Salâvat ve Ayna Nöronlar
Bugüne kadar yazmadığım bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum… Ama önce şu biline…
Acelem yok!
En kötü ihtimalle, birkaç yıl içinde, belki de dünyamı değiştirdikten sonra kesinleşecek…
İnsan beyninin, İngilizcede “wave” denen “dalga” yapılı kendi “RUH”unu ürettiği…
Her beynin, kendi parmak izini, yani “özel şifresini” taşıyan ruhunu ürettiği kesinleşecek; bundan dolayı da, reenkarnasyonun mümkün olmadığı, yani ölümü tatmış kişinin tekrar yeni bir bedende dünyaya gelmeyeceği gerçeği netleşecek.
http://en.wikipedia.org/wiki/Brain_fingerprinting
1972 yılında yayınlanan “Ruh İnsan Cin” isimli kitabımda ilk defa yazmıştım her insan beyninin kendi özel şifresiyle kendi ruhunu ürettiğini; “insan” denen “bilinç” yapının, beyinle iletişimi kesildikten sonra, “ruh” adı verilen “dalga” bedenle (ruhu nûrânî), yaşamına değişik boyutlarda, çeşitli aşamalardan geçerek hep ileriye doğru devam ettiğini...
Yeryüzüne gelmiş en muhteşem insan Allâh Rasûlü Muhammed Mustafa’yı, Orion yıldızında oturan tanrının peygamberisananlar; insan ruhunun da, oradaki ruhlar âleminden kanatlı meleklerle getirilip ceninin içine sokulduğunu tasavvur etmekteler…
Evrensel boyutlardan, Galaksi içinde Dünya’nın yerinden ve dahi Dünya üstündeki insan bedeninin ölçütünden habersiz, kozası içinde yaşamakta olanlar; elbette ki, Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın Kur’ân ile açıkladığı, hâlâ değeri fark edilememiş işaret, sır ve bilgilerden de mahrumdurlar!
Bilelim ki, “RUH”, bir anlamı itibarıyla varlığın varoluş özellik ve amacıdır (“sen bu işin ruhunu kavramamışsın” cümlesi örneğinde olduğu gibi)... Diğer anlamı itibarıyla da, beynin ürettiği “dalga”ların oluşturduğu “bilinci” ihtiva eden beden mânâsınadır.
“Ruhumdan nefhettim” işaretinin anlamı ise…
“Üflemek” anlamına gelen “nefh”, ciğerdeki havanın dudaktan açığa çıkarılması anlamında olduğuna göre; kişinin hakikatini oluşturan Allâh isimlerinin işaret ettiği özelliklerin, kişinin içinden-özünden-derûnundan “irsâl olup”, gelip(?) beyinde açığa çıkarılışını ifade etmektedir.
Yoksa, yukarıdan üfleyen dudaklı bir tanrı mevcut değildir bazılarının sandığı gibi!
Esasen yazmak istediğim konu bu değildi… Ama kalem, geçerken uğradı buraya…
Ana konumuz, “bilgi”!
Kozmik okyanus, gerçekte “dalga” hareketinden başka bir şey değil! Bir diğer deyişle, “bilgi” hareketliliği ve akışından başka bir şey değildir evren içre evrenler!
Her şey, bir “bilgi dalgacığı”…
“Hiçbir şey hariç olmamak üzere her şey O’nu anar, ama siz bunu kavrayamazsınız!” hükmü apaçık dalga-bilgi bütünlüğünün uyarısıdır! Çünkü, her şey “can”lıdır, “ölü” yoktur! “Ölü”, “canlılığını yaşamayan” demektir. “Can”, “bilgi”dir! “Can” mutlaktır; “ölü” ise göresel (muzaf)!
“Bilinç” ise, “bilgi”den başka bir şey değil!
Bir düşünün bakalım… Bilinciniz ile bilginizi ayırabilir misiniz?
“Ben” dediğiniz şey, gerçekte “bilgi”den başka bir şey değildir!
Evrendeki her şey aslında çok boyutlu “TEK KARE” bilgiden ibaret olmasına rağmen; algılayan bilgi birikimlerinin algılamalarına GÖRE çok kareler olarak kabul edilmektedir. (İlim sıfatının açığa çıkışıyla var olan ilmî sûretler!)
