Duygu ve Akıl
Savunma ve yönlendirme mekanizması ile akıl nasıl bir çalışma düzeni içinde?.. Herhangi bir yanlış uyarısına karşı, tepkimiz nasıl ve neden oluşuyor?.. Neden çocuğumuz veya eşimiz bir yanlış söylendiğinde hemen şiddetle savunmaya geçiyor?.. Bütün bunlar nasıl oluşuyor?..
Ne psikolog ne de psikiyatri uzmanı değilim…
Ancak konu bana sorulduğunda, olayı şöyle yorumladım üç paralık aklımla…
Beyin bir bütün… Ne var ki bu bütünün çalışmasını iki ana bölümde değerlendirmek zorundayız, konuya açıklık getirebilmek için...
Beyinde, farkında olduğumuz fikir faaliyetleri var; farkında olmadığımız fikir faaliyetleri var…
Bunları ikiye ayıralım…
Üst bilinç diyelim; düşünerek, akıl yürüterek, mantıkla değerlendirme yaparak ele aldığımız konu hakkındaki faaliyetlere…
Alt bilinç diyelim; biz farkında olmadan çeşitli fikirler üreten beyindeki veritabanımıza…
Alt bilinç adını verdiğimiz -bilinçaltı da denilen- fikir üreten ve duyguları oluşturan veritabanımızın kaynakları birkaçtır.
Genetik yoldan bize intikâl eden sevgi, korku, kıskançlık, doğal savunma güdüsü vs. gibi bizden öncekilerin bize gönderdiği veriler…
Doğum anından itibaren çevrenin beyin dalgalarının beynimizde yaptığı açılımlar…
İçinde yaşadığımız toplumun bizi şartlandırmaları…
Okuduklarımız, seyrettiklerimiz ve iletişimde olduklarımızdan bize yansıyan ve alıp kabullendiğimiz değerler…
Ana hatları ile işte bunlar bizim beynimizin veritabanını oluşturmakta.
Üst bilinç ise, alt bilincin bunlardan elde ettiği sonuç yanı sıra, evrensel gerçekler kriterine göre belli bir sistematik içinde değerlendirme yapan akıl…
Akıl; dıştan, bizim farkında olarak ve üzerinde değerlendirme yaparak bir sonuç çıkarttığımız olayları irdeleme özelliği.
Bu özellik belli bir sistematik kullanıyorsa, buna “mantık” adını veriyoruz.
Sistematik değerlendirmeden yoksun fikir zincirine ise “mantıksızlık” ismini takıyoruz.
Yaşamımızın çok önemli bir kısmı genellikle, alt bilinç yönetiminde geçip gidiyor…
Hayvanlardaki güdüsel davranış biçiminden farkımız, onlarda fikrî potansiyelin olmayışı.
Dünya’nın neresinde, hangi toplum içinde var olursa olsun, tüm insanlar bu temel alt bilinç yapı ile var olurlar.
Bu alt bilinç aynı zamanda “kişinin şeytanı” diye de tanımlanır. Alt bilincin üretimi olan fikrî faaliyetin kaynağı, zekâdır.
Bunu kontrol edebilen mekanizma ise üst bilinç yani akıldır.
Bir insan, tüm dünya yaşamını “zekâ”sı ile geçirebilir ve kurtarabilir.
“Mantık”, zekâ tarafından da kullanılır; akıl tarafından da…
Kişide akıl varsa ve akılla yaşıyorsa, ölüm ötesi yaşamı düşünme ve evrensel düşünceye açılma kapasitesine sahiptir.
Bununla ölüm ötesi yaşam gerçeğine göre kendisine bir rota çizer ve ona göre fiiller, davranışlar ortaya koyar.
Zeki bir insan ise, dünyasını en iyi şekilde yaşamak için ne gerekiyorsa, mantığı o yolda kullanır ve çok iyi konumlara da ulaşabilir; senaryodaki rolü uygunsa.
Bana sorulan şu idi…
“Niçin çocuğuma ya da eşime bir yanlışını düzeltmek için bir şey söylediğim zaman, hemen savunma kalkanını kaldırıyor; söylediklerim kendisine ulaşmadığı gibi, üstelik bir de azarlanıyorum?”
Anlayın ki, esasen bu savunma kalkanını kaldıran kişi, bunu bilinçli olarak yapmıyor. Yani, seni dinleyip, söylenilenleri akıl ile mantıksal olarak değerlendirip ondan sonra cevap vermiyor,dedim.
Sana gelen tepki, o kişinin alt bilincinin zekâ yollu kendini savunma mekanizmasındandır!
Kişi, küçüklüğünden itibaren veya genetik yoldan, o konuda belli sâbit fikirler edinmiştir. Bunun neden öyle olması lazım geldiği yolunda belli bir tefekkür sonucu oluşmuş düşüncesi bile yoktur.
Ancak ne var ki sonuçta, sana karşı çıkarak kendi varlığını ve YERLEŞİK kişiliğini devam ettirme fikri, onda doğal savunma mekanizmasını harekete geçirir. Hatta birçok zaman, aceleyle söylenene karşı çıkarken, zekâsını da yeterince çalıştırıp mantığı devreye sokmaz bile!
