Açık Konuşalım

Müslüman toplumlara, “İslâm adıyla Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın bildirdiği ORİJİN DİN ANLAYIŞI” anlatılmadığı sürece, bugünkü toplumsal kargaşa asla son bulmayacak; hatta daha büyük çatışmalara yol açılacaktır!

Bugün Dünya üzerinde Müslüman toplumların yaşadıkları ülkelerdeki çatışmaların sebebi, yüzyıllar içinde değişik yorumlarla örtülmüş ve saptırılmış “DİN” anlayışıdır!

Kıyamete kadar geçerli Kur’ân-ı Kerîm’i, çağın bilimsel gerçekleriyle bütünleşmeyen bir biçimde yorumlayan yüzyılların yorumları, Müslüman toplumlara orijin “DİN” anlayışıymış gibi kabul ettirildiği içindir ki, günümüzde bu çatışmalar yaşanmaktadır. Bu saptırmaların bir kısmının neler olduğunu “Anladığım İslâm” başlıklı önceki yazımda belirtmiştim.

Müslüman toplumların “DİN” anlayışının reforme edilmesi zorunluluğu artık apaçık ortaya çıkmıştır!

Bırakın Kur’ân kursları ya da ilâhiyat okullarında yetişmiş yetersiz bilgili din adamlarını bir yana; gökteki tanrının yanından gelip sokak kapısının üç metre dışında bekleyen meleklerden söz eden profesörlerin verdiği din eğitimi” ile daha nereye kadar gidilebileceğini düşünebilirsiniz!

Açık konuşayım...

Ben, bir kısım çevrelerin, amaçlı-art niyetli ve kasıtlı olarak empoze etmeye çalıştıkları şekilde, ne bir şeyhim tarikatı olan, ne bir hoca efendiyim cemaati olan, hele hele ne de müceddidlik, mehdilik iddiası içinde olan biri!

Türkiye’de sürekli görüştüğüm birkaç aile dostum dışında hiçbir toplumsal ilişkim yoktur! Kitaplarımı okuyanların nasıl yaşadıkları, özel hayatları, davranış biçimleri beni hiç ilgilendirmez! Çünkü ben hiç kimsenin hocası, efendisi, önderi, lideri değilim! Her isteyen yazılarımı okur, kendine göre değerlendirir; dilediği gibi yaşar ve sonuçlarına da katlanır!

Ayrıca benim, uzunca bir süre (altmış iki yaşından sonra ne kadar yaşarım bilmem), Türkiye’ye dönmeye hiç niyetim yok; herhangi bir dönüş engelim olmadığı hâlde! Dolayısıyla, Türkiye’ye dönüp acaba ne yapar diye kimse de tasalanmasın!

Bunların yanı sıra, Türkiye’deki siyasilerle hiçbir ilişki ve iletişimimin olmadığı da zaten bütün ilgililerce bilinmektedir!

Öte yandan, bugün okunulan görüşlerim, sekiz yıl önce Amerika’ya geldikten sonra oluşmuş fikirler değildir! Aksine, 1967 yılında yayınladığım “Tecelliyât” ve 1986 yılında yayınlanan “İnsan ve Sırları” isimli kitaplarımda da yazmış olduğum düşüncelerim, “DİN” konusunda yaptığım yoğun ve kapsamlı araştırmalar sonucunda edindiğim kanaatlerimdir.

Defalarca belirttiğim üzere, Dünya üzerinde herhangi bir teşkilat, kurum, organizasyon içinde yer almak bir yana; onlar ile hiçbir ilişkim dahi olmamıştır bugüne kadar! Bu konuda atılan iftiralara, her türlü ispat hakkı açıktır!

Bunları şunun için tekrarlamakta yarar gördüm... Bugüne kadar yazdıklarım ve yazacaklarım, maddi veya manevî hiçbir çıkar amaçlı veya beklentili değildir!

Yalnızca, bilgi paylaşımı amaçlıdır.

İnsanları konuyu gerçekçi bir biçimde düşünmeye ve incelemeye davet gayesi taşımaktadır!

İşte bütün bunlar bilinerek, hatırlanarak konumuzu değerlendirmeye başlayalım!

Rasûl ve Nebiler, kral veya sultan veya diktatör olarak insanları gütmek amacıyla gelmiş kişiler değillerdir!

İnsanların yaşamlarına uyulası zorunlu kanunlar koyup, zorla onları kendilerine tâbi kılmak gibi bir dert ve amaçları da yoktur Rasûl ve Nebilerin!

