Sayfayı Yazdır

Sisteme Dair Açıklama

İSLÂM” kitabının “Materyalist Müslümanlık” bölümünde yazdığımız bir paragrafın bir hayli zor anlaşıldığı bize ulaştı... Bu konuyu detaylı bir şekilde “TEK’İN SEYRİ” isimli kitabımızda yazmamıza rağmen; içinde yaşadığımız SİSTEME dair bazı bilgileri ihtiva etmesi sebebiyle, aşağıdaki bölümü bu kitaba eklemeyi uygun gördüm...

“Beynimiz; zaman ve mekân kavramlarının ötesinde, derindeki bir varlığın hükmünün, başka bir boyuttan gönderdiği projeksiyonların girişim frekanslarını, matematiksel olarak değerlendirerek, gördüğümüz yapılara dönüştürücüsü…”

Zaman ve mekân kavramlarını ortadan kaldırıp, bir yana koyalım!

“Derindeki bir varlığın hükmünün” yani senin varlığının özündeki ana varlık, bize göre mutlak varlık!

Senin geçici, vehmî, göresel, bireysel varlığına “ben” diyorsun ya... “Bir Ben var ya, benden içeri!..” Hepimizin özündeki ortak Ben, Mutlak Ben; bu derûnumuzdaki Ben!..

Bir, ben var, sen var, o var!.. Bir de, ben, sen ve onun özündeki ortak “Ben” var!..

Beyin, mutlak Tek Ben’in hükmünün başka boyuttan gönderdiği projeksiyonların girişim frekanslarını yani O Ben’in kendi boyutundan gönderdiği projeksiyonların girişim frekanslarını; yani O Ben’in ortaya çıkmasını istediği görüntüleri, mânâları, mânâları ihtiva eden frekansları, matematiksel olarak değerlendirerek, gördüğümüz yapılara dönüştürür.

Beyin, her an Mutlak Tek Ben’in kendi boyutundan yansıyan frekansları değerlendirir.

Mânâsını bir türlü anlayamadığımız bir cümle var... Dikkat edin!.. Hazmedemediğimiz demiyorum, anlayamadığımız diyorum!

Nasıl, duşa girdiğimizde üzerimize dökülen su akıp gidiyor ise; üstümüzden akıp giden su gibi, beynimizden de akıp giden bir cümle var!.. Üstümüzden akıp giden suyun, hücrelerimize nüfuz eden miktarı ne kadarsa, bu cümlenin mânâsı da, beynimizde o kadar yer ediyor; ya da hiç etmiyor!

Nedir bu cümle?..

“Allâh, her bir insanı, bir gaye, ve bir amaç için yaratmıştır; ki kişi ancak, o yaradılış amacına uygun olarak kendisine kolaylaştırılmış davranışları ortaya koymak suretiyle, yaradanın yaratış hedefine ulaşır... Ki bu da onun fıtrî kulluğudur!..”

Eğer bu cümlenin mânâsı beynimizde yer ederse; bu cümlenin anlamını idrak edersek; bu anlamı hazmedebilirsek; bizde kızma ve sinirlenme, eksik, yanlış, kusur görme gibi hâller kalmaz!

Biliriz ki, o kişinin yaradılış amacı, senin yanlış dediğin, kusurlu bulduğun davranışı ortaya koymaktır!

Zaten, böyle bir davranışı ortaya koymak amacı ile yaratılmış bir kimseye, “Niye bunu böyle yapıyorsun?” demeye senin hakkın var mı?.. Sen böbrekten, kalp görevi yapmasını bekleyebilir misin?..

İşte bu tek cümle, Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığı SİSTEM ve DÜZENİN özü ve özetidir!..

“Allâh’a inanıyorum” diyen kişi, bu cümlenin mânâsını anlayıp, idrak edip, hazmedemediği sürece, taklidî imandadır!..

Bu mânâyı anlayıp, hazmedip, gereğince de yaşadığı zaman ise, tahkikî imana erer, imanın hakikatini yaşar.

Tasavvufla ilgilenen insanların ilk terk etmeleri gereken şey; kızıp sinirlenmektir!..

Çünkü, kızıp sinirlendiğin anda sen, Allâh’ı inkâr ediyorsun!..

Namazda başını secdeye koyuyorsun... Sonra da başını kaldırıp, “Ben seni tanımıyorum” diyorsun!.. “İnkâr ediyorum” diyorsun!

Kızıp sinirlenmenin manâsı, Allâh’ı inkârdan başka bir şey değildir! Çünkü, her birim kendi yaradılış programının gereğini ifa etmektedir... Sen ona kızmakla, yaratılırken ona verilen görevi yapmasından dolayı, onu suçlamış oluyorsun!..

Burada hemen Âdem (aleyhisselâm) ile Musa (aleyhisselâm) arasında geçen konuşmayı hatırlayalım!..

Ne buyurmuştu Rasûlullâh Efendimiz?[1]...

O birimi o programla yaratan; ve o görevi takdir eden Allâh, yanlış bir iş mi yapmış?.. Ne yaptığını bilmiyor mu?..

