Sayfayı Yazdır

Gülşen-i Râz - 2

Bu sohbet, Ahmed Hulûsi'nin ŞEYH ŞEBÜSTERİ'nin GÜLŞEN-İ RÂZ MESNEVÎSİ eseri ile ilgili, 1985 yılında yaptığı sohbet kaydının 2. bölümüdür.

Sohbet Metnini Görmek İçin Tıklayın

Görmüyor ki şu yuvarlak gök, Allâh'ın hükmüne kapılmış, Allâh'ın emrine tâbi olmuştur...

Sen, şu dönüp duran gökleri, çömlekçi tezgâhı gibi gece gündüz, dilediği kabı yapar, sanırsın ama,

Bu felekleri döndüren bir bilgi sahibi var ki, her an balçıktan başka bir kab yapan, O!..

Zamanda ve mekânda ne varsa, bir Usta’nın elinden çıkma!.. Bir tezgâhın malı...

Yıldızlar kemâl sahibi ise, neden zaman zaman nûrları azalmakta?.. Neden, vebâle düşüyorlar?..

Neden, hepsi de dönüşte, renkte, şekilde birbirine aykırı?..

Niçin, bazen alçalıyor, bazen en yücelere çıkıyor, bazen tek kalıyor, bazen yan yana geliyorlar?..

Burada, bu Zât’ın bir tarafına rastlıyoruz... Her ne kadar hakikat yönünde büyük bir kemâlât sahibi ise de, Mârifet yönünde, bazı tecellilerle karşılaşmamış. Şurda sorduğu suallerin bir kısmının cevabı var!..

Yıldızların parıltısının azalması, çoğalması, yükselmesi, alçalması gibi şeyler, her ne kadar ondaki mârifet tecellisinin kemâliyle hasıl olmaması dolayısıyla sorulan sualler ise de, esasında bunlar yerli yerinde.

Yani, olay tümü ile yıldızların meydana getirdiği kozmik radyasyonların dünya üzerindeki tesirleri hadisesi.

Ancak, bu kozmik radyasyonları yayan yıldızlar, tümü ile Hakk’ın emri, irâdesi ve dileği ile bütün bunları meydana getirmekte... Yani, bir vesile, bir sebep hükmünde.

Ancak, müneccim, yani ilm-i nücûm ile yani yıldızlar ilmi ile uğraşan kişi, tüm müsebbibin yıldızlar olduğunu düşünerek Hakk’tan perdelenmekte veya yıldızları görüp, Hakk’ı da yıldızların ötesinde ayrı bir sahaya itmekte ve bundan dolayı Hakk’tan perdelenmiş olmakta.

Oysaki, yıldızlar kelimesi ile kastedilen varlığın Hakk’ın varlığı olduğu müşâhadesi hasıl olabilse, tüm âlemdeki varlığın Hakk'ın varlığı olduğu gibi, o zaman görülecek ki; elbette yıldızlar, Halîk hükmüne girer.

Bu, ağır bir lâf oldu belki ama, gerçeği işin, bu!.. Sen, Taş toprak gözü ile bakarsan, taş toprak olur.

Sen, Hakk’ın gözü ile bak ki, Hakk’tan gayrını görmezsin o zaman taşta toprakta...

Sen, yıldızlar gözü ile bakarsan, yıldızları görürsün amma, bu tesirleri meydana getiren Hakk’ı müşâhade edersen, yıldızlar kelimesi sadece bir isimden ibâret kalır.

Feleğin gönlü neden ateşlerle dolu?.. Bu, yanıp yakılması kimin iştiyâkiyle?

Hepsi de bir sevgilinin aşkıyla yaya olarak yola düşmüş, kâh yücelerde, kâh inişlerde koşup dönmekte!..

Unsurlar... Hava, su, ateş, toprak... Semâların altında mekân tutmuşlar.

Her biri yerinde karar kılmış... Bir zerre bile ayağını ne ileri atar, ne geri!

Biribirine zıt olan bu dört unsur, merkezleri olan dört tabiâtla öyle birleşmişler ki... Kimse böyle bir şey görmemiştir!

Her biri, varlığı ve görünüşü bakımından öbürüne aykırı olduğu hâlde, zorla Hakk’ın hükmüne uymuş, birleşmiş, bir şey olmuşlar...

Ve bu dört unsurdan üç çocuk doğmakta... Cemâd, sonra nebât, sonra da hayvan!

Yani, bizim sâbit, cansız dediğimiz şeyler... Nebâtlar, hayvanlar...

Unsurlar, heyûlâyı ortaya almışlar, sofiler gibi kendi sûretlerinden çıkmışlar, arınmışlar, Tek bir sûrete bürünmüşler.

Heyûlâ; her nesneyi meydana getiren ana nesne, öz, cevher, yani bugünkü tâbirle "Atom"! Atomların değişik terkipleri, bileşimleri ile değişik maddeleri meydana getirdiği gibi, heyûlâ da bu madde âlemindeki bütün nesneleri meydana getiriyor. Yani, bir neviatomun o günkü tâbiri, Heyûlâ!

Hepsi, adâlet ve kudret sahibi Allâh’ın hükmünü, emrini cânla başla kabul etmiş, o hükme, o emre uymuş...

Cemâd, O’nun kahrıyla yere düşmüş... Nebât, O’nun sevgisiyle ayak üstünde kalmış.

Bütün cânlılar, sıdkı bütün olarak kendilerinin, cinslerinin, nevilerinin varlığı kaydına düşmüş.

Hepsi de, adâlet sahibi Hakkın hükmüne uymuş, gece gündüz, O’nu aramakta...

Aslın olan Akl-ı Küll’e, dikkatle bir bak hele!..

Akl-ı Küll dediğimiz işte, dünkü konuşmamızda izâhını yaptığımız, şu boyutun üstündeki salt mânâ, salt akıl boyutu...

Maddenin içinde veya dışında, evvelinde ve ahîrindeliği söz konusu olmayan, tüm varlığa sirâyet etmiş... Sâri, fakat tüm varlıktan kopuk, varlık ismini almış ve ilim vasfını haîz, ilim sıfatını haîz yapı; Akl-ı Küll!..

Nefs-i Küll, Akl-ı Küll’den meydana geldi...

