Âlemde Allâh'ı Seyir
Allâh’ı seyir bâbında…
“Allâh’ın Zâtını tefekkür etmeyiniz” emrince Zâtı hakkında bir şey söyleyemiyoruz!.. Fakat Allâh’ın vasıfları sadedinde “Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelâm, Semi, Basar” vasıfları ile muttasıf bir varlık olduğunu idrak edebiliyoruz.
Bu yedi vasıf, tabii olarak bir sekizinciyi tanıtır...
Bu sekizinci vasıf, “Tekvin” sıfatıdır!..
“Tekvin”; kevne getirme, kevni meydana getirme mânâlarına anlaşılır...
Yani Hayy olan, Aliym olan, ilmini Müriyd yani iradesi, dileği istikametinde fiile döken varlık; bu sıfatların sonucu olarak Tekvin sıfatı ile de muttasıftır.
Bu “Tekvin” sıfatını bazıları, yaratma diye tercüme eder. Kevni meydana getirme!.. Varlığı meydana getirme!.. Ancak bu kevni meydana getiriş, muhakkak ki rastgele ve dışardan alma ile olmaz; kendinden olur!..
Mâdemki kendinden gayrı bir varlık yoktur!.. Kendinden gayrı bir varlık olmaması hasebiyle Tekvin olayı, kendinden meydana gelecektir!..
Kendisi bir fiil ortaya koyar, bu ortaya koyduğu fiil de muhakkak ki bir mânâ taşır...
Şimdi dikkat edin buraya…
Şu vasıflarla muttasıf olan Zât, herhangi bir fiili ortaya koyar... Kendinde mevcut olan ilme dayanarak, bir fiili ortaya koyar ve bu fiil bir mânâ taşır; bu mânânın gereği olarak, bu fiile bir isim veririz. Bu fiile verdiğimiz isim, esasında o fiildeki mânâya olur!.. Dolayısıyla bu mânâ, meydana getirenin kendinde mevcut olan bir mânâ olur.
Kendinde mevcut olan bir mânâ olur ama, o mânâ ile de, o mânâyı meydana getiren kayıtlanmaz!..
Bu nasıl olur?.. Hem mânâyı meydana getirir, hem de o mânâ ile kayıtlanmaz!..
O mânâ kendisine ait!.. O mânâyı kendisi ortaya koyar, fakat o mânâ gibi daha pek çok mânâları da ortaya koyar!.. Ve dilediğini, dilediğince yapabilir!..
Demek ki bu husus, dileme yani irade ve iradenin sonunda da dilediği yapma kudretini ortaya koyma… Böylece Tekvin sıfatı ortaya çıkar. İşte bunu anlatan âyet:
Şüphesiz ki Allâh, iman edip imanın gereğini uygulayanları, altlarından nehirler akan cennetlere dâhil eder... Kesinlikle Allâh irade ettiğini yapar (ilminden açığa çıkmasını irade ettiğini kudretiyle oluşturur; İlim - İrade - Kudret). (22.Hac: 14)
Görmedin mi ki Allâh (O’dur ki), semâlarda kim varsa ve arzda kim varsa; Güneş, Ay, Yıldızlar, Dağlar, Ağaçlar, Dabbeler (yürür canlılar) ve insanlardan birçoğu O’na secde etmede! Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur... Allâh kimi hor-hakir kılarsa, artık onu yüceltecek yoktur... Muhakkak ki Allâh dilediğini yapar. (18. âyet secde âyetidir.) (22.Hac: 18)
Bu âyetler; irade ve kudret sıfatlarının mevcudiyetini ifade, anlatma bâbında…
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) bu âyetleri bize naklederek, ulaştırarak; Allâh’ın dilediğini ortaya koyma durumunda olduğunu ifade ediyor...
Dilediğini ortaya koyma durumunda olan bir varlık, herhangi bir şeyle kayıtlı olamaz! Mümkün değil!..
Kayıt varsa, dilediğini yapma hükmü yoktur!.. Dilediğini yapma hükmü varsa, kayıt altına girmez.
Âlem, kâinat diyoruz veyahut âlemler diyoruz. Bu iki isim de netice itibarıyla, yaratılmıştır!..
Nasıl yaratılmıştır?
Dilediğini yapan tarafından, yoktan var edilmiştir!..
“Yoktan var edilmiştir”...
Peki… Yoktan var edilmek ne demektir?
Bunun izahına girerken hemen bir âyeti hatırlayalım;
Dehr’de insanın anılmadığı bir süreç yok muydu? (76.İnsan: 1)
Yani, insan isminin müsemması olan mânânın, o zamanda henüz varlığı yoktur!..
