Cehennem Nedir?
Cehennem nedir?..
Nasıl izah ediliyor?..
Cehennemin kıyamet denilen zamanda gelip Dünya’yı kuşatması ve yutması şöyle anlatılıyor...
Abdullah ibni Mesûd’dan naklolmuştur:
Rasûlullâh şöyle buyurdu:
“O gün cehennem getirilecek!.. Onun yetmiş bin bağı olacak ve her bağ ile beraber cehennemi çeken yetmiş bin melek olacak.”
Evet, böylece gelip Dünya’yı kuşatan cehennemin ateşinin yani radyasyonunun içinden istisnasız bütün insanlar geçecektir.
Sizden Cehennem’e uğramayacak hiç kimse yoktur! Bu Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür. (19.Meryem: 71)
Sonra korunanları (korunmanın getirisi, nûrânî kuvve sahiplerini) kurtarırız; nefsine zulmedenleri de dizüstü orada bırakırız. (19.Meryem: 72)
Kesinlikle Cehennem güzergâh olmuştur (herkes oradan geçer)! (78.Nebe': 21)
(İşte) o süreçte, cehennem de getirilir (Dünya’yı kuşatır)! (İşte) o süreçte, insan hatırlayıp düşünür... (Fakat) Zikra’nın (hatırlamanın) ona nasıl faydası olur (beden - beyin yok artık ruhu geliştirecek)? (89.Fecr: 23)
Gelip Dünya’yı kuşatan ve alevleri içinden istisnasız herkesin geçmek zorunda kalacağı bu CEHENNEM ne yapıyor şimdi?..
Kendi kendini yiyor!..
Hayır, espri yapmıyorum!.. Gerçeği anlatıyorum!.. Buyurun önce bu olayı Hz. Rasûl-ü Ekrem’in ağzından mecazî şekilde açıklanan ifadesini okuyalım...
Ebu Hureyre (radıyallâhu anh) anlatıyor...
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu:
“Cehennem Rabbine şikâyette bulunarak: 'Yâ Rabbi kısımlarım birbirini yedi!..' dedi! Bunun üzerine Allâh ona iki nefes vermesi için izin verdi. İşte bulduğunuz şiddetli soğuk (kışın) cehennemin ZEMHERİR’inden; bulduğunuz yakıcı sıcak da onun SEMUM’undandır!..”
Evet, 1400 yıl öncesinin şartları içinde ancak bu kadar dile getirilebilir böylesine muazzam bir gerçek!..
Cennete girenler cehennemden geçip oradaki gerçeği gördükten sonra aralarında konuşurlarken, cehennem ateşini şöyle tarif ederler:
“Allâh bize lütfetti ve bizi (cehennem ateşi) Semum’un (insan bedeninin gözeneklerinden geçen zehirleyici dumansız ateş; mikrodalga radyasyon) azabından korudu!” (52.Tûr: 27)
Şimdi önce birinci hususu anlamaya çalışalım.
“Cehennem kendi kendini yedi” tâbiri neyi anlatmak istiyor?.. Güneş, tümüyle hidrojen gazından ibaret merkeze sahiptir ve burada 15 milyon derece civarında bir hararet mevcuttur!.. Bu hararet dolayısıyla sürekli nükleer tepkimeler olmakta ve hidrojen atomları kendi kendini yiyerek helyuma dönüşmektedir. Bu arada yediklerinden artanı(!) da dışarıya atmaktadır. Bu atıklar ise tâ Dünya’ya, bizlere kadar ulaşmaktadır.
“Güneş’in”, pardon, “Cehennemin” yediklerinin artıkları nedir?..
“SEMUM!..”
Nedir “nârı SEMUM”?..
Arapçada “SEMUM” kelimesi iki mânâya gelir. Birincisi: “Gözeneklere (mesamat) işleyen ışın”. İkincisi: “Zehirleyici” ateş yani radyasyon!..
Termonükleer tepkime içinde olan GÜNEŞ’in, bu tepkime sonucu yaydığı çeşitli radyasyonlar, ışınlar acaba bundan daha başka nasıl anlatılabilirdi 1400 küsur yıl önce?..
Evet, Rasûlullâh, tamamıyla bilimsel gerçeklere dayanan din olgusunu en mükemmel şekilde açıklamıştır. Ne var ki, insanlar dine ilimle değil, şartlanmaların hükmü altındaki ön yargı ile baktıkları için bu gerçekleri görmekten mahrum kalmışlardır.