Nefs-i Küll dediği, bizim içinde bulunduğumuz bu boyutun aslı. Yani, kozmik radyasyon âlemi.

Kozmik radyasyon âlemi daha kaba radyasyonları meydana getiriyor, atomu meydana getiriyor. Madde cisimler âlemi geliyor.

Madde cisimler âlemi ve radyasyon âlemi küll olarak düşünüldüğü zaman, bütün olarak düşünüldüğü zaman buna Nefs-i Küll deniyor.

Nefs-i Küll de Akl-ı Küll’den meydana gelmiş. Bunu izah ediyor.

Nefs-i Küll, Akl-ı Küll’den meydana geldi. Akl-ı Küll bu yüzden ona, baba oldu... Fakat, Nefs-i Küll’ü doğurması hasebiyle, (yani meydana getirmesi hasebiyle) de Akl-ı Küll, anadır.  

Âlemi, baştan başa kendinde gör!.. Varlığın son mertebesi olan insanı, ilk ve en üstün mertebe bil!..(Çünkü, insanın aslı Akl-ı Evvel’dir.)

İnsan sûreti, varlığın en sonunda meydana geldi ama, iki âlem de O’nun hizmetçisi oldu, onun nimetini yemekte...

İlk var olan, Akl-ı Evvel olan, Hakikat-i Muhammediye diye kastedilen "İnsan"… Ki, biz buna "İnsan-ı Kâmil" diyoruz bugünkü dilimizde...

Bu "İnsan", şu yıldızlar âlemini, yani Nefs-i Küll diye kastedilen tüm varlığı, yıldızlar âlemini, madde âlemini, dünyadaki hayvanatı, hayvanat içindeki insan sûretini meydana getirerek; insanda öyle bir beyin meydana getirdi ki bu beyin ilk varlık olan İnsan-ı Kâmil’in, yani hakiki İnsan’ın bütün sahip olduğu isimlerin ve mânâların aksedebilmesine müsait olarak meydana geldi... Yani beyin!

Dolayısıyla ilk meydana gelen de İnsan, hakiki mânâdaki İnsan-ı Kâmil!.. Son meydana gelen de İnsan! Hayvanî bedeni ile! Son meydana gelen insan derken, hayvanî bedeni kastediyor. İlk gelen derken, aslı olan İnsan’ı, İnsan-ı Kâmil’i kastediyor.

İnsan, üstünlük bakımından son değildir. Gaâî îllet olduğundan, en son zuhûr etmiştir. İnsan, kendi varlığı ile zâhirdir, başkasının varlığı ile değil!..

Yani, insan, kemalât bakımından en son değildir. Kemalât bakımından ilk’dir.

Fakat, kendisinin sûret âleminde zâhire çıkışı yönünden, kemalâtını izhâr yönünden, en sonda gelmiştir.

Yoksa, aslı itibarıyla, birdir... Ve, İnsan kendi varlığı ile zâhirdir, başkasının varlığı ile değil. Yani, bir Hak var, Hak, insanı meydana getirmiş. İnsan Hakk’ın varlığı ile zâhirdir, değil!..

Buradaki "İnsan, kendi varlığı ile zâhirdir", derken, bedensel yapıyı söylüyor. Bedensel yapı, kendi asli hakiki yapısı itibarıyla mevcuttur. Ayrı bir etkenin meydana getirmesi ile değil!.

İnsanın sıfatları olan "Zâlimlik ve Câhillik", Nûr’un zıddıdır ama, Nûr’un zuhûruna da tam mazhârdır.

Buradaki, zâlimlik ve câhillik kelimeleri ile atıf yaptığı âyet, Kurân’daki; "İnnel insâne zâlûmen cehûlâ", "Şüphesiz ki insan, zâlîm ve câhildir" âyeti.

Bu âyet her ne kadar "zem" gibi gözükürse de aslında insan için en yüksek mertebesini belirtiyor.

Zâlim olması; İnsanın kendine zulmetmesi yönünden! Yani, kendindeki kemalâtı tümü ile müşâhade edebilmekte yetersiz kalmasını belirtiyor. Değerlendiremiyor! Bu değerlendiremeyiş dolayısıyla kendine zulmetmiş oluyor.

Buna mukabil, câhilliği de salt, "Cehil" noktasında olması... Yani, ilmin sonu Cehildir. Çünkü ilim, sıfat mertebesine kadar değinir. Zât mertebesine geldiği zaman ilim de düşer. Zât mertebesinde ilim de kalmaz!..

Dolayısıyla, insan hem kendi kendini bilememesi kemalâtına haiz, bilinemeyecek kadar kemalâtı haîz. Hem de bu bilinemeyişin ötesinde Zâti itibarıyla, Zâti kemalâta sahip, demek istiyor.

Aynanın bir yüzü bulanık olursa, insan öbür yüzünde görünür.

Güneşin nûru, dördüncü kat gökten yalnız yeryüzüne, toprağa vurur.

Meleklerin kulluk ettikleri Hakk’ın aksi, yansıması sensin!.. O yüzden sana secde ettiler.

Hakk’ın veya diğer bir tabirle İnsan-ı Kâmil’in tüm vasıfları, isimleri, mânâları, İnsan'da zâhir olduğu için, melekler, İnsan adı altında Hakk’a secde etmiş oldular.

Her kim ki, İnsan'ı insan olarak görür, o, müşriktir. Hakk’a secde edememiştir. Çünkü insanı, insan kelimesiyle kayıtlı olarak fiziki yapısıyla görmüştür. Hakk’ı müşâhade edememiştir.

Her, "İnsan" kelimesi kullanıldığında eğer kişide o kelimenin ardında "Hak" mânâsı hâsıl olmuyorsa, o kişi müşriktir...

Her tenin cânı sende!.. Herşey sana bağlı...

Ondan dolayı her şey sana tâbi. Çünkü, her şeyin cânı, senin bedeninde gizli...

Sen âlemin içisin, ruhusun!.. Ondan dolayı da, âlemin merkezisin... Kendini bil!.. Sen, cânın da cânısın!

Yürek, bedenin sol tarafındadır. Onun için, senin yurdun da dünyanın kuzey bölgesinin mâmur olan dörtte bir bölümündedir...