Bu hangi zamandır? Bu zaman değildir!.. Boyuttur!.. Zaman başkadır; boyut başka!.. Burada anlatılan zaman değil, boyuttur! Sıfat mertebesi dediğimiz, “Vâhidiyet” mertebesinde, mevcut vasıflarıyla kendisinin olması hâli… Bu boyutta henüz isimlerin mânâları söz konusu değil…
İsimlerin mânâları söz konusu olmadığı yerde, boyutta, bu isimlerin mânâlarından oluşan varlıklar da söz konusu değil!..
Öyle ise Sıfat mertebesi dediğimiz mertebe itibarıyla, yaratılma söz konusu değil!..
Bu boyutta kendi vasıflarıyla kaîm olan varlığın, kendi varlığını, varoluşunu bilişi söz konusu...
Buradaki ilim, Sıfat mertebesindeki ilim sıfatıdır! Sıfat mertebesindeki ilim, Allâh’ın kendine olan ilmidir!.. Kendi mevcudiyetine, sıfatlarına ait olan ilimdir. Kendi vasıflarını tanıması, bilmesi yönünden olan ilimdir...
Esmâ mertebesindeki ilim ise, isimlerin mânâlarını kendinde müşahede etmesi ile ilgili ilimdir. Bu ikisi arasında, boyut farkı vardır!..
Boyut farkı ne demek?.. Boyut farkı, ilâhî olan ilmin yani Zâtî olan ilmin;
1. Kendi varlığına,
2. Kendi mânâlarına,
3. Ve bu mânâların neticesinde oluşan fiillere bakışıdır!
Boyut farkı budur!.. Zaman; Efâl âlemi için itibari olarak geçerli olan bir tâbirdir... Mertebeler arasındaki olay ise zaman olayı değil, boyut olayıdır!..
Allâh, Zâtından Sıfatına, Sıfatından Esmâsına tenezzül etti diye tarif edilmek istenen şey, bu boyut farkıdır! Ve bu, bir “An” olayıdır!..
“AN”ı zaman diye anlamamak lazım!
Esasen “AN” kelimesi ile işaret edilen zaman boyutu; “DEHR” kelimesi ile tanıtılan varlığa aittir!.. Yoksa bizim beş duyuya nispetle var kabul edilen zaman boyutu ile, “AN” kelimesinin işaret ettiği mânânın hiçbir benzerliği söz konusu değildir...
“DEHR” ise daha önce naklettiğimiz kudsî hadiste açıklandığı üzere Allâh’tır… Öyle ise, “AN” gerçeği itibarıyla Allâh katındaki zaman birimidir!.. Ve bu zaman birimi ancak “Zât” ve “Sıfat” tecellileri mertebelerine erişmişlerce bilinebilir...
Yoksa avamın şartlanma yollu, beş duyu kaydından dolayı var kabullendiği zaman anlayışı ile burada kastedilen “AN” mânâsını anlayabilmek mümkün değildir…
Avama göre zaman, fiiler mertebesinde, olayların birbiri ardına dizilmesi sebebiyle, birinin diğerine karşı durumuna verilen hükümdür…
Bu boyutta ise fiil söz konusu değildir!..
Bu ancak, “Zâtî ilmin kendine nazarı” diye tarif edilebilir.
Kendine nazarı da; Zâtına nazarı, varlığına nazarı, kendindeki mânâlara nazarı olmak üzere, üç ayrı bölümde incelenebilir...
Zâtına nazarı, Zât mertebesini; Sıfatına nazarı, belli sıfatlarını bilmeyi; Esmâ mertebesinin tabii ve zaruri sonucu olarak var olan Efâl mertebesi de, mevcut olan mânâlarına nazarıdır!
Mânâlar mutlaka, kendi mânâları istikametindeki fiilleri doğururlar!..
İşte, kendinde mevcut mânâların tabii sonucu olan fiillerin ortaya çıkış noktası, “yaratmanın” başlama noktasıdır!
Bu noktada, âlemler yaratılmıştır!..
Kesret-çokluk bu noktada meydana gelmiştir...
Bu noktada varlık ve yokluk; bu noktada Hâlık ve mahlûk; bu noktada Rab ve abd mânâları, fiile dönüşmüştür.
Fiil mertebesindeki fiilleri meydana getiren fâil, o fiillerin mânâlarıdır ki; o mânâlar, O Zâtın kendinde bulduğu mânâların ortaya çıkıp çıkmaması ile alâkalı olan mânâlardır... Yani belli ilâhî isimlerin mânâlarının aşikâre çıkması veya çıkmasındaki şiddeti zuhuru, neticede bu fiilleri meydana getirmiştir… Ki bu da dilemesine bağlıdır!..
Efâl mertebesinin özünde mevcut olan hayatiyet, o varlıktaki Kudsi Ruha, Ruh-ül Kuds’e aittir!..