Evet!.. Biliyor!.. Bile bile böyle yarattı!.. O hâli yaşasın, belirlenen görevi ifa etsin diye yarattı... O hâlde, sen onu, yanlış, yersiz, kusurlu, hatalı görüp sinirlendiğin anda, O’nun “Allâh”lığını “Ulûhiyet” vasfını inkâr ediyorsun gerçekte!..

Bir soru da şu…

Rüyanın sistemdeki yeri ne?

Rüya konusunda görülenler nasıl oluşuyor... Ruh bedenden çıkıp bir yerlere mi gidiyor?

Genelde, astral seyahat denen şeyin aslı, beynin yaymış olduğu bir tür radar dalgalarının beyinde görüntü oluşturmasıdır.

Genelde, “Ruh bedenden çıktı, bir yerleri dolaşıp gördükten sonra, tekrar bedene girdi” deniyor.

Hayır!

Ruh bedenden çıkmadı ve bir yerlere gitmedi!

Bazı, kalp gözü açık dediğimiz keşif sahibi insanlar, beyinde mevcut radar dalgalarını bir mahale yönelterek, orayı algılıyor; ve bu arada beyinde bir görüntü oluşuyor.

Bu işin tekniğini bilmeyenler, “Ruhum bedenden çıktı, gördü, geldi” diyorlar... Ruhun bedenden ayrılıp gitmesi, diye bir olay yok aslında bu tür algılamalarda!..

Ruhun bedenden ayrılması iki yoldan mümkündür;

1. Mutlak ölüm ile,

2. “Fetih” hâli ile.

Bu iki hâl dışında, ruhun bedenden ayrılıp gitmesi diye bir olay yok!..

Ölmeden evvel ölme hâlini “Hakk-el yakîn” yaşayan “fetih” ehli kişiler hariç, diğerlerinin hepsi, “beyin radar dalgaları” sayesinde görür! Bu durum ya tasavvufta çalışmalar yapmış ve “Mardiye nefs” mertebesine ulaşmış kişilerde meydana gelir ya da “Nefsi Emmâre”de olmasına rağmen bazı kişilerde “zulmanî feth” şeklinde “istidraç” yollu olabilir[2]...

Beynin yaydığı radar dalgaları, “istidraç yollu” Dünya üstündeki madde boyutuna dönük olabilir... Veya “kerâmet yollu” Berzah âlemine dönük olduğu gibi, cennet ve cehennem boyutuna dahi dönük, olabilir! Hatta daha alt boyutlara da dönük olabilir... Bu tamamen beynin hassasiyetine, yani beyindeki açılım kapasitesine bağlı bir yetenektir!..

Mesela, rüyada melekleri görür bazılarımız!.. Çeşitli varlık sûretleri şeklinde, melekleri görürüz... Rüyada melekleri görmek ne demektir?

Melekler aslında, orijin yapı olarak sûretsiz ve şekilsiz varlıklardır. Ancak, meleğin işlevi ile bağlantılı bir frekansı vardır! Yani, melekler, belirli çok çok yüksek frekanslardır, titreşimlerdir! Ve, bu titreşimlerin ihtiva ettiği anlamlar söz konusudur.

Veritabanındaki veriler, bilgiler dediğimiz şeyler, belli frekanslardır.

Bu frekans, herhangi bir şekilde kişinin beynine ulaştığı zaman; beyin onu, kendi veritabanına göre tarar ve kendi veritabanındaki en yakın frekansa uygun şekilde değerlendirir, deşifre eder! Yani, o frekansa uygun, hayalî sûreti meydana getirir. Böylece beyinde belirli bir sûret oluşur.

Mesela, rüyada ağaç konuşur!.. “Ağaç konuşması” şeklinde algıladığın şey, esasında bir melek!.. Ağaç, meleğin, beyindeki veritabanına göre en yakın ya da uygun bir şekilde sembolize olarak deşifre edilip mânâlandırılışıdır!.. Bu mânâlandırılış, veritabanındaki tarama esnasında, o frekansın en yakını olan frekanstır.

Beyindeki veri levhaları, frekanslardır... Beyne ulaşan frekansa en yakın frekans, beyinde hangi anlam olarak tasavvur edilmişse önceden, ona uygun sûret olarak, o dalgalar beyinde açığa çıkar ve böylece rüyalar, semboller şeklinde görülmüş olur!

Bunun, bir basamak ötesi var...

Hz. Muhammed (aleyhisselâm) diyor ki:

“İNSANLAR UYKUDADIR, ÖLÜNCE UYANIRLAR!..”

İnsanlar, Dünya yaşamında iken uykudadır, ölünce uyanırlar!.. Peki, uykuda görülen şey, rüya değil midir?.. Bu durumda, demektir ki, bu Dünya’da gördüğümüz her şey, gideceğimiz ölüm ötesi yaşam boyutuna göre rüya hükmünde olacak, rüya olacak!..