Akıl ve cân âlemi, senin sermayen!.. Yer, gök, senin ziynetin!..

Varlığın ta kendisi olan o “yok”luğa bak!.. Zâhirî varlığın aşağı ise de Sen, hakikatteki yüceliğini gör!..

"Varlığın tâ kendisi olan o “yok”luğa bak!"…

Yokluk kelimesiyle kastettiğin şey, Hakk’ın varlığının kendisidir.

Kul kelimesiyle veya mahlûk kelimesiyle kastedilen nesnelerin aslının yok olduğunu, varlığın Hakk’a ait olduğunu kasıt bâbında, yokluktan söz edildi...

Yokluktan söz edildiği zaman; Yokluk mahlûka nisbetledir. Mahlûkun olmayışını izâh sadedinde, yokluktan söz edilmiş ve mahlûk, ‘yok’tan gelmiştir, denmiştir.

"Mahluk yoktan gelmiştir" sözünün mânâsı; yani, yokluk var da, ondan meydana gelmiştir değil!.. Yani mahlûkun, mahlûk kelimesi ile kastedilen tüm mânâların aslında var olmadığı, varlığın Hakk’a ait olduğu, Hakk’a ait varlığın mevcudiyetine nisbetle mahlûkun temelden yok olduğu... Temeli olmazsa, üstü de olmaz zaten!

Bunu izah sadedinde yokluk kelimesi kullanılmıştır. Yoksa, "yokluk" diye bir madde bir cevher var da o cevherden varlık, mahlûk yaratılmış değil!

Tam on bin tane tabii kuvvetin var. İrâdi kuvvetlerinse sayıya sığmaz!..

O kuvvetlerin her biri uzuvlarından, damar ve sinirlerinden ibâret olan âletlerle zuhûr eder.

Doktorlar bile, insanı teşhisde âciz olmuş, hayrete düşmüşlerdir.

Hiç kimse, bu büyüklüğü inkâr edememiş, herkes âczini ikrar eylemiştir.

Bu âzânın, bu damarların, bu sinirlerin her birine Hakk’ın husûsi bir tecellisi var. Her birinin zuhûru, bir isimden!.. Yine, o isme varıp ulaşmada...

Yani, her bir birimin, nesnenin, bir ismin mazhârı olarak var olması ve o ismin gereğini yerine getirmesini izâh sadedinde, bunları anlatıyor...

Bütün bu Varlıklar, hep o isimlerle var. O isimleri tesbih edip dururlar!..

Ve, hangi isme dayanarak varsa, var oluşu, o ismin tesbihidir. O nesnenin var oluşu o ismin tesbihidir. Yoksa, meselâ su; "Hayy... Hayy... Hayy..." diye zikretmez! Ama, izâh sadedinde böyle anlatılmıştır. Yoksa, suyun akışı ve hayâtiyete vesile oluşu, cânlılığı meydana getirmesi, var oluşu, o ismin, "Hayy" isminin zikridir...

Yani, hayatı dağıtıcıdır, hayat vericidir, hayat vesilesidir mânâsına... Bunu bilmeyen câhil zanneder ki, kelime tekrarlıyor. Kelime tekrarı denen şey, insan denilen şu bedenin kulağına, aracına, "göre"dir...

Araca göre kelime zikri söz konusudur. Araç kalktığı zaman kelime zikri olmaz!.. Bunu iyi anlamak lâzım.

O isimlerin her biri, var olan bir şeyin hakikatı. O şey ondan zuhûr ettiği gibi dönüp o isme ulaşınca da o isim ona kapı olmakta.

Var olan şey bu zuhûr âleminde derbeder olsa bile, yine döner. Evvelce çıktığı kapıdan girer, sır olur. Aslına döner...

Yani, en kötü, en habîs, en berbat dediğin şeyler dahi bir noktada aslına döner, rücû eder. Aslı, İâhi isimdir... Hakk’a rücû eder.

Ey insan! Varlığın, Müsemmâ’nın aksinden meydana gelen bir sûret!.. Onun için bütün isimleri bildin!

"Varlığın, Müsemmâ’nın aksinden meydana gelen bir suret";

Yani, isimle kastedilen varlığın aksinden ibâret, senin varlığın!.. İsimle kastedilen varlık, Hakk’ın varlığı... Yani, Hakk’ın varlığı, sende yansımış... Sende yansıyınca, senin varlığın meydana gelmiş.

Dolayısıyla senin varlığın, Hakk’ın varlığıdır... Eğer Hakk’ın varlığı olmazsa, senin varlığın olmaz! Öyle ise, senin varlığın yok, Hakk’ın varlığı vardır, demektir...

Ey kutluluk ıssı kul!.. Kudret, İlim, İrâde hep seninle zuhûr eder.

İşitirsin, görürsün, söylersin!.. Bâki’sin de!.. Fakat, bu Bâkîlik, sana senden değildir, o âlemdendir...

Semî, Basar, Kelîm, Bâkî, sende zuhûr eder. Yani, işitirsin, görürsün, söylersin... Bâkî olan da sensin.

Niye?.. Çünkü, İşiten, Gören, Söyleyen ve Bâkî olanın varlığı ile, sen varsın...

Yani, bütün isimlerin mazhârı olarak sen varsın. Görme sıfatı olmazsa Hakk’ın sende görme sıfatı olmaz. İşitme sıfatı olmazsa, sende işitme sıfatı olmaz.

Bütün İlâhi isim ve sıfatların toplamı, mecmûu olarak sen varsın.

Sen varsın da, bunlara sahip değilsin de, Hak bunlara sahip de, Hak bunları sana emâneten vermiş değil!.. Böyle bir şey sözkonusu değil!..

Çünkü senin varlığın söz konusu değil.

Varlık, mevcûdat, tümü ile İlâhi isimlerden ibâret. Tümü ile İlâhi isimlerden ibâret bir mevcûdat düşündüğün zaman bu demektir ki, tüm ilâhi isimlerin mecmûu olan Hak vardır.

Hak bu isimlerini değişik terkiblerle, dilediği şekillerde meydana getirerek, değişik isimlere bürünmüş, değişik varlıklar varmış vehmîni meydana getirmiş...

