Sayfayı Yazdır

Tanrı Ulu mudur?

Tanrı ulu mudur?..

Ne kadar uludur?..

Tanrıya tapınılır mı?..   

Kimilerine göre, tanrı vardır gökte bir yerde, arşı üstünde oturur, uludur; o ulu tanrıya da tapınılır, yoktur ondan başka tapılacak; çünkü o tek kraldır, pardon tanrıdır gökte!!!

“Allâhu ekber”, “tanrı uludur” demek değildir!

Oysa...

Yeryüzünde yaşamış en muhteşem beyin ve Hakikatin dillenişi olan Allâh Rasûlü Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ı ve de açıkladıklarını, çeşitli sebeplerle kavrayamayanların uydurdukları “tanrısallık dini”, sonu teröre varan bir şiddet anlayışıyla toplumları kuşatmaya başlarken…

Bir kısım düşünen beyinler de, her türlü kavga ve siyaset anlayışından ötede, kendi ebedî yaşamlarını inşa etmeye çalışmaktalar; “Allâh” ve “Sünnetullâh” isimlerinin işaret ettiği anlamlar doğrultusunda.

Bir süre evvel düşünen beyinlere yeniden hız vermek amacıyla şu cümleyi yaymıştım:

“Allâh” ismiyle neye işaret edildiğini fark etmeye çalışın!

Çünkü, “DİN” kelimesi kapsamındaki her şeyin çıkış noktasının hakkıyla anlaşılması ve değerlendirilebilmesi, “ALLÂH” isminin neye işaret ettiğinin fark edilmesine bağlıdır.

“Din”leri dedikodudan oluşmuş, taklitçi-tekrarcı beyinlerin bu tarz derin düşünsel konulara girmesi, elbette yaratılış programları gereği mümkün değildir! Bu yüzden de onlar, “Yukarıda tanrı var, ölünce biz onun oturduğu yere, huzuruna çıkacağız; o da bizi karşılayıp yargılayarak ya cennetine sokacak ya da cehennemine atacak! Şimdi gökten bizi seyrediyor; ne mezarda sorgu var, ne mahşer, ne kıyamet, ne de sırat!” şeklindeki bir anlayış içinde ömürlerini tüketirler. Zaten bu konuları tartışmaya akıl ve mantık kapasiteleri de müsait değildir! Sadece ezberledikleri, ama birbiriyle bütünleştiremedikleri bilgilerin hamallığıyla ömür tüketmişlerdir.

Oysa…

O en muhteşem bilinç ve hakikat zuhuru Zât, daha işin başında “Lâ ilâhe = tanrı yoktur” (ve buna bağlı olarak tanrılık kavramı geçersizdir) diyerek; “DİN” olayının, tanrısallık esası üzerine değil, “Allâh” ismiyle işaret ettiği üzerine kurulu olduğuna dikkat çekmiştir!

Özellikle “Hazreti Muhammed’in Açıkladığı ALLÂH” isimli kitabımda ve diğer yazılarımda bu konuyu vurgulamaya çalıştım.

Bu yazımda ise “ALLÂH İSMİYLE NEYE İŞARET EDİLİYOR” konusuna biraz daha farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum.

Bu konuda şu iki hususa çok iyi dikkat etmeliyiz:

“ALLÂH âlemlerden ĞANİYY’dir” âyeti vurgusuyla evrensellik ve boyutsallık noktasından öteye dikkatlerin yönlendirilmesi…

“ALLÂH âlemlerin RABBİ’dir” işaretiyle, her algıladığımız veya algılayamadığımız zerrede dilediği gibi açığa çıkanın; ve dahi kendisi dışında varlık müşahede edilemeyeceğinin vurgulanışı yanında…

String teorisi, derin düşünebilme yetisi olan beyinlere, evren içre evrenler gerçeğini boyutsal derinlikli “TEK KARE RESİM” olarak fark ettirmeye çalışırken…

Holografik evren gerçeği de, her, zerre olarak algılanan gerçekteki “tek kare resmin” her bir noktasının, tümel TEK’in açığa çıkış seyrinden başka bir şey olmadığını vurgulamaktadır!

