o zaman görülecektir ki; bütün mükevvenatın sırrı meydanda.. Zahiri yönden de böyle, batıni yönden de böyle.. Yani: içeride de böyle; dışarıda da böyle.. Hulâsa: Değişen hiç bir şey yok ..
Ne bu alemde; ne de bu alemin bitişiyle başlayacak olan ebedi alemde, Allah-ü Taalanın gayrını göremezsin.. İsmi ve müsemması ile; her iki alemin vücududur; varlığıdır.. Bu, bir gerçektir.. Elbette öyle olması lazım gelir.. Anlatılmak istenen mana odur ki: Her iki alemin ismi, müsemması, görünen çehreleri ile hep Allah-ü Taala'dır.. Bu manada, şek ve şüphe izi aranmamalı..
Bu açıdan bakılınca: Allah-ü Taala'nın hiç bir şeyi yaratmış olduğunu göremezsin.. Bu, kesin bir hükümdür.. Ancak, onun için şöyle bir görüşe sahip olabilirsin: O, an mefhumu ile anılan zamanların her birinde; biri diğerine benzemeyen, başka şan ve bir başka şekil almaktadır. Şöyle ki: Varlığını izhar eder , sonra gizler.. Ama ne izharında, yani, açığa çıkmasında; ne de gizlemesinde bir şekil ve keyfiyet vardır.. İşbu hal, onun şanına layıktır.. Çünkü: Evvel, ahir, zahir, batın hep odur..
O, birliği ile zahir oldu.. Açığa çıktı.. O, tekliği ile batın oldu.. Gizlendi.. O, zatı ve kayyumiyet sıfatı ile, evveldir. O, deyumiyet sıfatı ile de ahirdir..
Evvel, harflerinin varlığı odur.. Ahir, harflerinin varlığı odur.. Zahir, harflerinin varlığı odur.. Batın, harflerinin varlığı odur.. Hasıl-ı: İsmi ve müsemması ile, anlatılanların tümü odur..
Anlatılanların hiç biri garipsenmemeli.. Alışılmalı.. Bu arada şu kıyas bir yardımcı olabilir.. Mesela: Madem ki, onun varlığı mutlaka gereklidir; arada, ona yabancı bulunmaması da gerekli olur ..
Bir kimse vardır; sanır ki Kendisi Hakkın gayrıdır; ama bu olamaz.. Sebebine gelince: Allah-ü Teâlâ bir gayrı olmaktan yana tenzih edilir. Gayrı ne demek? Elbet gayrı da odur.. Ama, bir gayrı şeyin varlığı onunla olmadan.. " Gayrı.. " Olarak anılan şeyin de varlığı şüphesiz odur.. Hem içte, hem dışta.. Yani: Hem zahirde, hem de batında..
İrfan yoluna giren herkesin anlatılan aleme ayak uydurması gerekir; sonrası kolay.. Ki orada; çeşitli sıfatlar alacaktır..
Her kim, anlatılan sıfatlarla kendisini bezerse.. Onun için sıfatlar olur.. Ki onların, ne haddi vardır; ne de nihayeti..
Şu manayı da iyi düşünmek gerek.. Bir kimse, kendisini tanımadan, bilmeden belli şekliyle ölünce; iyi ve kötü vasıfları da onunla beraber ölür gider.. Bu misal, zahirdeki belli ölümün bir sonucudur.. Bir de, manevi ölümle öleni düşünelim.. Yani: Ölmeden evvel öleni.. Tıpkı yukarıdaki gibi, bundan da iyi ve kötü sıfatlar kalkar.. Fakat.. Öyle bir hal alır ki; yukarıda anlatılana hiç benzemez.. Allah-ü Taâlâ, onu kendi makamına oturtur.. Ama bütün hallerde.. Zatı makamına oturtur; Allah'ın zatı olur.. Sıfatları makamına oturtur; Allah'ın sıfatları olur.. İşbu manaya cidden ermek gerek.. Çok önemlidir.. İşte bu mana icabıdır ki; Rasûlullâh S.A. efendimiz şöyle buyurdu: "Ölmeden evvel ölünüz.." Bu hadis-i Şerifin şerhi şöyle olabilir: "Belli ölümle ölmeden evvel kendinizi anlayınız.. İrfan sahibi olunuz.." Aşağıda anlatacağımız kudsi hadis de aynı manayı teyid eder.. Rasulüllah S.A. efendimiz şöyle anlatıyor: "Allah-ü Taala şöyle buyurdu: - Kul nafile ibadetlerle bana yaklaşır.. Öyle bir hal alır ki; ben onu severim.. Onu sevdiğim işbu vakitte: Onun kulağı olurum, gözü olurum ve eli olurum..."
Yukarıda anlatılan kudsi hadiste irfan sahibine bir işaret vardır.. İrfan sahibi, anlatılan manaya erdikten sonra, özünde görecektir ki; tüm varlığı, Hakkın varlığıdır.. Fakat.. Onun zatında ve sıfatında hiç bir değişiklik görmeden.. Kaldı ki; aslında böyle bir değişikliğe ihtiyaç da yoktur.. Çünkü kendisine ait bir varlığı yoktur.. Yok olan bir şeyin nasıl değişir ki?. Bu arada kendisi, sadece cehlini giderdi.. Yani: marifet yolu ile.. Bir varlık sahibi idi, bilmiyordu;şimdi bildi.. Şimdi sıra sende.. Dinle ve anlamaya çalış.. Her ne zaman ki; nefsini anlayıp, özünü bildin; işte o zaman kendi mevhum varlığın ortadan kalkar.. Ve.. anlarsın ki; sen, Allah'ın gayrı değilsin.. Bu mana da bir hakikattır . Bir an için olsun; anlatılan mananın tersini ele alalım.. Ki onda kendine has bir varlığın vardır; o varlığın fenaya da ihtiyacı yoktur. Hatta marifete de.. Böyle olduğunu düşün: Sen Allah'tan başka bir Rabb olursun.. Ama, asıl hakikat şudur ki: Allah-ü Taâlâ kendisinden başka bir Rabb yaratmaz.. Bu, olmaz ve olamaz.. Allah-ü Taâlâ bu gibi bir manaya karşı, yücedir; tenzih edilir.
Bu arada, biraz da malumat vermek iyi olacak.. Vereceğimiz bu malumat; bir yönüyle yoldur.. Yani: Nefsi bilme yolu .. Bu durumu ki, bildin; dinle ve anlamaya çalış..