En basit bir izâhla: Bir sineği öldürürsün.. Bu sineği öldürürken, "O sineği öldürdüm" dediğin anda sen, şirke düşmüşündür, vehme kapılmışındır.

Çünkü, Yuhyî ve Yumîyd, Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâsındandır, 99 ismindendir... 99 ismi ezberlemek şarttır. Kendini tanıman için aracın bu!.. Başka yok...

Mesela: "Yuhyî ve Yumiyd" - Diriltir ve öldürür.

"Sineği öldürdüm!" diyorsun. Sen, şirk ehli olarak sineği var kabul ettiğin, vehmi benliğinin sineği öldürdüğünü sanırsın. Halbuki o anda sineği öldüren Hakk’tır.

Eğer sen o anda sineği Hakk’ın öldürdüğünü müşâhade edemeyip de izâfi, vehmi varlığına verip de, "Ben öldürdüm" veya "öldüremem" dediğin anda beşeriyetin göbeğine düşmüş, beşeriyet bataklığına saplanmış, tepesi üstü dibe doğru gidiyorsun demektir.

Her neyi ki, izâfi, vehmî varlığın olan, kendini Hilmi sandığın, var sandığın şu bedenine atfettin, o anda şirke düşmüşündür.

Varlığı tümü ile Hak olarak müşâhade ettiğin gibi, buradan sâdır olan fiillerin de faîlinin Hak olduğunu, o fiilerin isimlerinin Hakk’ın isimleri olduğunu müşâhade etmek zorundasın.

Bu sadece, Yumiyd ismi için değil..

Dün akşam şurda, örümceği Sema öldürdü... Bir takım konuşmalar oldu seyahatten sonar... "Bu örümceği kim öldürdü?.." dedim. "Ben öldürdüm" dedi. "Sen mi öldürdün? " dedim. "BEN öldürdüm" dedi... O anda, Sema kalktı ortadan, "BEN öldürdüm" dedi...

Diyeni müşâhade edebiliyorsan ve bilerek söylüyorsan, "Ben öldürdüm" sözü câizdir. Ama, beşeri, izâfi varlığı kasdederek sanki bir Hulûsi, Sema, bir Hilmi varmış gibi, bunlara atfen, konuşursak; bunlara ayrı bir varlık vererek konuşursak bu şirk olur. Secdeden çok uzaktır bunu söyleyen, alnını topraktan kaldırmasa da!..

Ne kutlu bir evveldir insan ki, en son zuhûr etti... Ne gizli sırdır ki meydana çıkanın ta kendisi oldu!

Asliyeti itibarıyla var olan varlık zuhûr âleminde de kendinden gayrı olmadı.

Böyle olduğu halde sen, gece gündüz kendinden, kendi hakikatından şüphe edip durursun...

Kendini bir türlü kabullenemezsin, göremezsin. Hâlâ bu izâfi vehmî bedeni kendin sanırsın. Bu yüzden de ortada boşa dönüp durursun.

Zâten akılla (yani bu izâfi- cüz’i akılla) kendini bilmene imkân yok. Şu hâlde bilmemen daha iyi...

Cüz'î akıl, izâfi akıl denen akıl, vehmin hükmü altındaki akıldır. Akl-ı Küll denen akıl da, vehmî hükmü altına almış olan akıldır.

Bu izah da geçmişte yapılmamıştır. Akl-ı cüz vehmin hükmü altında olan akıl, Akl-ı Küll vehmi hükmü altına almış olan aklın târifidir, ismidir.

Yoksa dünya işi ile uğraşan akıl akl-ı cüz, âhiret işi ile meşgul olan akıl akl-ı küll gibi tâbirler meseleyi yayar, dağıtır. Ana öz nokta; Vehmin hükmü altındaki akla Akl-ı Cüz, vehmi hükmü altına almış olan akla da Akl-ı Küll denmesidir.

Düşüncenin sonu hayretten ibâret... İşte düşünce bahsi burada tamamlanmış oldu...

Gelelim üçüncü suale..

 

SORU 3:

Ben kimim?.. Bana benden haber ver!.. Kendinden kendine git derler; bunun mânâsı ne?..

Bana, "Ben nedir?” diye sordun.. “Bana Ben'den haber ver, Ben denilen kimdir?” dedin!..

Mutlak varlığa işaret edilince bu hakikat, “BEN” sözüyle anlatılır...

Her kim ki bilerek veya bilmeyerek “BEN” der, o anda gerçekte “MUTLAK VARLIK”a işaret etmektedir.

Ancak perdeliliği hükmü ile bu bedeni kasdettiğini sanır ve bu sanısı dolayısı ile şirke düşer. "Şüphesiz ki bazı zânlar suçtur" âyetinin kapsamına girer.

Bu âyetin kasdettiği esas ana suç; “BEN” kelimesini kullanan varlığın, “BEN” kelimesini bedene atfen kullanması hâlidir.

Vehmîn hükmü altından kurtulmadıkça “BEN” kelimesini hakikate atfen kullanmak mümkün olmaz.

Hakikat, varlık sûretlerinden bir sûrete bürününce, söz arasında sen O'na "Ben" dersin!

Buradaki "Varlık sûretlerinden bir sûrete bürününce" cümlesi ilekastettiği mânâ; Hakk'ın kendisine mahlûk ismi altında, bir varlık ismi takmasıdır. Bunu kasdediyor.

Bir nesneye bürünmek deyince; biz, bir nesneyi örten başka bir nesne anlarız. Halbuki gerek burda olsun, gerek Yunus'un "Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm" sözündeki mânâda olsun, “bürünülecek bir nesne ve bürünen” ikiliği kasdedilmemektedir.

Buradaki bürüyen nesne sadece ve sadece isimdir, varlık değil. "Ete, kemiğe büründüm" derken; "Ben aslında etin, kemiğin içindeki ayrı bir ruhum; etle, kemikle kendimi kapladım" mânâsını anladığımız anda şirk hâsıl olur. İkilik hâsıl olur.

Bu, yanlış bir anlayışla hulûle de gider. Ruh geldi, ete kemiğe girdi, sanılır ki, umumi anlayış da bu düzeydedir. Halbuki bu şirktir. Ne Yunus bunu kasteder, nede burada Şeyh Şebüsteri bunu kastediyor.