Bu Dünya’da iken yaşadıklarımız, gördüklerimiz, ciddiye aldıklarımız, bir bakacağız ki rüyadan ibaretmiş!..

Peki, gerçekte bir rüya olduğu açıklanan Dünya yaşamı görüntüleri nasıl oluşuyor?..

Bu da, demin açıkladığım, melekî yapının beyindeki deşifresi ile aynı tarzda bir olay! Aslında ben, burada beynin çalışma sistemini anlatıyorum...

Bu anlattıklarım, dünyanın bir numaralı nörofizyoloğu, Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram ve ünlü fizikçi David Bohm’un “Beyin ve Evren” konusundaki görüşleri ile aynı... Bu iki dünyanın ünlü bilim adamı ile, bu konulardaki görüşlerimiz tamamen çakışıyor.

SORU: Herhangi bir objeyi, insanlar değişik şekilde görebilir mi?..

Beyne ulaşan frekanslar aynı ise, veritabanı da aynı ise tespitler de aynıdır, değişmez! Zaten, hepimizin objeleri aynı şekilde görmemizin, algılamamızın sebebi, algılama araçlarımızın eş değer kapasitelerde olmasından kaynaklanır.

Gözün görme sınırları, kapasitesi belli... Aynı ışınlar, bir göze de gelse, bin göze de gelse sonuç aynıdır. Hepsi aynı şeyi söyleyecektir! Çünkü, bin tane ayrı ayrı kapasitede göz yok! Tek kapasiteye sahip bin göz var.

SORU: Kırmızıyı, bir renk körü başka bir renk olarak algılıyor. Neden?..

Beyinlerde de fark var aslında... Bakın! Hem fark yok diyorum, hem var diyorum. Neye göre fark yok?..

Temelde, hammadde olarak iki beyin de aynı... Fakat, körün beyninde gözün geçirdiği o frekanslar gerekli açılımı yapmadığı için gören kişinin beyniyle, körün beyni arasında açılım yönünden fark var. Yani, beyne ulaşan veriler yönünden, beyinler arasında farklılıklar var. Beyin, veri birikimi ile belli bir kapasiteye ulaşır.

Sen anandan doğduğun zaman, beynin sadece genetik ve astrolojik verilerle oluşan veritabanına tâbi idi. Dünya’ya geldiğin andan itibaren sürekli şekilde yeni veriler yükleniyor.

Yeni doğan çocuk ilk anda birçok şeyi göremiyor, göz de değerlendiremiyor. Niçin?.. “Değerlendiremiyor” ne demek?..

Beyinde, onu değerlendirecek belli bir veri birikimi yok demek! Ancak beyinde mevcut olan şeyi açığa çıkartıyorsun; beyin veritabanında var olan kadarıyla kendindekini deşifre edebiliyorsun. Yani, genetik ve astrolojik etkilerden kaynaklanan bir tabanın, özelliklerin, hammadden var. Bu özellikler, kendi kendine açığa çıkmaz! Giren yeni veriler istikametinde bunlar açığa çıkar. Bir örnek verelim...

Mesela; güzeli seçme ve güzele yönelme...

Güzeli seçme ve güzele yönelme, beyindeki bir özellikten meydana gelir. Genetik özellikten veya beyinde astrolojik olarak Venüs tesirlerinin kuvvetli olmasından meydana gelir. Venüs tesirlerinden meydana gelen veya genetikten gelen, bu güzeli seçme özelliği, İran’daki bir insanda başka türlü, Amerika’daki bir insanda ise başka türlü bir gelişme gösterir, Afrika’dakinde ise daha başka... Yani, güzeli seçme duygusu ve arzusu başkadır, güzeli bulma olayı başkadır... Veriye göre değişir. Temelde, baz olan özellikler, genetik ve astrolojik tabanda vardır. Bunun açığa çıkması, daha sonraki, dıştan alınan verilere bağlı olarak meydana gelir kişide...

SORU: Cennet ve Cehennem ile yaşamları, birer frekans mıdır?..

Veritabanındaki veriler, bilgiler dediğimiz şeyler, belli frekanslardır. Veritabanı ne kadar geniş kapsamlı ise, o kişinin cennette duyacağı güzellikler, hazlar, zevkler de o kadar fazladır. Cennetteki mertebe farkı dediğim şey de, buna dayanır.

Onun için diyor ki, Rasûlullâh:

“Beşikten mezara kadar ilim tahsil et!..”

Çünkü, “ilim tahsil etmek” denen şey, senin beyninde mevcut olup, ruhuna da yüklenmekte olan veritabanını olabildiğince üst kapasiteye çıkarmandır... Ne kadar beynini geliştirebilir, ne kadar veritabanını arttırabilir, ne kadar ilim sahibi olabilirsen, yaşamın o kadar farklı olur...

“Ahmaklarla sohbet etmekten kaçının” denir!..

Kimdir ahmak?..

Anlayamadığını anlamayan!..

Niye kaçınmak?.. Çünkü, sana katacağı bir şey yok! Sohbet edeceğin, beraber olacağın insan, ilimce senin ilerinde, senin önünde olsun! Senin gerinde olan bir kişiye ise yalnızca bir şey verme amacı ile yaklaş!