Rasûl ve Nebilerin, ne kendilerine tâbi olanlar dolayısıyla kazançları vardır ne de tâbi olmayanlar yüzünden kayıpları!

Bugünkü devlet anlayışının olmadığı çağlarda, kabileler ve yerel topluluklar hâlinde yaşayan insanlara ölümle birlikte yeni bir boyutta yaşamın devam ettiğini fark ettirmek, ölüm ötesi boyut yaşamına hazırlanmalarını sağlamak ve gerçekte var olmayan tanrılara tapınarak kendi varlıklarındaki kuvvelerden mahrum kalmamalarını sağlamak ana amaçları olmuştur!

İsmi “İSLÂM” olan “DİN” anlayışını, hükümranlık amacıyla kullanan Emevî veya Osmanlı hanedanının “İslâm” devleti olduğu savı yanlıştır! Ne onlar, ne de bugünkü başka saltanatlar “İslâm Devleti” değillerdir! Belki “Müslümanların saltanatı” denebilir bunlara! “DİN” gerçeğini, kendilerine göre kabullenmiş ve yorumlamış kişilerin saltanatlarıdır! Oysa, “DİN” saltanat ve hükmetme aracı olarak kullanılamaz!

“DİN” anlayışı, kişinin “ÖZEL”idir. Devletin, insanların “özel”ine müdahale hakkı olamaz!

Hazreti Muhammed (aleyhisselâm), “İslâm” ismiyle bilinen “DİN” anlayışını insanlığa açıklamış Allâh Rasûlü ve son Nebisi’dir! Devlet Reisi veya SULTAN veya Diktatör değildir! Tanrı olmaktan ve tanrılık kavramından münezzeh ismi “ALLÂH” olanı açıklama misyonuyla gelmiş “ALLÂH RASÛLÜ”, “Sünnetullâh”ı okumak suretiyle de insanlığa neler yapıp, nasıl yaşaması gerektiği konusunda “TEKLİF”lerde bulunan “SON NEBİ”dir! Çevresindeki kişilerin bir Rasûl’e çeşitli konularda sorular sorup cevap almaları, o Rasûl’ü, “devlet başkanı” veya “sultan” koltuğuna oturtmaz. Böyle kabul etmek Rasûl’ün veya Nebi’nin mertebesini tenzîl sonucunu getirir!

“İslâm”, ismidir “DİN”in!

“DİN”, devlet için değildir; yönetim biçimi değildir!

Devlet idaresinin “DİN” ile alâkası yoktur!

Devletin dini olmaz!

“DİN”in devleti olmaz!

Devlet, gerçekte insanların sağlık, huzur ve mutluluğu için oluşturulmuş kurumdur! O ülkenin tüm insanlarına eşit mesafede ve ölçüde hizmet vermekle mükelleftir! Birbirlerine baskı ve zorlamada bulunmadığı sürece her kişinin “DİN” anlayışına ve uygulamasına saygılı olmak mecburiyetindedir! Devlet, mazlumun, yani zulüm görenin yanında olmak, onu korumak mecburiyetindedir! Aksi hâlde mazlumun âhı devletin varlığına zarar getirir!

“DİN”, insanlara “TEKLİF” esasına dayalı olarak bildirilmiştir! Bu cümlenin anlamı ve getirisi olan sonuçlar çok iyi değerlendirilmelidir!

Devlet, kanunlarla yönetir insanları; emretme ve hükmetme esasına dayalı olarak! Kuralına uymazsanız, devletin kaba gücüyle cezalandırır sizi!

“DİN” ise bir sistem olarak, size, neler yaparsanız, yaşadığınız an içinde veya geleceğe dönük ne yararlarınız olacağını bildirir! Yapmanız veya yapmamanız gereken hususları “TEKLİF” eder! Buna uyup uymamak kişinin bileceği iştir; bu konuda kimsenin kimseye bildiklerini zorla uygulatma hakkı yoktur!

“DİN” insanlara “TEKLİF” eder!

Devlet ise insanlara “EMREDER ve HÜKMEDER”!

“DİN” devlet konumuna geçerse; “Lâ ikrahe fiyd Diyn”; “DİN’de (Allâh yaratısı sistem ve düzeni {Sünnetullâh} kabul konusunda) zorlama yoktur!” (2.Bakara: 256) âyeti anlamını yitirir! Çünkü devlet konumuna geçen “DİN”, bu durumda “TEKLİF” edici konumdan çıkıp “ZORLAYICI” konumuna geçer!