Fili tanımaya koşuşan körlerin her birinin, fili bir yerinden tutuşu ve tuttukları organa göre fili tarif edişleri örneğindeki gibi, gerek bilim dünyası ve gerekse mistik dünya insanları, tanrıyı bir yerlere veya kendi içlerine oturtmaya çalışmaktayken; Hakikat Güneşi’nin mesajını anlamış bulunan beyinler tenzih-teşbih dengesinde Vahdet’i yaşayarak sonsuzluğa kanat açmaktadırlar.

Gelin önce âfaka (ufuklara), yani evrensel boyuta bir bakış atalım…

Dikkat!

Unutmayalım ki…

Ya da…

Fark edelim ki…

Tüm bu sorgulamaları, evrendeki sayısız ve sınırsız dalga boylu okyanus içinde, sadece santimetrenin on binde dördü ila yedisi arasındaki dalga boylarını beynimize aktarabilen gözümüze GÖRE yapmaktayız…

Ya biraz daha kapsamlı algılayan bir organımız olsaydı!!?

Neyse…

Hiç olmazsa bunu da hatırlayarak irdeleyelim konuyu…

Bir milyon üç yüz üç bin Dünya büyüklüğünde bir yıldız (Güneş) çevresindeki uydu üzerinde yaşıyor ve evrenin sırrını çözmeye çalışıyoruz!.. Bir milyon üç yüz üç bin Dünya büyüklüğünde olan o yıldız yanı sıra, dört yüz milyar yıldızın daha var olduğunu saymış bilim adamları Samanyolu Galaksisi’nde... Hani şu varoşlarında yaşadığımız Galaksi’de… Milyarlarca Galaksi hesap edilmiş evrenimizin algıladığımız kadarında; her biri kendi içinde milyarlarca yıldızı barındıran…

Milyarlar kere milyarlar… Galaksiler… Yıldızlar… Parlayan veya sönük olan bize GÖRE!..

Tanrı bunun neresinde? Tapınılacak ulu tanrı; yanına varılıp konuşulacak tanrı; kendisinden başka tapınılacak olmayan ulu tanrı; ya da oğlunu(!) yanından yeryüzüne yollayan tanrı!!! Bu sonsuzluğun, neresinde oturmakta?

Neyse devam edelim…

Tüm bu hayalin alamayacağı, sadece rakamların tekrarlandığı boyutlardaki bir evrende lokalize olmuş “tanrı” anlayışını veya bu anlayışa “ALLÂH” ismini etiketleyenleri bir yana bırakıp, konuyu irdelemeye devam edelim...

Bilim göstermiştir ki, milyar kere milyarlarca ve milyarlarca(!?) yıldızlar, aslında birbirinden kopuk, bağımsız bir hâlde boşlukta gezinmiyorlar! Aralarında bir madde var gözümüzün göremediği! Her şey birbirine bağlı bir ara madde(!) ile; ve dahi gerçekte evren tek bir bütün, onu algılayabilecek bir göze veya beyne veya bir bilince göre!..

Tek bir yapı, tek bir organik yapı evren; canlı, şuurlu!.. Uzay, bu şuurun bedeni!.. Hani şu eskilerin, “Allâh’a ait ilim sıfatı” diye işaret ettikleri; “evrensel şuur-kozmik bilinç” adı altında açığa çıkış, Uzay ve sînesinde barındırdıkları!

Bilim derin daldı milyar kere milyar kere milyarlarca yıldızdan birinin içine… Baktı, yıldız adını verdiği kitle yüz küsur atomdan bir kısmının bileşik hâli imiş meğer!

Tek bir yapı, tek bir organik yapı evren; canlı, şuurlu!