Âhirete inanmayan kişi, nasıl para ve mal biriktirme peşinde koşarsa; akıllı insan da, ilim biriktirmek için uğraşır. Çünkü, ölüm ötesinde artık yeni ilim elde etme şansının olmadığını bilir! Ruhta ölüm ötesinde kapasite arttırma imkânı yok!.. İşte onun içindir ki;

“Beşikten mezara kadar ilim tahsil et!”; “İlim Çin’de bile olsa git al!..”; “Kendi önünde olduğunu bildiğin, senden daha fazla bilgili kimselerle beraber ol!” diye tavsiye ediliyor.

Faydalı ve faydasız ilim arasındaki fark şudur:

Ölümden sonraki yaşamda sana yararlı olacak ilim, yararlı ve faydalı ilim; ölümden sonraki hayatta geçerli olmayan ilim ise faydasız olan ilimdir!

Burada önemli olan nokta şu; “Faydalı olmayan ilimle uğraşma!..” demekten murat, bilgiye ulaşmamak, bilgiyi almamak değil! “Ölüm ötesi yaşam için yararlı değilse, onunla sâbitlenip, bloke olma!” anlamında... Veritabanına girmesinde fayda var. Çünkü, hiçbir şey lüzumsuz ve gereksiz olarak sana, senin karşına gelmez!..

Yaratılmış olanın başına gelen her şey, ona takdir olunan hedef ve programın bir parçasıdır! Gereksiz hiçbir şey yoktur sistemde! Sen yaratan tarafından hangi amaçla yaratılmışsan, onun gereği olan programla donatılmışındır; ve o programın gereği olan şekilde yaşayacaksın! Bunu da asla değiştiremezsin!

Kendimden misal vereyim...

Bir zamanlar, kendimi düşündüm... Yani, o zaman için, 15-18 yaşlarında iken, kendimi kafası bir hayli çalışan bir insan olarak düşünüyordum!.. Allâh, kafası çalışan bir insan olarak beni, niye Avrupa’da, Amerika’da gelişmiş bir ülkede dünyaya getirmedi de, İstanbul’da dünyaya getirdi?.. Beni, Mekke ve Medine gibi bir yerde de dünyaya getirmedi?.. Bunun hikmetini çok merak ettim!..

Uzunca bir zaman dilimi ertesinde, bu sorunun cevabı bana şöyle açıldı... Mekke veya Medine’de dünyaya getirseydi beni; dinin sembol, misal anlatımında, hikâyesinde kalan bir kişi olarak kalırdım... Batı’da dünyaya getirseydi, bu kez, bir Karl Pribram, bir David Bohm olurdum belki!!! Bir bilim adamı olurdum ama, Rasûlullâh’ın (a.s.) getirdiği o muhteşem ilimden mahrum kalırdım!

Ama, beni “şark ile garb”ın birleştiği bir çizgide var etmiş, yani İstanbul’da!.. Doğu ile Batı’nın kesiştiği öyle bir yer ki; ben, orada, hem doğunun, Rasûlullâh’ın (a.s.) getirdiği o muhteşem ilmin suyuyla sulanmışım; hem de batının bütün bilimsel, teknolojik gelişmelerinin izleyicisi olarak; sonunda ortaya bir sentezle ortaya çıkmışım! Hani, biraz daha doğuda veya biraz daha batıda dünyaya gelsem, bu sentezi muhtemelen oluşturamayacaktım!

Demek ki, Allâh, her birimi hangi amaç ve gaye için yaratmış ise, onu, o yaratış amacına uygun bir ortam, çevre ve insanlar var ederek, yaradılış amacına ulaşmasını sağlıyor!

İnsan, kendi yaratılış kapasitesi ve formasyonunun ötesinde bir şey yapamaz!

Yukarıdaki bu anlatım, “Öz’den dışa” doğru bir bakışın ifadesidir!..

Olaya, ters bir kurgu ile yani “dıştan Öz’e” doğru bakarsak;

Allâh, seni kimlerle bir arada bulunduruyor, ne ile meşgûl ediyorsa, onun sonucu bir amaç için yaratıldığının müjdesi veya felaket haberi var... Böyledüşününce, enteresan şeyler geliyor insanın aklına!..

İşte bütün bunları kavradıktan sonra, “keşke” sözcüğünün anlamını kafanızdan silin!

Sana ulaşan her şey, senin hakkında takdir olunan şeydir ki, ulaşmaması mümkün değildir.

“Keşke bu hatayı yapmasaydım da bu sonuç olmasaydı!” demek boşuna!.. Hayır! Sen, o hatayı yapacaksın ve o sonuç olacak! Çünkü, ondan alınacak çeşitli dersler var. Sende mevcut olan bazı duygular böylece törpülenecek!.. Yaradılış amacındaki noktaya ancak öylece ulaşabilirsin, başka türlü mümkün değil!..