“DİN” insanın sonsuz yaşamına katkıda bulunup, onu ebediyen mutlu edecek gerçekleri bilmesi için bildirilmiştir!

Devlet ise, o günün anlayış ve şartlarına göre, akıllı ve güçlü kişilerin oluşturduğu bir yönetim kurumudur!

“DİN” insanlığın yaşadığı anda ve geleceğe dönük çıkarları doğrultusunda içinde yaşadığı sistem gerçeklerini açıklar.

Devlet, kurucularının düşünce ve bakış açısına göre, insanları yaşatma ve mutlu etme amacı güder! İnsanlar, Dünya’nın hangi ülkesinde, hangi rejim altında olursa olsun, “DİN”i bildiği ve imkân bulduğu şartlar kadarıyla uygulayabilir.

“İslâm”da, kimsenin kimseye “DİN” anlayışı veya değerlendirmesi dolayısıyla bir pâye vermesine veya aksine onu aşağılamasına yer yoktur!

“DİN” anlayışı, kişinin “ÖZEL”idir ve herkes bu “özel”ini dilediği gibi muhafaza eder! Kimsenin, başkasının “özel”ine girme hakkı olamaz!

İnsanlara, kendi anlayışlarını başkalarına zorla uygulatma amacıyla devlet yönetme hakkı tanınamaz!

Devletin, insanların “özel”ine müdahale hakkı olamaz! Olursa, o devletin idare şekline dikta yönetimi denilir!

Şimdi gelelim “DİN” konusunu nasıl değerlendirmemiz gerektiği hususuna...

Kişi, eğer Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın Allâh Rasûlü ve son Nebisi olduğunu, “Allâh” ismiyle açıkladığı, bildirdiği Kur’ân-ı Kerîm’in O’na vahyolmuş gerçek ve doğru bilgiler olduğunu kabul ederse; bu şartlar altında o bir “Müslüman”dır! Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilenlerin bir kısmı doğru, bir kısmı yanlıştır diyen, Kurân’ı kabul etmemiş olur! Çünkü tamamı aynı kaynaktan ve aynı kişiden açığa çıkmıştır. Buna karşın bir kısmını değerlendirip bir kısmını değerlendiremeyen ise “Müslüman” olmaktan çıkmış sayılmaz!

Bu konuda en büyük ve hatta zorunlu öncelik, Hazreti Muhammed’in Allâh Rasûlü ve son Nebisi olarak kesin gerçekleri bildirmiş olduğunu kabullenmektir.

Dileyen buna inanır, dileyen inanmaz! Herkes inancının sonuçlarını yaşar!

Bu konuda ikinci çok önemli nokta da şudur:

Dünya üzerinde yaşayan her kişi, direkt olarak Allâh Rasûlü Hazreti Muhammed’in bildirdiklerine muhataptır! Arada asla aracı yoktur! Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın bildirdiklerini kendisine ulaştığı kadarıyla, dilediği gibi değerlendirir!

“DİN” insanlığın yaşadığı anda ve geleceğe dönük çıkarları doğrultusunda içinde yaşadığı sistem gerçeklerini açıklar.

Adı “İSLÂM” olan “DİN” anlayışına göre...

Kişi, kendisine Allâh Rasûlü ve son Nebisi’nden ulaşan bilgileri dilediği gibi değerlendirir ve bunun sonuçlarını da OTOMATİK OLARAK YAŞAR! Bu sebeple, bir “Müslüman”ın, hiçbir din adamına veya din teşkilatına, organizasyonuna ihtiyacı yoktur “Müslüman olmak” veya “Müslüman kabul edilmek” için!

İnsanlar birbirlerinin bilgilerinden yararlanırlar, ama kimse kimseye tâbi olmak mecburiyetinde değildir!Kesin hükümler bellidir. Bunun dışındaki konularda herkes anladığına göre davranır ve sonucunu da yaşar. FETVA KURTARICI DEĞİLDİR!

Allâh Rasûlü’nün bildirdiği Kur’ân-ı Kerîm ortadadır! Allâh Rasûlü’nün “DİN” konusundaki açıklamaları ortadadır! Müslüman, bunları araştırır, sorgular, inceler ve kanaatine göre de olayı değerlendirir! Din konusu kişinin kendi vicdanî olayıdır! TÂBİ OLMAK YANLIŞA MAZERET OLMAZ! Sünnetullâh’ta mazerete yer yoktur! Kişi, mazereti ne olursa olsun, sonuçta elleriyle yaptığının, düşündüğünün sonuçlarını yaşar!