Bürünmekten kasıt, Varlık ismini almaktır... Kendine "kul" adını takmasıdır. "Mahlûk" adını takmasıdır.

Ben ve Sen, asıl varlığın ârızî sûretleriyiz.

Yani, zâhirî mânâda kullanılan ben-sen kelimeleri hakiki varlığın kendine geçici olarak taktığı bir takım isimler…

Varlık kandilinin kafesleri mesâbesindeyiz.

Cisimlerle ruhları Tek bir nûr bil! O nûr, kâh aynadan görünür, kâh kandilden...

Yani, cisimler ayrı, ruhlar ayrı diye bir şey düşünme!.. Cisim ve nûr aynı şeydir.

Cisim ve ruh aynı şeydir. Fakat, o nesneye bakan aracın kabiliyetine göre "Ruh/Cisim" tefriki yapılır. Eğer o nesneye bakan aracın görme kabiliyeti genişletilirse Ruh ve Cisim aynı ve tek bir nesne olarak gözükür.

Bu, göz denilen maddî aracın görme yeteneğinin kısıtlılığından doğan ikiliktir.

Sen, söz arasında, "Ben" dedikçe, Bu söz ile, kendi var sandığın izâfi ruhuna işaret edersin...(Halbuki böyle bir şey yok!)

Kendine aklı kılavuz edersen, bir cüz’ün olan ruha kapılır, kendini bilemezsin!..

Yani, kendine vehmin hükmü altında olan aklı kılavuz edinirsen, hakiki varlığının bir tecellisine verilen Ruh ismini, kendi bedenine ait özel bir varlığın varmış gibi düşünür, kabullenir, kendini bilemezsin.

Hocam, yürü, kendini iyi tanı!.. Şişmanlık, hastalıktan meydana gelen şişkinliğe benzemez ki...

Ben ve Sen’in hakikatı cândan da üstündür, tenden de... Bu ikisi de (cân ve ten) hakiki "BEN"in cüzleridir...

Ki, gerçekten cüz diye bir şey dahi söz konusu değildir. Ama, anlatma bâbında burada hakiki "Ben"in cüzleridir tâbirini kullanıyor.

Ben sözü, yalnız insana mahsus değildir ki, "ruha işarettir" diyesin!..

"Ben" sözü, yalnız insana mahsus değilki, tüm varlıkta "Ben" sözü geçerli, Teklik itibarıyla...

Bu, yol varlığından da kurtul, imkân âleminden de!.. Âlemi bırak da kendi kendine bir âlem ol!

Yani, "Ben bir cüz’üm, bir târikatte, bir yolda ilerleyeceğim de, hakikate varacağım da, ondan sonra "ben" ortadan kalkacağım, Hakk’a varacağım" gibi düşüncelere kapılmışsan sen zaten baştan bu işi kaybetmiş gitmişsin.

Niye? Çünkü, evvelce sen, "ben" diye bir varlığın olduğunu kabulleniyorsun. Târikat, yol diye bir şey düşünüyorsun. Sen bu izâfi, cüz’i, var sandığın benliğinle, o târikat dediğin yolda yürüyeceksin, neticede bir yere varacaksın... Vardıktan sonra, orada bu benliğin yitirilecek, Hakk’a ulaşmış olacaksın!

Böyle bir şey tümü ile mûhâl!.. Boş!.. Hayal!.. Vesvese!..

Çünkü, sen hiçbir zaman zaten var olmadın, var değilsin!.. Varlık, Hakk’ın varlığı...

HUviyetin, vehîmden doğan "H"si görüş zamanı iki göz şekline girer, bir iken iki görünür.

Huviyet, Allâh’ın Huviyeti... Ahadiyet makâmına işaret eder. ‘H’ harfi, Huviyete... Huviyetin başındaki H harfi iki gözlüdür. Arapça yazılışında yanyana iki tane yuvarlak birleşmiştir. Ortadan aşağı doğru uzanan bir çizgi çıkar.

"Vehîmden doğan “H”si, görüş zamanı iki göz şekline girer, bir iken iki gözükür." Yani, "Hüviyet" yazarken baştaki “H”, neticede vehmi meydana getirir. Vehîm de varlığı iki imiş gibi kabul ettirir. Yani, varlığın iki kabul edilişi, vehîm hükmü iledir...

Buradaki vehîm, kul’da, bizim gördüğümüz "var sanma" değildir. Allâh’a nisbet edildiği zaman vehmin mânâsı; "Var kabul ediş"dir... Burayı iyi anlamak lâzım!..

Vehîm kelimesi beşerî istılahta, var sanılan cüzlere nisbetle kullanıldığı zaman yani, Hilmi, Ahmet, Sema, Hulûsi için kullanıldığı zaman, "var olmayan şeyleri var sanmak, var olan şeyleri yok sanmak" anlamında kullanılır.

Fakat, Allâh’ın katındaki mânâsına geçildiği zaman; "Var olmayanı var kabul etmek, var olanı yok kabul etmek" anlamına gelir...

Bu ikisinin arasındaki mânâ farkını, nüânsı çok iyi anlamak lâzım ki, vehmin ne olduğu ve ne olmadığı açık seçik ortaya çıksın...

Allâh, var olmayanı, "var kabul ederek" âlemi meydana getirmiştir.

"Ve, bu kabul edişiyle Allâh, vehîmle, hayal âlemini meydana getirmiştir."

"Allâh vehîmle hayal âlemini meydana getirmiştir" dediğimiz zaman bundan kasıt şudur: Allâh, kendinden başka varlık var olmadığı hâlde, varmış gibi kabul ederek; kendi eserlerini, kendi isimlerini, mânâlarını varmış gibi kabul ettiği bu varlıkta zâhir kılmıştır. Seyretmeye başlamıştır!..

Dolayısıyla, âlemlerin aslında vehîm, ana tohumdur...

Bu kabul edilişin neticesinde de hayal âlemi denilen "Hayal Âlemi" hasıl olmuş. Bu Hayal Âleminde, tüm varlık, mevcûdat zâhir olmuştur.

Tüm kâinatın aslı; yani Mülk, Melekût Âlemlerinin aslı ve, Mülk ve Melekût Âlemlerinin dayandığı Ceberût Âlemi yani, “Hakikat-i Muhammediye - İnsan-ı Kâmil”in aslı, vehîmle var olmuştur.