Esasen Dünya’nın ve içindekilerin âkıbeti, son derece açık seçik basîret sahiplerinin idrakları önüne serilmiştir!.. Ancak ne var ki, çeşitli vesilelerle ortaya atılmış bulunan bu gerçekler, yüksek akıl sahipleri tarafından derlenip toparlanıp, sayısız mozaiklerden oluşan ana sistem olarak, bir resim gibi gözler önüne serilmemiştir!.. İşte bu mümkün olmamıştır geçmişte, bilimin yeterli düzeyde olmaması sebebiyle...
Günümüzde ise ilâhî lütuf ve merhamet, bizlerin bu gerçeği öğrenmesine yol açmaktadır. Öyle ise aklımızı son zerresine kadar değerlendirip, 1400 sene öncesinden işaret edilen bu gerçekleri çok iyi idrak etmeye çalışalım.
Dünya, tüm üzerindekilerle birlikte, neticede büyüyecek olan “Güneş’in” yani bir diğer ifade ile “cehennemin” içine girecektir!..
İnsan ise “ruh” beden ya da diğer bir ifade ile “holografik dalga” bedeninin elde ettiği enerji durumuna göre ya Dünya üzerinden kaçıp sayısız yıldızların boyutsal derinliklerindeki üst yaşam boyutlarına yani cennetlere gidecek; ya da Dünya’nın ve hemen sonrasında da Güneş’in manyetik çekim alanından kendini kurtaramayarak; neticede, ebedî olarak cehennemin içinde yani Güneş’in içinde kalacaktır!..
Zaten ilk anda kendilerini kurtaramayanların daha sonraki devirlerinde Güneş’in içinden çıkmaları gittikçe artan yoğunluk sebebiyle ebediyen mümkün değildir.
İşte bu yüzden cehenneme girip de oradan kaçamayanlar ebedî olarak orada kalıcıdırlar; cennetlere girenler de ebedî olarak orada kalıcıdırlar, denilmiştir!..
Acaba niye, “Güneş’in cehennem” olduğu açık açık anlatılmamış da, sadece bir iki hadiste bu noktaya işaret edilip geçilmiştir?..
Üzerinde açık açık durulmamıştır. Çünkü, içinde bulunulan toplum zaten taşa toprağa, Ay’a, Güneş’e tapan bir toplumdur!.. Zaten insanlar, yıllar yılı Ay’a, Güneş’e, yıldızlara tapagelmişlerdir!..
Bir de buna üstlük Hz. Rasûlullâh, “cehennemin Güneş” olduğunu sarih bir şekilde açıklasa idi, gene insanların Güneş’e tapınmaya başlayıp, ondan medet dilenmeleri; “Aman Güneş sen yücesin, ulusun bizi yakma!” diye secdelere kapanmaları doğal olarak devam edecekti!.. Düşünün ki, bugün dahi Güneş’i bayrak edinip, ona tapan; Güneş’in oğluna âdeta ibadet eden toplumlar yaşıyor Dünya üzerinde.
Esasen şu gerçeği de gözlerden uzak tutmayalım...
İnsanlığın içinden sivrilen çok ender beyinler dolayısıyla teknolojik bir sıçrama olmuş ve Ay’a gidilmiş, Plüton’a uzanan uydular atılmış ise de; gerçekte, genel seviyesi itibarıyla toplumlar hâlâ yüzyıllarca mazide yaşamaktadırlar. İster Amerikan toplumu için olsun, ister Sovyet toplumu için olsun, ister Japon toplumu için olsun, bu böyledir!..
Yiyen, içen, zevk aldığı şeyler peşinde koşan, seks yapan, daha fazlasına sahip olmak için elinden geleni ardına koymayan, korktuğundan kaçıp sevdiğine erişmek için didinen; toplumun şartlanma yollu güttüğü insan!.. Asırlar ve asırlardır bu böyle süregeliyor!..
Bu süregelen gerçeklere insanın hakikati ve gideceği yer itibarıyla işaret etmiş olan son derece yüce insan Hz. İsa (aleyhisselâm)!.. Allâh bize değerini idrak ettirsin. Ama ne çare ki iki bin senedir geçen milyonlar içinde, hesaba ve kıyasa girmeyecek kadar az sayıda insan O’nu anlayabilmiş!.. Sözlerine kulak vermiş! Milyarlık Hristiyan kütlesinden söz ediliyor günümüzde, oysa Hristiyanların hiçbirisi Hz. İsa’ya kulak vermiş değil!.. O’nun ne dediğini anlamış değil!..
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın bildirdiği üzere, kendisi hâlen yaşamakta olduğu âlemden geri dönecek, bir süre aramızda yaşayacak, halkın yanlış anladığı gerçeklerin doğrusunu açıklayacaktır.
Ve insanlığa O’nun gelişini müjdelediği, zirvedeki insan:
Hz. Muhammed Mustafa sallâllâhu aleyhi vesellem!..