Her an sürekli etkileşen, gelenlerle her an yeni bir hâl, yeni bir şan alan “bilgi” birikimlerinin oluşturduğu “dalga” okyanusu!
“Bilgi” ve “dalga” aynı şeyin algılayana göre iki ayrı değerlendirilişi! Sûreti itibarıyla “dalga”; mahiyeti veya muhteviyatı itibarıyla “bilgi”!
Bedeni ve beyni oluşturan da, gerçekte, “bilgi”den başka bir şey değildir!
Bilgi, Rasûlullâh’ın “Allâh” ismiyle işaret ettiğinden açığa çıkan, evren içre evrenler sûretinde algılanan, “nefh” olmuş “nefesi Rahmân”dan başka bir şey değildir!
Nokta, “ilmi ilâhî”dir.
“Bilgi”, Allâh isimleri diye geçmişte açıklanmış olan özelliklerin mânâ sûretleridir.
Algılayanın, algılama kapasitesini oluşturan “bilgi” birikimine GÖRE, algılanan varlık ve kapasiteler söz konusudur.
Varlıktaki tüm oluşumlar, tüm birimlerde, kendi noktalarından dışa doğru açığa çıkmaktadır; bilgi birikimleri oranında ve getirisine göre!
Her yazı veya resim, gerçekte, nasıl ak kâğıt üzerinde yan yana gelmiş noktalardan oluşmuşsa; tüm varlığı, tüm boyutları ve katmanlarıyla meydana getiren ve her an yeni bir şan alan “bilgi” de “tek kare” resmi öylece meydana getirmiştir.
Bu yüzdendir ki her insan, kendi “nokta”sının oluşturduğu “bilgi” kozasında yaşar; kâh mutlu kâh mutsuz bir hâlde! “Bilgi”sinin sonucu olarak!.. “Sünnetullâh” gereği…
Beyin sağlığı, insan için yeryüzünde en büyük nimettir. Beyin, “bilgi” yumağıdır, hazinesidir!
İnsan yaşamındaki her şey beyinden açığa çıkar! Beyin, insandır! Beyin nakli yapılsa dahi hiçbir şey değişmez; beyin kendi kişiliğiyle yaşar çünkü! İşe yaramadığı için çıkarılan beynin yaşamı bitmiş ve onun ürettiği kişilik madde dünyasından kopmuştur artık!
Beyin, aklı kısıtlıların sandığı gibi “et parçası” değildir!
Bugünün bilimi, daha beynin ne olduğunu çözememiştir… Beyin hakkında bildiklerimizle, okyanus kıyısında dizine kadar denize giren insanın konumundan farklı yerde değiliz.
DNA’ların “bilinçli bilgi birikimleri”nden başka bir şey olmadığını yeni fark ediyoruz.
Nöronların ya da DNA’ların “dalga”larla değişik veritabanları oluşturduklarını yeni yeni fark ediyoruz! Beynin biyokimyasının, biyoelektrik yapı tarafından yönlendirildiğini daha dün fark ettik…
Enzimlerin dahi “can”lı ve “bilgi”li olduğunu hayretle fark ettik!.. Her hücredeki binlerce enzimin her birinin özel görevi olduğunu şaşkınlıkla izlemeye başladık… Örneğin, DNA’yı kesen enzimler var. Bunlar DNA’daki belli dizilimleri tanıyor, oraya bağlanıyor ve bir makas gibi DNA sarmalını o noktadan ikiye ayırıyorlar… DNA’daki “bilgi”, proteinde bir “aksiyon”a dönüşmüş oluyor… İşte böylece, DNA’daki “bilgi” enzimde “can” olarak ortaya nasıl çıkıyorsa; enzimlerden oluşan vücutta da, daha farklı bir düzeyde “Can” ortaya çıkıyor!.. “Bilgican”ı izliyoruz derin düşüncelere dalarak!
Öte yandan beynin, dışarıdan dalgalarla değişik işlevlere yönlendirilmesi (mind control) olayını daha yeni yeni kavramaya ve görmeye başladık.
Günümüzün “dünde yaşayan bilgi birikimlerinin”, bunları algılaması veya kabullenmesi elbette ki çok zor!