 “Hakikatı Muhammediye - İnsan-ı Kâmil” dediğimiz şey vehimle var olmuş, sonra Hayal Âlemi ile de Melekût ve Nasût Âlemleri hâsıl olmuştur.

Lâhut Âlemi, vehimle Ceberût Âlemi hâline gelmiş, hayal hükmü ile de Melekût ve şehâdet âlemleri, nâsut âlemleri meydana gelmiştir.

Burada, şu sual akla gelecektir: İnsan-ı Kâmil’in - Hakikat-i Muhammediye’nin aslı vehîm midir?..

İsmi vehîmdir, aslı değil!

Hak, kendi varlığına, İnsan-ı Kâmil - Hakikat-i Muhammediye adları takarak vehîm yolu ile İnsan-ı Kâmil - Hakikat-i Muhammediye’yi meydana getirmiştir. Ama, İnsan-ı Kamil - Hakikat-i Muhammediye isimleri ile kastedilen varlık asliyeti itibarıyla, Hakk’ın varlığıdır...

Şu açıkladığımız hususu, bizden evvel, bugüne kadar, bu şekliyle hiç kimse açıklamamıştır!.. Biz açıklıyoruz bunu ilk defa...

Dolayısıyla, Ceberût âleminde var olan İnsan-ı Kâmil veyahut da Hakikat-i Muhammediye diye kastedilen veya bir diğer adı da bunun, Akl-ı Evvel’dir… Kastedilen bu varlık, İlâhi var kabul edişle meydana gelmiş olması hasebiyle, İlâhi vehîmden meydana gelmiştir. Oluşumu itibarıyla, aldığı isim itibarıyla, vehîmden meydana gelmiştir. Fakat, asliyeti ve hakikati itibarıyla Hakk'ın kendisidir!..

İşte bu, Ceberût Âlemi, Hakikat-i Muhammediye, Akl-ı Evvel, İnsan-ı Kâmil... Hangisini kasdedersek edelim; Kendinde kendi mânâlarını, isimlerini ve sıfatlarını görmek suretiyle, görmeye geçtiği An’da da hayal âlemi başlamıştır.

 "Hayal-i Kebir" denilen âlem başlamış ve burada Melekût Âlemi’nin yani, "Esmâ-ül Hüsna" diye kastedilen ana âlemi’nin ve bunun eserleri olan Efâl Âlemi’nin yani, Mülk Âlemi’nin, Şahâdet Âlemin’nin, Cisimler Âlemi’nin, Radyasyon Âlemi’nin oluşumları meydana gelmiştir...

İşte şimdi burada, Zât Âlemi, vehîmden hâsıl olan Ceberût Âlemi ve Hayal-ı Kebir’den hâsıl olan Melekût ve Nâsut Âlemlerinin izahını yapmış olduk. Vehîm ve hayal kelimelerinin hakiki mânâlarını söyledik, izâfi mânâlarını değil!

Tekrar toparlayalım: Allâh’a nisbetle söylenildiği zaman vehmin mânâsı, "Yok’u, var kabul etmek..." Beşere, birimsel varlıklara nisbetle kullanıldığı zaman, "Yok’u, var sanmak, Var’ı yok sanmak"tır..

Fakat "H", Allâh sözüne katıldı mı arada ne yolcu kalır, ne yol!..

Yani, vehimden doğan "H"nin iki gözlülüğü Allâh kelimesinin sonuna geldiği zaman tek yuvarlak olarak kalır, Allâh kelimesinde... Dolayısıyla orada ikilik söz konusu olmaz. Ne yol ne yolcu, ne Hak ne kul kalmaz!

Varlık Cennet olur, imkân âlemi Cehennem kesilir. Ben ile sen de arada Berzâh haline gelir.

Varlık Cennet olur... Çünkü, bütün varlık Hakk’ın varlığı olduğuna göre, Hakk’ın varlığı Cennet hâlidir.

İmkân âlemi, yani isimlerden doğan hayal ile meydana gelmiş olan ve bunun hükmünden doğan duygular âlemi de cehennem âlemidir.

"Ben ile sen de arada Berzâh haline gelir." Yani, ben ile sen gibi varlıklar da bu ikisi arasında bir geçit hükmündedir.

Önündeki şu perde kalktı mı, ne mezhebin hükmü kalır, ne dinin!..

"Önündeki perde kalktı mı…" yani, vehîmden doğan, kendini "ben" sanma hükmü kalkıp da, ben diye sandığın şu varlığın olmadığını idrâk ettiğin anda, daha doğrusu, Ayn-el Yakiyn yaşama hâli hâsıl olduğu anda ne mezhebin hükmü kalır, ne de dînin!..

Bir daha okuyalım buradaki cümleyi: "Önündeki şu perde kalktı mı, ne mezhebin hükmü kalır, ne dinin!.."

Bütün şeriât hükümleri senle benden doğar!.. Çünkü bu hükümler, senin cânına, tenine bağlıdır.

Arada senle ben kalmayınca, Kâbe nedir?.. Havra nedir, Kilise ne?..

Mukayyet varlık, “ayn” (göz-hakikat) kelimesinin üstüne konan ve vehimden doğan bir noktadır. Aynın arındı mı gayın, ayın olur.

Kayıtlı görülen, çeşitli isimler almış olan varlıklar "ayn" harfinin... Arapçada ayn harfi şöyle; Üstte bir ağzı açık kapalı daire, bir de onun altındaki büyük dairedir. Onun üstüne bir de nokta konur. O nokta, vehîmden doğmuş olan bir noktadır. O nokta kalktığı zaman gayn, ayn olur.

Yani, o nokta varken o harf, gayn’dır. Ama esası o harfin ayn’dır... Yani, üst üste biri küçük, biri büyük ağızları açık iki daire... Bunun üstüne vehîmden doğan bir nokta konur, bu gayn olur. Ayrı ayrı varlıklar varmış hükmü doğar.

Fakat bu nokta kalktığı anda, yani vehim kalktığı anda gayn, ayn olur... Hakikat kalmış olur ve hakikatın dışında hiçbir şey kalmaz…

Gayn’ın noktası arındı mı, ayn kalır!.. Gayn kalkar, ayn olur.