Hızını alamadı daha da derinlere inmeye çalıştı…

On yüz bin milyarlarca büyüklük ve küçüklük arasında turlayıp durdu… “Proton” ismini taktı, “kuark” ismini taktı, “string” ismini taktı çeşitli oransal büyüklükler olarak algıladığı terkiplere…

Bir kuark bir Dünya büyüklüğü ise, Dünya üzerindeki bir ağaç büyüklüğüdür “string” dedi…

Kuark, protona göre ne; proton, atoma göre ne; atom, Dünya’ya göre ne; Dünya, yıldıza göre ne; yıldız, Galaksi’ye göre ne; Galaksi, Evren’e göre ne?.. Gel sen, yanına gidip huzuruna çıkacağın, seninle konuşup hesaba çekecek olan o tanrını oturt istersen bunların arasında bir yere!.. Sonra da ister yolladığı oğluyla(!) muhatap ol, ister yeryüzünden seçip yolladığı postacılarıyla, elçileriyle, peygamberleriyle!!!

Fesubhanallâh!.. Fetebarekallâhu ahsenül hâlıkiyn!

İşte burada akıl çivileri attı bazılarının!

Düşündüler...

Anlam veremediler!

ATEİST oldular!.. “Tanrı” ve “tanrılık” kavramını reddedip!

Akılları, bu sonsuz büyüklük ve küçüklük arasında şaşkına döndü… “Olmaz, n’olamaz; tanrı yoktur, din dedikleri de masaldır, afyondur! Akıllı kişilerin, toplumları uyutmak ya da gütmek için uydurmasıdır din” noktasında karar kıldılar!

Haklı yanları vardı elbette; ama fark edemedikleri pek çok gerçeklik, deşifre edemedikleri çok fazla şifreler, mesajlar ve kodlar da vardı fark edebildiklerinin çok ötesinde…

Muhammedî şifre ve kodlara, kendilerine ulaşan şeklinden, ambalajından dolayı gereken değeri ve önemi veremedikleri için, evrensel gerçeklikleri değerlendiremediler.

Yeryüzüne gelmiş en muhteşem bilinç okyanusunun kıyısında kumlarla oynayıp, okyanusun ihtiva ettiği güzellikleri tadamadılar; derinliklerindeki gizlere ulaşamadılar!

TEK karelik evrensel resmin sahip olduğu şuurun (İnsan-ı Kâmil), yeryüzündeki “halifesi” durumundaki bilinç olduklarını fark edemeden; evrensel şuur ile bir bütün olduklarını ve bunun getirisini yaşayamadan geçip gittiler bu Dünya’dan… Yalnızca bedensel zevklerle sınırlı kalarak!

Yaşayamadılar “AŞK” denileni! Yaşayamadılar sevgiyi ve karşılıksız vermenin zevkini… “Veren Allâh’tır”daki benliğin “yok”luğunu yaşamanın hazzını! Yaratılışlarında olmadığı için, karşılıksız verme kavramını ve olayını anlayamadılar! Tanrının yokluğunu fark etmekle perdelendiler, özlerindeki, sonsuzluk boyutundan ve evrensel şuurdan!

Oysa…

Sır…

Derûnunda “GİZ”li idi her bir birimin!

HOLOGRAFİK EVREN gerçekliği, bilim dünyasında “Âlemlerin Rabbi ALLÂH’tır” gerçeğini-sistemini deşifre ederken; evrensel ruhtaki (RUH adlı melek) şuurun, her zerrede, o zerrenin yapısına göre açığa çıkmakta olduğunu vurgularken; düşünemediler bunların sonuçlarını...

“Zerre küllün aynasıdır” benzetmesiyle, en muhteşem evrensel gerçekliği 1400 küsur yıl önce insanlığa bildiren o yüce Zât’ın mesajını kavrayamadılar, değerlendiremediler...

“Ahad” ve “Samed” tanımlamalarıyla kendini, Rasûlullâh adı ve kisvesi altında açıklayanın seslenişini işitemediler, “holografik gerçekliğin” ne olduğunu kapsamlı düşünemedikleri için! Zerrede yansıyan Küll’ü, mikroda açığa çıkan tümel Tek’i fark edemediler!