Bundan 30 yıl evvel bir dileğim vardı… İnsanlık uzaya para saçacağına, beyni tanımaya (neuroscience’a) bu yatırımı yapsa diyordum… Bugün bu gerçekleşiyor… Bu yolda çok önemli çalışmalar yapılıyor…
“Zikir” diye işaret edilmiş “beyinde kavram tekrarı” şeklindeki çalışmanın, yukarıdaki tanrıyı hoşnut etmek için değil, insan beynindeki farkında olmadığımız özelliklerin ortaya çıkması için tavsiye edildiğini yazdığım zaman; çağlar öncesi anlayışı günümüzde tekrarlayanların şiddetli karşı çıkışlarına maruz kalmıştım...
Beynin aldığı ve yaydığı mikrodalgalardan söz ettiğimde, “Beyinde mikrodalganın ne işi var; mikrodalga fırınlarda olur, mikrodalgada beyin pişer” diyen bilgi sahipleri(!) tarafından eleştirilmiştim… Bugün, internetteki, beynin mikrodalga alışverişi hakkındaki yazıları toplasam kamyon dolar!
Dedim ya, acelem yok!
Şükrederim, Rabbim’in açığa çıkarttıklarına!
Bilim dünyasının buluşları, her geçen gün, yazdıklarımı bir kere daha haklı çıkartıyor.
Kilitlenmiş beyinler dışında kalan, yeterli bilgi sahibi beyinler, bir gün gelecek Kurân’ın kıyamete kadar geçerli tek bilgi kaynağı olduğunu, Allâh Rasûlü Muhammed Mustafa’nın yeryüzüne gelmiş en muhteşem beyin ve “ruh” olduğunu tasdik edeceklerdir.
Çünkü zaman içinde, Kurân’daki işaret yollu anlatımların neye işaret ettiğini fark edecekler ve böylece de Kur’ân-ı Kerîm adını taşıyan BİLGİ kaynağının kodlarını çözerek gerçekleri göreceklerdir.
Rasûlullâh’ın “Nokta”sından “Arş”ına, oradan da melekî kuvveler ile beynine ve dolayısıyla bilincine inzâl (inzâli) olan Kur’ân-ı Kerîm; “nokta”dan açığa çıkması sebebiyle, tüm “Evrensel Sistem ve Düzen”in işleyiş mekanizmasını, “Sünnetullâh” ismiyle işaret ederek anlatır. Zira her birim, kendi “Nokta”sının projeksiyonu olarak vardır ve hepsi aynı Sistem ve Düzen’e tâbidir!
Önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, gökten, uzaydan bir yerden ciltli veya ciltsiz kitap veya sayfalar inmemiş; Rasûl veya Nebilerin hakikat “nokta”larından bilinçlerine “bilgi” inzâl (inzâli) olmuştur.
Bilgi, aynen bilinçtir! Bilgi ile bilincin ayırt edilmesi asla mümkün değildir!
“Unutulan veya hatırlanmayan bilgi dolayısıyla bilinç de mi ortadan kalkıyor?” diyenlere deriz ki, bilgisiz bilinç olmaz! Bilinç dendiği anda ortada bilgi vardır. Bilgi, bilincin sûretidir! Bilinç, bilginin benliğidir. Kısacası, ikisi aynı şeydir.
Bu yazımda esas üzerinde durmak istediğim konu ise, yukarıda anlattıklarıma bağlantılı olarak, RASÛLULLÂH (aleyhisselâm)’a “SALÂVAT” okumak konusudur.[1]
Şimdi Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a salâvat getirmenin ne demek olduğu hakkındaki bazı düşüncelerimi yazmaya çalışayım...
Biz, “din adamları” gibi düşünmüyoruz, “ÖLÜM ve ÖLÜ” konusunda!
İnancımız, onlarınki gibi değil!.. Ölüp, toprak olup, yok olup, sonra kıyamette yeniden topraktan dirilmek gibi bir anlayışta değiliz! Götürülüp yukarıdaki bir tanrının huzuruna çıkmayacağız! İki kefeli ya da dijital terazi kullanan bir tanrıya inanmıyoruz biz!