Kişi, namazı yaşar veya yaşamaz, orucu yaşar veya yaşamaz, haccı yaşar veya yaşamaz, kadınsa başını örter veya örtmez; bunlar hep kişinin kendisini ilgilendirir! Başkasını ilgilendirmez! Bunları yapmanın getirisi de, yapmamanın götürüsü de kişinin kendisini ilgilendirir; başkasını asla ilgilendirmez! Kimsenin bu konularda başkasını kınamaya hakkı yoktur! Herkes kendi doğrusunu yaşamak için vardır; başkalarına hükmedip, onların kendi istediği gibi yaşamasını sağlamak için değil!

“Müslüman”, Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın bildirdiklerine iman hâlindeyken, adam öldüremez, hırsızlık yapamaz, hakkı olmayan şeye el uzatamaz, yalan söyleyemez, gıybet yapamaz, iftira atamaz! Bu hâllerden biri üzereyken ölümü yaşarsa “imansız” gitmesinden korkulur. Çünkü “iman” edilesi şeylere inanılırken onlara ters düşen şeyleri kişinin yapması mümkün değildir!

İnsanlar dünyaya tek gelmişlerdir ve tek gideceklerdir yeni yaşam boyutuna... Kişi kendini o sonsuzluğa hazırlamak için gelmiştir dünya yaşamına...

“Müslümanım” diyen kişi, dünya yaşamındaki çok sınırlı zamanını, kendini geliştirmek ve geleceğe hazırlamakla değerlendirmek yerine, başkalarının dedikodu ve gıybetiyle harcıyorsa; onun kendine yaptığı zulmü, asla başkası ona yapamaz!

Herhangi bir kişi hakkında konuştuğunuz her konu dedikodu kapsamına girebilir ve muhtemelen gıybet olabilir! “Eğer o konuştuğunuz şey o kişide varsa bu gıybet; konuştuğunuz şey o kişide yoksa bu defa yaptığınız iftiradır!”... “Kişiye günah olarak her duyduğunu başkasına nakletmesi yeter!” uyarılarına çok dikkat etmek zorunludur. Zira, gıybet Kur’ân-ı Kerîm’de “ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek” kadar tiksindirici bir olay olarak tanımlanmıştır! İftiranın faturası ise insanın karşısına nasıl çıkar, hayal bile edemeyiz! Şahidi olmadığınız konu hakkında konuşmak ve hüküm vermek çok büyük vebal getirir!

Bu oluşum, “DİN” olarak anlatılan “Sünnetullâh” sonucudur; ki kişi kendisinden açığa çıkanların sonucunu kesinlikle yaşayacaktır! Yaşamakta oldukları, kendisinden açığa çıkmış olanların sonucudur! Yaşadıklarından ders almayanların daha yaşayacakları var demektir!

Evet, artık kesinlikle bilmeliyiz ki...

Dünya üzerindeki Müslüman toplumların çektikleri bütün sıkıntılar, yüzyıllar içinde yanlış yorumlar veya örf ve âdetlerle harmanlanmış “DİN” anlayışının, toplumlarca gerçek “DİN” diye kabullenilmesi sonucu, orijin “İSLÂM”dan ayrı düşülmesinden kaynaklanmaktadır!

Yanlışa devam ile doğrunun elde edilmesi asla mümkün değildir!

Bugünkü yanlışların altında, hep, yanlış yorumların gerçek “DİN” olarak insanlara kabul ettirilmesi yatmaktadır! Bu yanlış düzeltilmedikçe, “DİN” konusunun gerçekleri aydınlar tarafından medya aracılığıyla topluma yansıtılmadıkça, “Müslüman”ların çilesi son bulmaz!

Sorunun çözümü, kendi doğru bildiğini zorla başkalarına kabul ettirmekte değil; elbirliğiyle eldeki bilgileri temelden sorgulamaya alıp, temel gerçeklerden başlayarak, “DİN” anlayışımızı yeniden bina etmekte yatmaktadır!

Bunda da iş, yaşadığımız Dünya’nın aydınlarına düşmektedir!

AHMED HULÛSİ

20 Mayıs 2006

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Yazıyı İndirebilirsiniz!