Yapılan hata ve günahlarda dersler ve ibretler vardır... Tövbe edersin, günah silinir gider. Ama, olandan ibret alırsın, ders alırsın!.. Çünkü yaşam, sadece ve sadece kişinin yaradılış gayesindeki hedefe, yoğrularak-yontularak, terbiye olarak ulaşması içindir!

Diyelim ki, bir milyar basamaklı merdivende sen, 222.222’nci basamağı oluşturmak için takdir olundun! Bir milyar basamaklı merdivenin 222.222’nci basamağısın. O basamak olman için, konumuna göre nasıl yontulman gerekiyorsa; Allâh, sana öyle bir olaylar dizini takdir etmiştir ki; sen o olaylar dizini içindeki yontulman sonunda gelip 222.222’nci basamak olarak oraya oturabilirsin. 300.000’inci veya 222.221’inci basamak oraya uymaz!

Allâh, ezelde ilminde öyle bir merdiven takdir etmiş, çizmiş ki, o merdivenin basamakları insanlar, merdiven ise insanlık!.. Her bir insan, hangi basamak olarak takdir edilmişse, o basamağın yontusuna tâbi olacak, bir ömür boyu yaşamından sonra gelip o basamağı oluşturacaktır!

Kıyamet, bu merdivenin tamamlanmasıdır. İnsanlığın kıyameti, insanlık merdiveninin tamamlanmasıdır.

SORU: Deminki anlatımda, “insanın, merdivenin hangi basamağında olacağı bellidir...” diye bir cümle geçti... Ama bir de âyet var;

“Külle yevmin huve fi şe’n”...

“O, her an yeni bir şandadır!”

Bu âyetin mânâsı ile, insanın hangi basamak olduğunun takdir ile belirlenmiş olması hususunu çakıştıramıyorum?..

Şu cümlenin manâsı çok önemli:

“Allâh, her bir âlemde, o âlem sûretleri olarak tasarruf eder”...

İşte bu, “Allâh her an yeni bir şandadır” işaretiyle anlatılan olaydır.

Şimdi dikkat ediniz...

“İrade-i cüz yoktur, yalnızca küllî irade vardır!” cümlesi ne kadar doğru ise...

“Her cüz, kendi iradesiyle yaşar!” cümlesi de o kadar doğrudur!..

Biri bu elimin en uç noktası, diğeri öbür elimin en uç noktası; oysa ben ikisi aynı şey diyorum!..

Küll var, ayrıca bir de cüz var, diye kabul ediyoruz; hâlbuki, böyle ayrı iki yapı yok bir kere!..

Beş duyu verilerine dayanarak varlığa bakarsan, cüzler var... İlim boyutunda, bilinç boyutunda, ilimle bakarsan cüzler yok, yalnızca Küll var!.. Yani, varlık TEK ve dolayısıyla da irade TEK!.. Tek bir irade var!

Bilinç boyutundan “eşyanın hakikatine” baktığın zaman Küll’e ait irade, Küllî irade diyorsun...

Beş duyuyla bakarsan, aynı irade, cüz sûretlerinden göründüğü için, cüz’i irade diyorsun.

Oysa, gerçekte, ikisi de aynı şey!.. Yani, “cüz” ve “Küll” iki ayrı şey değil!

Dolayısıyla, “Küllî irade vardır, gerçektir” dersen, doğrudur... Ama, “yanında bir de cüz’i irade vardır” dersen, yanlış! Çünkü, Küllî iradenin yanında bir de cüz’i irade sahibi bağımsız bir varlık yoktur...

Ya da sadece “cüz’i irade vardır” diyebilirsin. Yani, ayrıca bir de “Küllî irade” yoktur; çünkü “cüz” adını verdiğin şey aslında “Küll”dür!.. Göze göre “cüz”dür o!.. Şuur boyutunda, varlığın “TEK”liğini idrak ettiysen, artık bilmişindir ki ayrıca bir cüz yok!

İşte bu yüzdendir ki, ya yalnızca “her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca küllî irade diye bir şey yoktur” dersin. Doğrudur... Veya, “Küllî irade vardır, cüz’i irade diye bir şey yoktur” dersin. Bu da doğrudur!..

Ancak, “Küllî irade yanı sıra cüz’i irade de vardır!” dersen, işte bu bâtıldır, geçersizdir; şirktir!

Şimdi, “Her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca Küllî irade diye bir şey yoktur” ifadesinin mânâsını anlamaya çalışalım... Burası anlaşılması bir hayli zor bir husus... “Küllî irade vardır, cüz’i irade yoktur” diyerek olayı anlamak kolay!Buna karşılık “Her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca Küllî irade diye bir şey yoktur” ifadesini hazmetmek zor!.. Nasıl olacakşimdi?..

Hem de üstelik “Tek’in takdirinden, Tek’in merdiven takdirinden” söz ediyoruz yukarıda...

Tek’in merdiven takdiri olmasına karşın, o merdiven içinde yer alacak her bir basamağın, kendine göre bir yontumu var mı?.. Bu yontum olmadan basamak oluşur mu?.. Oluşmaz!..