Oysa işin sırrı, evren içre evrenler gerçeğini açıklayan “string teorisi” ile “holografik evren” gerçekliğini bir arada düşünerek, Mutlak TEK’liğin açılımını fark edebilmekte gizliydi...

“Subhanallâh” kavramının, string boyutundaki stringlerin altı yönlü hareketiyle, evren içre evrenlerin “her an yeni bir şan” alışının dillenişi olduğuna...

“Elhamdülillâh”ın, bu boyuttaki tekil hareketin (çokluktaki tekilliğin), ancak, onu meydana getiren tarafından değerlendirilebileceğinin dile gelişi olduğuna...

“Allâhu ekber”in, “tanrı uludur”demek olmadığını, bu yüzden ezanın böyle Türkçeleştirilemeyeceğine; sonsuz boyutları ilminde yaratanın, yaratılmış ilimle kavranamayacağına, işaret ettiğini...

Hiç düşünmediler… Akıllarına hayallerine bile getiremediler!

“Arşı taşıyan meleklerin tespihidir bu” denildiğinde, varlığın oluşumundaki derinlikleri fark etmek yerine, “gökte oturan tanrının koltuğudur arş” demeyi daha kolay veya yerinde gördüler!..

Evet…

“Evren içre boyutsal evrenler, paralel evrenler, bir evrende olup bitenin diğer evrende açığa çıkması (suya atılan taşın yayılan dalgası gibi) ya da aynı anda değişik evrenlerde yer alan aynı bilinç türünden yaklaşımlar” hakikati noktasından hareketle “Küll’den zerreye gidişi” ifade etmektedir…

“Tüm çokluk görüntüsü (algılayandan kaynaklanan), gerçekte, TEK şuurun (ilmin) her mikroda onun yapısal özelliğine göre açığa çıkmasıdır” gerçeğini vurgulamaktaydı “holografik gerçeklik”…

İyi, peki bütün bunlar hoş da...

O zaman gelelim “peygamber neden gelmiş; Kur’ân neden inmiş; tanrı yoksa kime hesap verilecek; berzah, mahşer, sırat, kıyamet masal mı; bizi kim cehenneme atacak ya da cennete sokacak” sorularına…“Adaletin bu mu tanrı; 60 yıl yaşatıp 600 bin milyon milyar sene yakacaksın; bu ne biçim adalet” falan lakırdılarına...

Akıl çivisi olmayan, tahtaları birbirine bağlayıp tekne yapamaz ve okyanusa da açılamaz! O zaman da, tahta parçaları denizde kopuk kopuk kalır. Ancak bir tanesine tutunup belki hayatta kalabilir!            

Bu konuyu çözmenin sırrını eskiler şöyle açıklamaya çalışmışlar o günün mecazları arasında:

“Kul Allâh’a eremez, Allâh kulunu kendine erdirmedikçe!”

Bunu günümüz bilgisiyle, yıllar önce şöyle açıklamaya çalışmıştık…

“Çokluktan TEK’liğe giden yol kapalıdır; TEK’ten çokluğa bakmasını öğrenenler sırlara ererler!”

Allâh Rasûlü Muhammed Mustafa’yı, gökteki arş üzerinde oturan tanrının, tahtını taşıyan kanatlı melekleriyle yeryüzünde seçilmiş özel ulak peygamberi şeklinde kabullenen ilâhiyatçıların kapasitesiyle değerlendirenler, elbette ki yukarıda sıraladığımız sayısız soru dalgaları arasında bocalayıp kalacaklardır.

Sistem ve Düzen’i kavrayamayan sınırlı düşünce sahipleri, “DİN”i dogma olarak kabullenirler!

“ALLÂH” ismiyle neye işaret edildiğini fark edemedikleri için, “tek tanrılı bir dindir İslâm” derler!

“Lâ ilâhe…” mesajını algılayamamışlardır.

Bu yüzden de kabullenişlerini, gökte tanrı, yerde özel ulak postacı peygamber anlayışı üzerine bina etmişlerdir!