İşte bu durumda mantıksız söylemlerle savunma kalkanı kalkar ve hatta bazen sözle saldırı silahını bile kullanır kendi kişiliğini korumak amacıyla…
Alt bilincin, “kişinin şeytanı” olması da şu yöndendir…
Beyin veritabanındaki yerleşik bilgiler; ya genetik kanaldan ya da çevreden, şartlanma yollu, sorgulanmadan ve hatta farkında bile olunmadan yerleşmiş verilerdir.
Kişi, bunlara ters düşen bir gerçek ile karşılaştığı zaman, önce ilk reaksiyon olarak onu reddeder. Çünkü zekâsı, korunma ve elindekileri koruma dürtüsü doğrultusunda, onu reddetmeyi gerektirecek şekilde çalışır. Sisteme dayalı gerçeklere göre değil, kendi veritabanına göre geleni değerlendirir zekâ!
Bunun sonucunda da, gelen veri sorgulanmadan, akıl ile yaşam gerçeklerine göre ölçümlenmeden hemen red oluşur.
Bu durumda kişi, içinde yetiştiği ortamın yaşam tarzına veya kendisini şartlandıran toplumun değerlerine ters düşen bir fikir ile karşılaştığı zaman, o fikir kendisine çok büyük manevî kazançlar sağlayacak olsa bile, kendindekileri koruma amacıyla konuya karşı çıkar! Böylece de o gerçekten mahrum kalır... Yani, kişinin şeytanı devreye girmiş, onu, o güzellikten mahrum etmiştir.
Alt bilinç, veritabanı itibarıyla, akıl tarafından kontrol edilemiyorsa; kişi, yaşamını mutlaka kendisini güden bu veritabanı doğrultusunda yönlendirecektir.
Bu yüzden de Rasûller ve Nebiler genelde red görmüşlerdir! Çünkü onlar evrensel gerçekler doğrultusunda insanları uyarmışlar; onların bu gerçeklere göre yaşamlarına yön vermelerini tavsiye etmişlerdir.
Buna karşın, annesine itiraz eden kızın ya da Rasûle itiraz eden kişinin bu itirazı, kişisel çıkarını korumak isteyen alt bilinç tarafından oluşturulmuştur.
“Şeytanımı müslüman ettim” ifadesinin anlamı, “Alt bilincimi, evrensel gerçekler doğrultusunda kontrol altına aldım”dır!
Kişinin çektiği tüm manevî azap ve ızdırablar, pişmanlıklar; hep alt bilincin dürtüsü doğrultusunda ortaya konan davranışlar sonucudur.
İmanın taklidi olmaz; fakat İslâm Dini’nin gereği olarak teklif edilen fiillerin takliden yapılması mümkündür. Aklı olmayanın imanı olmaz!
İman; üst bilincin, evrensel gerçekleri mantıksal bütünlük içinde değerlendirmesi ile Sistem ve düzenin Yaratıcısını kabullenmektir!
Rasûl; bu evrensel gerçeği özünde ve üst bilincinde fark edip; özünden gelen hakikat doğrultusunda insanları uyarandır!
“Tanrı”yı ötede, galaksinin bir köşesinde kabul eden Göktürk anlayışının uzantıları; melekleri de onun yanından Dünya’ya gönderilmiş obje veya nesne olarak tahayyül ettiler!
“ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”in tek evrensel gerçeğin Yaratanı olduğunu fark edenler ise, O’nun KUDRETİNİN BÖLÜNMEZLİĞİ dolayısıyla, “RUH” adlı meleğin, tüm yaratılmışların hakikatini oluşturduğunu kavrayarak; bunun da ötesinde, Cebrâil’in uzayda bir yerden gelmediğini idrak ettiler!
“Azrâil” ismiyle işaret edilen “kuvve”nin, tüm yaratılmışların varlığındaki bir melekî katman(?) -veya boyut- olduğunu ise pek çokları anlamadan geçip gitti!
Alt bilinç tarafından üretilen fikirlerin, beyinde belirli hayal sûretleri oluşturularak üst bilinç tarafından değerlendirildiğini; bu yüzden, insanın, varoluşundan ebede kadar, hep hayal içinde yaşayacağı gerçeğini ise pek az insan fark etti!
Sonuçta…
Kimi, alt bilincin çıkarları doğrultusunda ömür tüketirken, bazıları da buna ek olarak imanın lafıyla kendini avutarak yaşayıp; bu dünyadan zeki bir birim olarak çekip gitti!
Kimi de, üst bilincini kullanarak “iman”ı değerlendirip, o gerçeklere göre yaşamını düzenleyerek gerekenleri yapıp dünyasını değişti.
Sistem de, mazerete yer yoktur!
Sistemde, telâfi etmek yoktur!
Sistemde, aklı olmayana, dışarıdan “akıl” vermek mümkün değildir!
Sistem ve düzen içinde, pek çokları “insan” etiketi altında yaşadı ve geçti; ardlarından, “Sürüden birini daha kestiler ötekilere yem olsun diye” dediler!
AHMED HULÛSİ
24.6.1999