Basamakların her biri her an oluşmaktadır... Basamakların her biri merdivenden ayrı değildir. Yani, “cüz” dediğimiz varlıkların her biri kendisidir; ve o açığa çıkan özelliklerden ibaret olmaktan da berîdir!

Her an, “cüz” adı altında tasarrufu yapan kendisidir!

“O her an yaratıştadır!” ifadesi, cüzden aşikâre çıkan yaratılmadır!..

Allâh’ın hayat sıfatı, bizde zuhur ediyor ve “Hayattayım” diyoruz. Biz nasıl ölümsüzüz?.. Hayat sıfatı ile kaîm olmamızdan, varlığımızın hayat sıfatından meydana gelmesinden kaynaklanan bir şekilde ölümsüzüz!.. İlmimiz, irademiz, kudretimiz hep aynı şekilde meydana geliyor.

Eğer, bizdeki “dışarıdan bakmanın” getirdiği isimleri kaldırırsak, bu özellikleri bizden aşikâre çıkaranın, hep O olduğunu anlarız. Dolayısıyla, her an yaptığın çalışmalar seni ilerletecek ve bir yere getirecektir.

“Ben nasıl olsa, ezelde bana takdir olunan basamak olmak durumundayım, öyleyse boş vereyim...” demek, muhaldir, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düşüncedir! Çünkü, hiçbir şey yapmamak üzere oturmak, mümkün değildir. Bu, ana rahminde, spermle birleşen yumurtadan oluşan tek hücrenin; “Ben, nasıl olsa ileride büyük bir insan olacağım, o hâlde çoğalmayayım” demesine benzer...

O, tek hücrenin çoğalmaması elinde mi?.. Hayır!..

Kendi mevcut formasyonunun, mevcut programının, yapısal özelliklerinin doğal sonucu olarak mecburdur çoğalmaya.

Aynı şekilde, olayı makro plana, yani bizim boyutumuza çıkarırsak, “TEK”in takdiri olan fıtratımızın, programımızın sonucu olarak, takdir edilen basamak olmak üzere, gerekli çalışmaları da yapmak zorundayız!.. Yapmamak diye bir şey düşünülemez!..

Takdir olunan nihai nokta, temeldeki tek hücrede mevcut!.. O hücre, benim karakteristik özelliklerimi oluşturuyor... Ama bunlar, ezelde tek tek yazılmamış, şöyle olsun böyle olsun diye... (Buraya bir an için üç nokta koyuyorum, altını çizip üç yıldız koyuyorum. Tekrar buraya döneceğim!..)

Şimdi biz, astroloji konuşurken, Venüs’ün tesiri geldi veya Uranüs’ün tesiri geldi, diyoruz.

Uranüs, Kova burcunun özelliklerini yansıtır. Biz, “şunu yaptık” diyoruz. Gelen yıldız tesirlerinde, yani o frekanslarda, “Hulûsi kalkıp şu kitabı yazacak” diye bir şey yok! “Hulûsi kalkıp düşünce dünyasında yeni bakış açıları oluşturacak” diye bir şey yazmıyor.

O gelen dalga, yeni bir düşünce yapısını tahrik eden dalga... Eğer, benim beynimde yeni bir düşünceyi açığa çıkaracak veritabanı varsa, bir veri birikimi varsa, o zaman gelen ışınımın bendeki doğal sonucu, “düşünce dünyasında yeni bir sentezi gerçekleştirmek” oluyor.

Ama, benim beynimde, böyle bir veritabanı, böyle bir kapasite yoksa, o dalga gelse de, geldiği ile kalıyor ve benim beynimde yeni hiçbir şey açığa çıkmıyor! Yani, beyne gelen tesirler, beyne gelen tahrik unsurlarıdır... Gelen melekî tesirler belli konulara dönük tahrik unsurudur.

Örneğin; tıbbi deneylerde, elektrotlarla kedinin beynine giriliyor ve seks merkezi uyarılıyor ve hayvanda seks arzusu oluşturuluyor. Ya da kızgınlık merkezine giriliyor, hırlamaya başlıyor...

Aslında, beyne kızgınlık veya seks duygusu aşılanmıyor, beyindeki merkezler “irrite” ediliyor... Bir bölüme yapılan irritasyon, beynin öbür alanına yapılanın aynısı... Ama, bölgeyi etkileyecek irritasyon yapılırsa, oranın, o irritasyonun mahiyeti aynı olmasına rağmen, geldiği merkeze göre değişik tezahür çıkıyor, hayvanda.

Yıldızlardan gelen tesirler de böyle yalın tesirlerdir! Bir belirli fikir getirmiyor! Fakat, geldiği konumu itibarıyla beynimizdeki hangi açılımlara hitap ediyorsa, hangi açılımları etkiliyorsa ve açılımlarda bizde nasıl bir tabanı varsa, ona göre bizden bir davranış ortaya çıkıyor.