Kur’ân-ı Kerîm’den anladığımıza ve Rasûlullâh’tan bize intikâl eden bilgiye göre…
“Her bilinç (nefs) ölümü TADAR!” (3.Âl-u İmran: 185)
Bilinç ölmez; ölümü tadar!
Ölümü tadan, bu tadıştan sonra da yaşamına devam eder…
“Ölüm”, bilinç ruh bütünlüğünün beden beyinle ilişkisinin kesilmesi anlamınadır! Bunun detaylarını, “İNSAN ve SIRLARI” kitabımda “ölüm” bahsinde anlatmıştım; isteyen o bölümü web sitemizden inceleyebilir…
Burada anlatmak istediğim husus daha başka…
Şu an var olan bilinç, ne kadar gerçekleri fark etmişse, beynin işlevini kaybetmesiyle birlikte, onun ürettiği “ışınsal” (nûrânî) bedende yaşamına kesintisiz olarak devam eder…
“Dünya’da âmâ olan sonrasında da âmâdır” hükmünce, ölümü tatmadan önce gerçeği görememiş kişi, beyinle ve dolayısıyla bedenle ilişkisi kesildikten, yani ölümü tattıktan sonra da ebediyen gerçeği göremez!
Buna karşın, Dünya yaşamındayken gerçeği görüp bunun sonucunu yaşamış bilinçler, ölüm sonrası, yani beyin ötesi yaşam boyutunda, gerçeği yaşamanın getirisi kuvvelerle, “Kabir âlemi” diye isimlendirilmiş, “Berzah” da denilen boyutta yaşamlarına devam ederler.
İnsanların bir kısmı, çağlar öncesinde, “her şey maddedir” diyor; bazıları da “bir de ötelerde uzayda bir yerde maneviyat âlemi olabilir” görüşünü savunuyordu… Oysa günümüzde, bilimsel temeli olan çevrelerde, bu iki âlemin birbirinden ayrı iki mekân olmayıp; algılayanın algılamasından doğan, aynı tek yapı olduğu fark edilmeye başlandı.
Dolayısıyla, kişinin, bedeni ve beyni itibarıyla madde diye kabul edilen boyutta iken; bilinci ve ruhu (ışınsal dalga bedeni) itibarıyla da maneviyat âleminde yaşamını sürdürdüğü konunun ehilleri tarafından fark edildi.
Bugün batıda sayısız araştırma ve yayın var; insan beyinlerinin yaydıkları “dalga”larla birbirlerini etkilemeleri, yönlendirmeleri hakkında.
http://www.youtube.com/watch?v=93p7oDkA5WA
İnsan, yeryüzünde “halife” ise; Kur’ân-ı Kerîm’e göre…
İnsan beyni, “ALLÂH” ismiyle işaret edilenin sayısız isimlerle işaret edilen özelliklerinin “nefh” olmasıyla oluşmuş bir kuvveler merkezi ise, bedende…
Nihayet, insan beyni, her an aldığı ve yaydığı, her biri bir bilgi ihtiva eden “dalga”larla tüm çevresiyle iletişim hâlindeyse…
Avam diliyle, “ölü olmayan”, Nebi ve Rasûllerle de iletişim mümkün değil midir?
Bu iletişimi hemen karşılıklı iki insanın konuşması gibi anlamayın sakın!
Beyinler çeşitli frekanslara açık alıcı-vericilerdir, tıpkı çeşitli frekanslara açık radyo alıcıları gibi… Dolayısıyla o beynin alıcı frekanslarına uygun dalga yayan, hiç tanımadığı kişilerden gelen dalgaları da alırlar farkında bile olmadan… Sonra da “Aklıma geliverdi” derler! Nereden?!!
Burada, konuyu bilen kişilere, “mirror neurons”-“ayna nöronlar” işlevini hatırlatalım…
Asırlar öncesinde, “ayna nöronlar” işlevinin insanlardaki açığa çıkışına şöyle işaret edilmiştir toplumlar tarafından:
“Üzüm üzüme baka baka kararır”!
Evet, beraber olduğunuz kişilerin veya içinde bulunduğunuz toplumu oluşturan beyinlerin yaydıkları “dalga”lar sizin beyninizde akis bulur ve o yönde programlanmaya tâbi tutulursunuz. İyi veya kötü… Toplumsal cinnet veya toplumsal huzur nasıl oluşuyor sanıyorsunuz?