Yolcunun aşacağı yol, bunca tehlikeleri olan bir yol ama, aslında iki adımdan fazla değil ki!..

Bir adımı, zâhiri varlıktan geçmek... Öbür adımı hakiki varlığa erişmek...

Birinci adım, zâhiri varlıktan geçmek... o perdenin kalkması!..

Öbür adım da, hakiki varlığına erişmek, kendini tanımak!

Birinci perde ile kendini buluyorsun, ikinci adımda da kendini tanıyorsun.

Birinci adım, ilm-el yakiyn’den Ayn-el yakiyne geçmektir. İkinci adım, Ayn-el yakiyn’den, Hakk-el yakiyne geçmektir.

Kendine geçmek, Ayn-el yakiyn ile olur. Kendini tanımak, Hakk-el yakiynde olur.

Bu görüş yerinde... Toplulukla ayrılık aynı şey... Çünkü, tek sayı, bütün sayılara yayılmış, bütün sayıları meydana getiren, O!..

Bu görüşe erdiğin zaman, burda, cem ve fark denilen hâller aynı şey olur. Ayrı ayrı şeyler kalmaz. Çünkü tek sayı bütün sayılara yayılmış, bütün sayıları meydana getiren O!.. İlk kasette konuştuğumuz “bir”den çok sayılar…

Sen, “Bir”liğin ta kendisi olan topluluksun!.. Sen, çokluk halinde zuhûr eden “Tek”sin!..

"Çokluk âleminde zuhûr etmek" ne demek?.. Bunu daha evvel de söylemiştik.

Çokluk âleminde zuhûr etmek demek; Kendine çeşitli isimler vererek, çok varlık varmış gibi kabul ediştir..

Çokluk âlemindeki zuhûrun mânâsı; Avam’ın anladığı mânâda, bir varlıktan bir çok varlıklar hâlinde meydana geliş değildir.

Bir varlığın bölünerek, parçalanarak, uzayarak şekil değiştirerek, mâhiyet değiştirerek, çok varlık hâline gelmesi demek değildir.

Çokluk, yani, kesretin mânâsı; Tek varlığın kendisine pek çok isimler koyarak, bu isimler yönünden kendine bakarak, çok varlık varmış gibi kendini kabul edişidir.

Yoksa, pek çok ayrı ayrı varlıklar var.. Bunlar, "Öz’de, Tek’dir" mânâsı değil!.. Burayı da çok iyi anlamak lâzım. Ayakların kaydığı, bir çok velilerin dahi çözemediği noktalardan biri de budur.

Cüz’i âlemden geçip, Külli Âleme varan kişi, bu sırrı görür yaşar bilir!

 

S0RU 4:

Yolcu nasıl kişidir? Yola giden kimdir? Kime, tam ve kâmil kişi diyeyim?..

Yani, Mürîd, kimdir? Târikat nedir? Mürşid-i Kâmil kim olur?

Bir de, yolcu kimdir? dedin.

Mürîd; "Yola düşen ve aslından haberdar olan" kişidir.

Mürîd; Yoldaki konakları çabucak geçen, dumandan arınmış ateş gibi, varlığını yakıp, arınan adamdır...

Şöyle bil ki, yolcunun yol alması, ayıbı, noksanı bırakarak imkân âleminden vücûp âlemine gitmesidir. Bu da mânevî bir yolculuktur.

Yani, Hakk’a yönelen kişinin ayıp ve noksan görmeyi bırakarak, (ayıp ve noksan görmekten kasıt; Bir mânâda kulların yaptığı çeşitli işleri eksik, noksan, yanlış ve ayıp görmek mânâsına alınıştır.) Burada; "Beşeriyetten doğan kusur ve eksiklik olması hâlini bırak!" demek istiyor.

Çünkü, beşeriyetin her hâli noksanlıktır, eksikliktir, kusurdur, şeklinde bir temâ vardır.

Eğer varlık, Hakk’ın varlığı ise, beşeriyet ismi düşer. Beşeriyet isminin düşmesi demek, beşeriyet ismine bağlı olan ayıp, noksan, kusur gibi hâllerin de otomatikman düşmesini gerektirir.

Bu da şöyle olur: Hakk’ın varlığı tam bir kemâl üzere olması hasebiyle herhangi bir eksiklik, noksanlık görüşü kalmaz.

Bu kalmayışın sebebi de şudur: Eksiklik, noksanlık veya ayıp görüşü, izâfetten doğar. Yani, bir nesnenin bir nesneyi kendi yapısına göre kıyaslaması dolayısıyla, o nesneyi eksik, kusurlu, ayıplı ve yanlış görür...

Halbuki eksik, kusur, yanlış görmeme ve her şeyi kendi kemâli üzere görebilme hâli ancak, Hakk’ın görüşüne göre mümkündür.

Nesneler, birimler, varlıklar söz konusu olduğu zaman mutlaka kendi açılarından diğerlerine bakışı hâsıl olacağı için, bundan dolayı da eksik, noksan, kusurlu görüşler hâsıl olur ve bu, asla kalkmaz!

Yani, Hakkani bir gözle kendi kendini seyir hâli olmadığı sürece, ayıp, eksik, noksan, kusur görürüşü kalkmaz. Kalkması da muhâldir!

Bir birimin bakışı Hakkani bakış değilse, kendi yapısına kıyasla veya başka herhangi bir başka nesneye, ölçüye kıyasla karşısındaki nesneyi değerlendirmeğe gideceği için burda, izâfi bakış söz konusu olduğundan, mutlaka o nesnede kendi yapısına veya kriterine uymayan bir takım şeyler görecek ve onu eksik, kusurlu, yanlış, noksan değerlendirecektir.

Ancak, Hakkani bir bakışla baktığı zaman, Hakk’ın kendi kendini seyri olduğu için tüm bu kelimelerin mânâları bir anda düşecek ve böylece vücûp âlemi denilen, Hakk’ın kendi kendini seyri hâli başlayacaktır...

Birlik âleminden bu âleme nasıl geldiyse, bu sefer de ters yüzüne gider. Konakları aşa aşa nihayet Hakikat'a, Bir’lik âlemine varır ve Kâmil İnsan olur.