Kader dediğimiz olaya da gelince…

Bize belli, nihai son nokta belirlenmiş... Son noktaya ulaştıracak ana bir program da mevcut... Bunun dışındaki tüm olaylar, bizim cüz’ümüzdeki genel programın doğal sonuçlarının yaşanmasıyla oluşuyor... Bizdeki bu program da, her an, boyutsal derinliğimizden gelen melekî tesirlerle karşılıklı alışveriş hâlinde... Yani, bunların toplamı olarak olaylarımız gelişiyor!.. Ve bu gelişme, hem bâtından, boyutsal derinliğimden hem de zâhirden gelenlerin toplamının sentezi şeklinde, bizden her an açığa çıkıyor!

İşte “irade-i cüz”, bu oluşmanın adı!..

“İrade-i cüz”ü inkâr, bu oluşumu inkârdır!

Bizim, irade-i küll yanı sıra bir de irade-i cüz yoktur, dememizin sebebi; ikisinin aynı anda mütalaa edilmesi dolayısıyladır. Yoksa, esasında varlık, “Tek”tir; dolayısıyla irade de tektir!

Sen bilinç boyutunda, ilimle bakarsan, yalnızca varlığın “VECHULLÂH” denilen “TEK”lik boyutunu görürsün... Tek’lik müşahedesindesindir; “İlm-el yakîn”desindir!

Teklik müşahadesinde, irade bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz Tek’tir! Küllî irade, cüzlere ayrılmaz Tek’tir...

Yok eğer, bireysel bazda bakarsan olaya; cüz’de açığa çıkan irade vardır; ve kendinde ortaya çıkan kendine ait kabul ettiği iradesi ile, o birim nereye varacaksa varır!..

İşte Kur’ân-ı Kerîm, algılayabilme kapasiteleri farklı olan insanlara, bu iki projeksiyonu da açıklıyor...

Kur’ân, “Sen ne yaparsan onun karşılığını elde edersin” ifadesi ile, sırf cüziyet açısından olayı değerlendirerek; yanı sıra külliyeti katmadan, cüziyet açısından olayı anlatıyor.

Ya da, saf Teklik projeksiyonuyla olayı yansıtarak, “Sadece Tek bir irade vardır. O da, Allâh!”; “Allâh dışında bir şey yoktur!..” anlamı, bu noktayı anlatıyor.

“Sadece Allâh vardır ve O’nun dışında bir şey yoktur!” ifadesi, cüzleri görme projeksiyonu için de geçerlidir, doğrudur! Ama, bunların ikisi bir arada yani aynı anda hem cüz hem de küll var sanarak değil!

Yani, ya biri esas bakış açısını oluşturacak, ya da diğeri... İkisini bir arada düşünmek, değerlendirmek ise, ŞİRK!..

“…Külle yevmin HUve fiy şe’n” (55.Rahmân: 29) âyetinde, dikkat ederseniz “HÛ” ismi var... “ALLÂH” ismi geçmiyor!

“HÛ” ismi, cüz’ün özündeki Teklik boyutu değil mi?.. İşte O, Teklik boyutu, her an cüzlerdeki tasarrufu oluşturmakta... Oluşumun kaynağı O!..

Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği enerji ve kan ile kaîm!.. Bu parmağın hareketini, bu hareketi, koldan gelen hareket simgesinin neticesi oluşturuyor.

Genelde yaptığımız bir hata var...

Âyetleri incelerken biz, orada hangi kelimelerin geçtiğine dikkat etmiyoruz. “HÛ” diyor, biz onu “ALLÂH” isminin işaret ettiği mânâ olarak anlıyoruz...

“HÛ”nun mânâsı; çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz’deki Teklik boyutudur... Âyette, “HÛ” diyor... Öyle ise biz onu, anlamına uygun olarak dilimize çevireceğiz!

Sorabiliriz burada; ilmin kazanılıp kazanılmaması insanın elinde mi?.. Bu kazanım insanın geleceği olan basamağı nasıl etkiliyor?.. Yani, tecrübe elde ediyorsunuz, kazanımlarınız oluyor ve yontulmalar sayesinde, ilimle o basamağa geliyorsunuz. Basamak belli, geleceğimiz yer belli!..

Yontulmalarla oraya geliyorsunuz... Yontula yontula oraya geliyorsunuz... Peki bu davranışlarında ilmin rolü yok mu?.. Yontulma dediğin olay, kişinin aldığı ilmi ve aldığı ilmin oranının kendisinde meydana getirdiği uygulamadır. Yani, o kişinin ilminin getirdiği davranışlar, onun yontulması denen olaydır.

Şimdi diyelim ki ben, belli bilgileri aldım. O bilgileri hazmettim! Biliyorum ki, her insan kendi yaratılış kapasitesi ve formasyonunun ötesinde bir şey yapamaz!

Ben, bu bilgiyi özümsediysem eğer... Lokantaya gidiyor, oturuyorum. Garson geliyor ve tabağı önüme atıyor; ben kafamı kaldırıp bakmıyorum bile! Aynı hareket bir başkası için oluştuğunda büyük bir kızgınlık duyuyor ve garsona çıkışıyor!..