“Kudsî Ruh” denir, “Küllî Ruh” denmez!.. Çünkü “küllî”nin karşılığı olan “cüz”iyet Ruh için söz konusu değildir!.. “Ruh”un “cüz”lüğü olmaz!.. Ruh’un cüziyeti, cüzleri olmayacağı içindir ki, bütün varlıktaki Sâri Ruh, Tek Ruh kastedildiği zaman, Kudsî Ruh tâbiri kullanılır…
Bütün isimlerin mânâlarının mevcut olması ve tüm varlığa yayılmış, sâri olması hasebiyle de bu, Kudsî Ruh’ta mevcut olan tüm isimlerin mânâları, bütün isimlerle anılan varlıklarda mevcuttur.
Bu itibarla, kâinatta mevcut olan tüm varlıklar, bu Kudsî Ruh’un mânâlarının birbiri tarafından görülmesinden başka bir şey değildir!..
Varlığın tümüyle, bu mânâlardan ibaret olması hasebiyle ve bu mânâların bakış açısı itibarıyla; Efâl mertebesinin varlığından söz etmek mümkün değildir!..
Çünkü Efâl mertebesinin varlığı, bir diğer bakana nispetledir. Bir arının dünyası ve âlemi ayrıdır; bir insanın dünyası ve âlemi ayrıdır; bir atomun milyonda bir küçüklüğünde olan bir mezonun dünyası ayrıdır.
Saniyenin on milyonda biri kadar olan bir süre içinde, doğan, büyüyen, çoğalan ve yok olan varlık ve on milyar senede kemâle ulaşıp bir o kadar sene sonunda yok olan varlık; her biri kendi boyutuna göre vardır, kendi yaşam ölçüsüne göre vardır; fakat bir diğerine nispetle, o varlığın varlığından söz etmek de mümkün değildir!..
Bu böyle olduğuna göre çıkan sonuç nedir?
Çıkan sonuç şudur:
Âlemlerin Rabbi olan Allâh, yarattığı âlemlerde Zâtı ile mevcuttur!..
Bu âlemlerde, her zerrede, kendinden gayrı bir varlık olmadığı gibi; kendi mânâlarını da gene kendisi seyretmededir!..
Öyleyse “yaratma” dediğimiz olay, mânâların fiiller mertebesinde aşikâre çıkışıdır!.. Fiiller mertebesinde aşikâre çıkan her bir fiil yaratılmıştır!..
Yaratılmış, çeşitli isimler alır... İnsan, maden, hayvan vs… Ve bunlar, bütün yaratılmışlıklarına karşılık, varlıklarını tümüyle Hakk’tan alırlar!.. Hakk’ın varlığı ile kaîmdirler.
Hakk’ın varlığı ile kaîm olmaları, kendilerinde “Kayyum” isminin mânâsının mevcut olmasındandır!..
Her biri, kendi yönünde ne yapması gerektiğini bilir!.. Çünkü, “Aliym” ismi de kendilerinde mevcuttur!..
Ancak bu isimlerin o fiil mahallinde aşikâre çıkmaları, o mahallin “kabiliyet ve istidadına” yani bu mânâları aşikâre çıkarmada pay alışına; hisse alışına göredir!..
Her bir mânâ, neyi gerektiriyorsa, o mânânın gerektirdiği fiil, oradan aşikâre çıkar. Bu fiilin ortaya çıkması da Allâh’ın dilemesinden başka bir şey değildir!..
Rabbin Allâh’tır!.. Sen Rabbinin kulusun!.. Rabbinin kulluğunu yerine getirmen yönünden; Allâh’ın emrini yerine getirmiş olursun!.. Ama Rabbinin emrini yerine getirmen yanı sıra, Allâh’ın yerine getirmeni istediği, bütün emirleri yerine getirmekle mükellefsin!.. Bu mükellefiyetini yerine getirmemenin neticesi ise, “Nefsine zulmetmek” ve bundan dolayı da “azap”adüçar olmaktır…
Zira “nefsinin hakikati”, “Allâh’ın hakikati”dir...
Nefs, bir şeyin Zâtıdır… Oysa, varlığın Zâtı, Allâh’tır!..
Sen nefsine zulmetmekle, Allâh’ın hakkını vermemiş oluyorsun!.. Bunu yapmanın sebebi de yaratılmışlığın hükmü altında, varlığının hakikatini müşahede edememendir!..
Eğer bilirsen ki, ne yönden kulsun, ne yönden Rab; ve bilirsen ki Allâh senin nendir; ve bu bildiklerinin hakkını yerine getirirsen, işte o zaman ilâhî saadete ermiş, Allâh’a vâsıl olmuş, Dünya’da iken cennete girmişlerden olursun!..
AHMED HULÛSİ
1986