Bu olayda olduğu gibi beyin ayrıca, yöneldiği kişiyle de iletişime girebilir. “Telepati” de derler bunun bir türüne…
Evet, bir diğer deyişle, yöneldiğiniz yapı tarafından beyniniz yönlendirilir; siz hiç farkında olmadan.
İşte beyindeki bu özellik dolayısıyla…
Rasûlullâh, kendisine inananlara çokça “salâvat” getirmelerini tavsiye etmiştir.
“Muhakkak ki Allâh ve melekleri, Nebi’ye salât eder... Ey iman edenler, siz de O’na salât (yönelin) edin ve teslimiyet ile selâm verin!” (33.Ahzâb: 56) uyarısı işte buna işaret eder.
“Allâh ismiyle işaret edilen, tüm varlığı yaratan hakikatin “Nokta”sındaki varlığı; ve O’nun isimlerinin özelliklerinin açığa çıkışı olan melekî kuvveler, “Nübüvvet” dediğimiz sistemin gerçeklerini, “Sünnetullâh”ı okuma hâline yönlendirir O’nu… Siz de O’na yönlenerek, O’ndan yayılan bu frekansı alıp, “ayna nöron”larınızın bu “dalga”ları (gelen yayını) değerlendirmesi suretiyle selâmete erin” denmektedir belki de Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyette! (Özden gelen bilginin bilinçte açığa çıkması için oluşan işlev=yusallune)
İşte bu yüzdendir ki, kişi, Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a ne kadar çok yönelir ve O’nu ne kadar çok anarsa, O’na salâvat getirirse, o nispette O’nun ruhuyla, bilinciyle bağlantı kurup, o yayın kanalından kendisine bilgi akmaya başlar; kapasitesi kadarıyla da bu gelen bilgiyi değerlendirir.
Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’dan gelen “bilgi” ile “Sünnetullâh”ı daha iyi fark ederek sistemin gerçeklerini idrak etmeye başlar ve yaşamına bu gerçeklere göre yön verir. Bu da geleceğinin selâmet olmasını sağlar.
Esasen bu olay, sadece O’na mahsus bir olay değildir; bu bir sistemdir! Bir tür mekanizmadır! Beynin sayısız işlevlerinden biridir.
Kişiler, yaşayan veya boyut değiştirmiş kapsamlı ve kuvvetli bilinçlere (ruhaniyet sahiplerine) yöneldikleri zaman, o kişiden gelen dalgayı hiç fark etmeden alırlar ve “ayna nöronlar” ile bir şekilde değerlendirirler… Bu hayli geniş bir konudur. Maneviyat ehlinin, kendilerine yönelenlere bilgi aktarışı da bu yoldandır. “Râbıta”nın aslı da buna dayanır. “Murakabe” ise kişinin kapasitesine göre kendi derûnuna, “nokta”sına açılımıdır.
Elimden geldiğince her an ve her alanda en son bilgileri takip etmeye çalışıyorum ki, Rasûlullâh’ın getirdiği verileri deşifre ederek, “Sünnetullâh”ı daha iyi anlayabileyim… Anlayışı sınırlı insanların oluşturduğu, gök tanrılı gökten inme din anlayışından korunabileyim!.. “Allâh” adıyla işaret edileni daha iyi tanıyabileyim…
Zira, tanrılık kavramından münezzeh “Allâh” adıyla işaret edilenin “Zât”ını kavramak imkânsızdır! O, ancak açığa çıkarttıkları kadarıyla seyredilebilir…
Bunun da yegâne yolu ilimdir!
“İlim-irade-kudret” üçlüsünün eseri ise “bilgi evreni”dir. Bu evrendeki varlığın, bilgin; kendini tanıyıp ne olduğunu fark etmen kadardır!
Beyin ve bilgi konusunda yazılacak daha çok tespitlerimiz var amma… Bu kadarı bile…
Neyse…
Sürçü lisan ettiysek, haddimizi aştıysak affola…
AHMED HULÛSİ
22 Aralık 2006
[1] “DUA VE ZİKİR” isimli kitabımda “Rasûlullâh’a Salâvatlar” bahsinde bu konunun önemi üzerinde durmuştum.