Ben, o insanın yani tabağı önüme atanın, yapısında mevcut olan programının sonucu olarak o fiili işlediğini, programında başka türlü bir davranışı ortaya koyacak veri olmadığını idrak etmişim ve kafamı kaldırıp bakmıyorum!

Diğeri ise, bu ilimden mahrum... Mahrum olduğu için garsonun o anda başka türlü davranabileceğini, başka şeyler yapabileceğini düşünüyor, onu düzeltmeye çalışıyor. Böyle düşündüğü için de, sadece kendi körlüğünü itiraf ediyor, ona kızmakla...

İlim, bende böyle bir yontulmayı getiriyor. Böyle bir yontulma dolayısıyla da artık ben, onunla fazla meşgûl olmuyorum, kafamı bile yormuyorum, “Niye?” diye kızmıyorum...

İnsan, bir sinirlenme anında, sinirlenip bağırdığı bir anda, beyinde milyonlarca hücre infilâk ediyor, yok oluyor! Bir andaki bu sinirlenmenin şiddetine göre, beyinde infilâk oluyor, kısa devreler meydana geliyor, zincirleme reaksiyon oluşuyor! Yenisi oluşmayan beyin hücrelerinin bir kısmı tümüyle tahrip olup, kullanılmaz hâle geliyor!

“Keskin sirke küpüne zarar verir” sözü buna dayanıyor! Bir infilâk anında kendi beynini harap ediyorsun! Sen, karşımdakine kızdım diyorsun, hâlbuki bir bıçakla kendi karnını yarıyorsun! Karnını yarmak daha basit... Çünkü karnındaki yara iyileşir, geçer... Ama, beyinde infilâk eden hücrelerin yerine yenisi gelmez!

İşte bak! Aldığın ilmin sende hazmolması sonucunda ilim, senin otomatik olarak davranışlarını ve uygulamalarını kontrol ediyor ve o ilimle sen yontulmuş oluyorsun. Yani seni yontan ilmin oluyor. Dışarıdan biri seni yontmuyor, ilmin seni yontuyor!..

Elmas vardır, 16 kesimdir. Bir kıratlık taşı alırlar, 16 kesim yaparlar. Bunun değeri diyelim ki 100 milyon liradır. Bir kıratlık aynı elmasa 32 kesim yapılırsa, 10 milyar lira, 52 kesim yapılırsa değeri bir trilyona yükselir. Aradaki değer farkı, yontulmadan kaynaklanıyor!

Hepimiz birer elmasız!.. Ama, ilim bizi ne kadar yonttuysa, basamak değerimiz o kadar yukarıda olacaktır.

SORU: Gelebileceğim seviye, yani beynimi çalıştırıp ilmi değerlendirme bana bağlı. Yani, oynak bir şey... Oynak bir şeyse, bu merdivenin de oynak olması lazım gelmez mi?..

Hayır! Merdivendeki yerin sâbit!.. Merdivendeki yerin demek, senin yaratılış amacın ve hedef noktan demek... Senin o oynama anındaki yerin son noktan değil!.. Sen yaşamda karşılaştığın olaylar ve bunların sonucunda son bir yontuma gireceksin. Son yontulma hâlin, senin o sâbit yerini oluşturuyor. Bu hâlin ise, ölüm anındaki hâlindir senin!..

Cehennemdeki yontum ise, dünyadaki kapasitenin kalan artıklarının atılmasıdır! Yani, diyelim ki altın madenini yonttun, belli şekle soktun. Ancak altının üstünde bazı pislikler var! Pislikler ateşte yakılır! Altın ateşte saf hâle gelir... Cehennem, altının saf hâle gelme evresidir. Cehennem yontu yeri değildir!

Cehennem, dünyada aldıklarının, saf bir şekilde kalması ve açığa çıkması ortamıdır. Oradaki arınmanın neticesi de, saîdler için cennet dediğimiz ortamdır...

Kişi hangi sebepten olursa olsun, dünya yaşamında edinmiş olduğu, cennet ortamına uygun düşmeyen özelliklerinden arınmak için bir ara ortamdan geçer ki, bunun adına insanı yakan ortam anlamına gelen “cehennem” ismi takılmıştır!

Sonsuza dek cehennemde kalacaklar ise, yine bu ortamda kendi hakikatlerine uymayan özelliklerden çok büyük çileler, sıkıntılar sonucu arınırlar... Böylece de artık azapları sona erer, yanma son bulur; “cehennemin dibindeki ateş sönüp, cırcır otu biter”!..

AHMED HULÛSİ

1992



[1] Bu meşhur hadisi “İNSAN SIRLARI” ile “AKIL ve İMAN” isimli kitabımızın “Kadere İman” bölümünde anlattık.

[2] Bu konuyu “DUA ve ZİKİR” isimli kitabımızda geniş bir şekilde anlatmıştık... Bu yüzden burada bu konunun detayına girmeyeceğim…

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Yazıyı İndirebilirsiniz!