İSLÂM” kitabındaki “Materyalist Müslümanlık” başlıklı yazımda işaret ettiğim üzere, her şeyi beş duyu madde boyutuyla ele almış, anlamaya çalışmışlardır.

Olayın, noktadan açılan string konisi içinde açığa çıkan şuursal algılamanın sonsuzluğu şeklinde, sonsuzluk yolculuğu olduğunu, hiç fark edememişlerdir.

Evren içre evrenler, tek bir noktanın konisel projeksiyonudur.

Evren içre evrenlerin, tek bir noktanın konisel projeksiyonu olduğunu kavrayabilmek; ayrıca, içinde bulunan her şeyin dahi o projeksiyon içindeki kendi noktasından oluşan konisel bir projeksiyon olduğunu algılayabilmek!

Bunun ötesinde, bilinmeli ki, evren içre evrenleri oluşturan stringler projeksiyonunun meydana geldiği nokta, sonsuzluk platformundaki sonsuz noktalardan yalnızca biri pozisyonundadır.

İşte “Allâh” ismiyle; bu sonsuz noktaları kapsayan ve her bir “nokta”dan sonsuz âlemler yaratana işaret edilmektedir ki, bu özellik “EKBER” kelimesiyle anlatılmaya çalışılmıştır.

Bu yüzdendir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de “Allâh’ın âlemlerden Ğaniyy oluşu” vurgulanmıştır. (Ğaniyy: Algılananla sınırlı olmaktan berî olan!)

Evren içre evrenler, âdeta koni içre koniler olması itibarıyla, ortak bir “nokta”dan varlıklarını almaktadırlar.

Çünkü “nokta”nın varlığı, “ilim sıfatı” diye anlatılan “nokta”lar düzlemindeki, ilmî-şuursal açılımlardır. “Akl-ı evvel” diye bahsedilen, ilim sıfatının “nokta”daki şuursal açılımıdır.

Holografik gerçeklik doğrultusunda tüm konisel projeksiyonlar ve bunun hâsılası olan “göresel bilinçler”, varlıklarını kendi derûnlarındaki “nokta”larından alırlar. “Allâh âlemlerin Rabbi’dir” işareti de, müşahede edebildiğimiz kadarıyla bize bunu anlatır...

İşte bütün bu gerçeklikler doğrultusunda…

Allâh Rasûlü Muhteşem Bilinç, bize, içinde yaşadığımız, “Sünnetullâh” denen Sistem ve Düzen’in yapısını anlatmıştır; kendindeki Hakikat “nokta”sından bilincine gelen Cebrâilî kuvve bilgisi doğrultusunda; “İKRA” hükmüyle “OKU”yarak Sistemi ve “Sünnetullâh”ı!..

Bildirmiştir ki Allâh Rasûlü ve son Nebisi Muhammed Mustafa (aleyhisselâm):

Tanrı yoktur ve tanrılık kavramı söz konusu değildir; yalnızca ALLÂH ismiyle işaret edilen vardır! ALLÂH, tapınılacak dışımızdaki bir tanrı değil, kulluk edilen özümüzdeki Rabbimiz’dir (varlığımızı meydana getirip her an onu yeni hâle sokan).

Dünya yaşamı süresince kişiden ne yolda bir kulluk açığa çıkmışsa (düşünsel-bedensel), ötesinde (âhiretinde) bunun getirisini-sonuçlarını yaşayacaktır.

Kabir âlemi haktır; bu boyuta geçen kişi Dünya’da yaşadıklarıyla geçtiği boyutun gerçekliğini sorgulayacaktır kendisindeki melekî kuvvelerle... Sorgu melekleri dışarıdan gelmeyecektir; kendi varlığında mevcuttur ve açığa çıkacaktır.

Kabir azabı ve kabir cenneti haktır. Otomatik yaşanacaktır, kaçınılmazdır.