Olağanüstü bir beyin kapasitesi ile yaratılmış... İlâhî lütuf ile insanların ve Dünya’nın gelecek aşamaları kendisine seyrettirilmiş... Mi’râc olayı ile boyut sıçraması yapıp, cennet ve cehennem yaşamlarını müşahede etmiş... Ve nihayet tüm yaşamını, insanların gelecekte karşılaşacakları olaylara karşı almaları icap eden tedbirleri anlatmakla değerlendirmiş bir Zât!..
Geçmiş sayısız Nebi ve Rasûller insanlara özetle şunu vermeye çalışmışlar:
“Sayısız putlara ve hayalî TANRILARA tapınarak ömrünüzü boş ve faydasız şeyler ile harcamayın; âlemlerin, kâinatın, yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan ALLÂH’a ibadet edin. Kimseye kötülük yapmayın, elinizden geldiğince insanlara hizmet edin. ALLÂH’ın ne olduğunu tanımaya çalışın ki, O’nun halifesi olan kendinizde mevcut olan sayısız cevherleri değerlendirebilesiniz.”
İşte bu tema, Hz. İsa (aleyhisselâm)’da son haddine varmış ve şöyle ifade olunmuş:
“Göklerin krallığına inanıyorsan, benimle beraber olmak istiyorsan, her şeyini terk et ve benimle gel!..”
Göklerin, yani ölüm ötesi ebedî yaşamın krallığından söz eden Hz. İsa (aleyhisselâm), özellikle Dünya krallığı peşinde koşan ve sadece yahudi asaletine inanan ilkel beyinler tarafından kabul edilmemiş; sayısız çilelere katlanmış ve nihayet mucizevî bir olayla dünyadan ayrılmıştır.
Ve O’nun gelişini müjdelediği Hz. Muhammed (aleyhisselâm)!..
Dünya’ya ve ölüm ötesine dair hiçbir gerçeğin eksik bırakılmadığı bir kitabı, insanlığa sunan Zât!..
Gerçek yaşamın dünya hayatı değil, ölüm ötesi ebedî yaşam olduğunu bütün yönleri ile açıklayan; ölüm ötesi yaşamın bütün aşamalarını teferruatıyla tarif eden eşsiz insan!..
Allâh’ın hükmü ve takdiri sonucu 1400 sene öncesinin çöl toplumu içinde dünyaya geliyor ve onlara hitap etme mecburiyeti içine, insanlığa gerçeğin mesajını ulaştırma görevini yükleniyor.
İlâhî seçim ve takdir sonucu, geleceğin getireceği tüm gerçekleri göreceksiniz ve geleceğin sayısız tehlikelerine karşı insanlığı uyarmak görevini yükleneceksiniz. Ne yazık ki insanlık sizi anlama basîretinden son derece uzak olacak!..
Gerçekleri anlatmaya kalksanız, akıllar-hafsalalar sizi değerlendiremeyecek ve sizi inkâra gidecekler!..
Anlatmaya çalıştınız!.. Akılları reddetmesin, hafsalaları isyan edip mahrum olmasınlar diye meselelere ancak misal yollu, mecaz yollu, benzetme yollu yaklaşıp, geleceğin tehlikelerinden söz edeceksiniz!.. Ve buna rağmen inkâr edileceksiniz!..
Mecnun, deli diyecekler!..
Büyücü diyecekler!..
Cinler zaptetmiş, onlar konuşturuyor diyecekler!..
Siz insanlığın içine gitmekte olduğu ateşi görüp, onların kendilerini, tedbir almayarak ateşe atmalarından büyük üzüntü duyacaksınız; onlar ise sizinle alay edecekler!..
Acaba kim katlanabilir böyle bir olaya...
Ve bırakın o günküleri bir yana...
Acaba bizler, fark edebildik mi gerçekleri 2000 yılının eşiğinde?
İlmin tüm verilerine rağmen!.. Rasûl-ü Ekrem’in 1400 yıl öncesinden bizi uyarmak için elinden geleni yapmasına rağmen!..
Bizim anlayışımıza göre, insanlık 2000 yılının eşiğinde olmasına rağmen, el an, Hz. Muhammed’den önceki, gerçekleri görememe devrini yaşamaktadır.
Din nedir?..
Din niyedir?..
Allâh Rasûlü’nün ortaya koyduğu, uyulması gerekli, ya da zorunlu kuralların sebebi nedir?
Din sadece bir inanç olayı mıdır?..
Dinin bilimsel bir temeli var mıdır?..
İnsanlık niçin dini tatbik mecburiyetindedir?..
Evet, şimdi, İslâm Dini’nin temelinde yatan bir kısım bilimsel gerçekleri; ve “Niçin Din?” sorusunun cevabını dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışalım.
AHMED HULÛSİ
1986