Kıyamet kopacaktır! Dünya eriyip yok olacaktır! Tüm insan ruhları, bilinçli olarak, bir ortamda toplanacaktır. O ortamda kişiler Dünya’da inandıklarına göre topluluklar oluşturacak ve inandıkları kişinin peşinden gideceklerdir.

Cehennem, o ortamdaki tüm insanların içine girecekleri bir ortamdır. Mahşerden çıkanlar, cehennem ismiyle tanımlanan boyut veya ortamdan geçecekler ki bu yol “sırat”tır; çıkabilenler bir başka boyutta (cennet) yaşamlarına devam edeceklerdir sonsuza dek...

Bu konuda detaylı bilgi “İNSAN VE SIRLARI” isimli 1985 yılında yazmış olduğum kitapta mevcuttur.

Bu bir süreçtir. Herkes bunu yaşayacaktır Allâh Rasûlü’ne göre…

Dünya yaşamında insana “ibadet” adı altında tavsiye edilen tüm çalışmalar, hep insanın ölüm ötesi yaşamında sıkıntı çekmemesi ve geleceğinin daha güzel olması içindir. Yapılacak çalışmaların gökteki tanrıya yaranmakla ilgisi yoktur. Hasta olmamak için tedbir almak veya hasta olunca iyi olmak için ilaç almak neyse, ölüm ötesi yaşam için de bu çalışmaları yapmak ve o ortama kendini hazırlamak aynı şeydir. Kişi ne yapacaksa kendi için yapacaktır.

Yukarıda kimse yoktur yaratılmışlardan başka!

Kişi Rabbini kendi derûnunda keşfedecektir!

Ölümü TADARAK boyut değiştiren kimse, yaşamın ve bulunduğu boyutun gerçekliğine göre, kendi kendini sorgulayacaktır derûnu itibarıyla; ki bu durum “hesaba çekilmek” şeklinde tavsif edilmiştir! “O gün hesap görücü olarak nefsin yeter” âyeti bu gerçeği vurgulamaktadır.

Zerre kadar hayır işleyen bunun karşılığını görecek, zerre kadar kötülük yapan da bunun sonuçlarını kaçınılmaz biçimde yaşayacaktır. Zilzâl Sûresi bir kere daha, ölüm tadıldıktan sonra yaşanacaktır.

Bunları bilmemek veya duymamış olmak gibi bir mazerete yer yoktur sistemde!

Çünkü mazeret gösterilebilecek bir tanrı yoktur kimsenin karşısında!

İşte dostum, şimdilik, anlatabileceğimiz kadarıyla “DİN” konusunun, geçmişteki mecaz ve misal yollu anlatımının, çağımız gerçekleri ışığındaki bir kısım çözümü!

Yaşam senin yaşamın! Ne yapacağına kendi aklınla kendin karar ver! Olayı kendin değerlendir!

İster Allâh Rasûlü’nün dediklerini değerlendir; ister onun dışında bir yol seç kendine!.. Tercih senin; sonucuna katlanmak da sana ait olacak! Bu yüzden de DİN zorlama kabul etmez! Herkes kendi aklının getirisini ve sonuçlarını yaşar. Kimsenin kendi inancını zorla başkasına kabul ettirmesi mümkün değildir.

Din dogmadır, bilimle açıklanmaz; din ve bilim ayrı şeylerdir; dini bilimle bütünleştirmek saçmalıktır” diyen aydınlarımıza(?) selâm olsun!

Bu vesileyle Ramazan Bayramı hepimize bereketli olsun.

AHMED HULÛSİ

19 Ekim 2006

 

Konuyla ilgili linkler:

http://www.ahmedhulusi.org/tr/yazi/ ilmi-suret-ve-hologram

http://www.pbs.org/wgbh/nova/transcripts/3012_elegant.html

http://antwrp.gsfc.nasa.gov/apod/ap031028.html

http://antwrp.gsfc.nasa.gov/apod/image/0608/sunprom_soho_big.jpg

http://www.focusdergisi.com.tr/bilim/00151/

http://www.bulutsu.org/evreninharitasi/universe.php

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Yazıyı İndirebilirsiniz!