İnsan, bu varlığa gelirken başından neler geçti?.. Nasıl doğdu?.. Önce, onu bil!..(Buradaki insandan kasıt, birimsel yapıdır. Ruhsal-bedensel yapıyı kastediyor.)

Evvela "cemâd" hâlindeydi, sonra izâfi ruhla bilgi sahibi oldu.

Evvela cansız durumdaydı, sonra kendisine atfedilen bir ruhla, bir şuurla, şuur sahibi olmaya başladı.

Derken, Allâh’ın kudretiyle harekete geldi. Sonra da Allâh’ın ihsanıyla, dilediğini yapar bir hâl aldı...

"Allâh’ın kudretiyle harekete geldi" sözünden kasıt; İlâhi kudret, irâde sıfatlarına mahâl olması, yani İlâhi irâde ve kudret sıfatlarının kendinden tezâhür eder hâle gelmiş olması...

Bundan sonra da İlâhi irâde ve kudret sıfatlariyle dilediğini yapmağa başladı...

Doğdu... Çocukluk çağında, tekrar bu âlemi duydu, gördü.. Bu âleme ait duygularla kuruntular vehîm onda açıkça meydana geldi çocukluktan başlayarak.

İnsan da, bu cüz’i şeyler bir araya gelince, bu cüzler âleminden, küller âlemine yürüdü.

O’nda kızgınlık ve şehvet meydana geldi. Kızgınlık ve şehvetten de hırs, nekeslik ve ulûlanma hâsıl oldu. (Yani cimrilik ve ulûlanma, kendini büyük görme gibi hâller meydana çıktı.)

Derken, şeytândan, canavardan daha kötü bir hale geldi.

Bu insanlık noktası, (İnsanın bu yapısı ile bulunduğu nokta.) mutlak hakiki varlığa nazaran en aşağı bir noktadır. Çünkü, Birlik noktasının tam karşılığıdır.

Bu kötü işler yüzünden, çeşitli bir çokluk âlemi zuhûr etti... İnsan da, ilk âlem olan “Bir”lik âlemiyle tam karşı karşıya geldi, ve işte bu zuhûrun son noktası oldu..

Eğer bu tuzağa tutulup kalırsa, bu hayvan sıfatlarından kurtulamazsa azgınlık ve sapıklıkta hayvandan da aşağı olur.

Çünkü hayvan, hayvanlığını insanlık şuuruna sahip olarak yapmaz. İnsan kuvvet, kudret ve hasletlerine sahip olarak hayvanlık yönünde, bedenin hayvanlığı istikametinde bedeni kullanmak, hayvanlığın zirvesine çıkmaktır. Hayvanlıktan da beter, bu duruma düşmektir, diğer bir tâbir ile!

Yok... Eğer Cân âleminden bir nûra kavuşur, cezbe feyzine nâil olur, yahut da cezbenin aksi olarak bir kat’i delil elde eder de...

Gönlü, Hak sırrına sırdaş olursa, bu defa o sırra dayanarak geldiği yoldan geri dönebilir, aslına ulaşır.

Cezbe ile, yahut kat’i delil ile yakiyn’e erer, hakiki imânâ yol bulur.

Hakiki imândan mânâ, kendi varlığının, aslının, hakikatının Hak olduğuna şeksiz şüphesiz inanmaktır... İmânın hakikatı budur.

Taklîdi imân, bir yaratıcının, bir ilâhın var olduğuna ve onun kendisini meydana getirdiğine inanmaktır.

Hakiki imân ise, kendi varlığının hakikatının, aslının, Hak olduğuna imân etmek demektir. Yani, İlm-el Yakiyn hâlidir, hakiki imân...

Kötü kişilerin düştükleri Siccîyn’den çıkar, iyi kişilerin makâmı olan İllîyîn’e yüz tutar;

Kötü kişilerin düştükleri siccîynden kasıt; Beden kayıtları ile, kendini beden olarak kabullenmesi… Siccîyn, bu dünyada, budur.

İllîyîn de; Bu bedenin kayıtlarının ötesinde kendini seyretmesi, müşâhade etmesi hali...

Hemencecik tövbe eder, seçilmiş Âdemoğulları arasına katılır, insan olur.

Kötü işerden arınır, İdris Nebi gibi gökleri aşar.

Pis huylardan kurtulur, Nuh gibi hakikatte ayak direr.

"Pis huylardan kurtulur." Yani, bedenin tâbiatının gereği olan bir takım huylardan, kayıtlardan kurtulur, Nuh gibi hakikatte ayak direr.

Cüz’i kudreti, Külli kudrette yok olur da Halil gibi Hakk’a dayanır.

Burada da bir noktaya daha işaret etmiş, kapalı bir şekilde; Halil İbrahim Nebinin, yani, İbrahim AleyhisSelâm'ın "Hakk’a dayanır" sözünden kasıt, Cüz’i kudretin Külli Kudrette yok olmasıdır!..

Burada aynı zamanda tevekkülün de hakikatına işaret ediyor. Tevekkülün hakikatı odur ki, beşerî ismi ile kastedilen irâde ve kudreti terkederek Hakkani vasıfları ile tahakkuk etmektir.

Hakk’a dayanmaktan mânâ; "Ben bir varlığım, ben bir cüz’üm. Hakk’a tevekkül ettim, Hakk’a dayandım... Hak, benim namıma işini görür." diyerek öteye atma değil!

Kendindeki Hakkani vasıfları bulup, yaşayıp, onun gereği gibi tahakkuk edebilmektir, Hakk’a dayanmak...

Yoksa, burada ikilik anlayışından doğan bir ilâh- kul, ve kulun ilâha yönelmesi, ona dayanması, ona güvenmesi gibi bir hâl kastedilmiyor.

Dileğine Hakk’ın râzılığı uyar, Musa gibi o ulû kapıya gider.

Kendi bilgisinden kurtulur, İsa nebi gibi gök ehlinden olur.

Neticede, kendi cüz’i, vehme dayanan bilgisinden kurtulur... "İsa nebi gibi gök ehlinden olur."

Bundan kastı da, "Yukarıda, üçüncü kat Sema’da oturur" anlamına değil!..

Gök ehlinden olması; İlâhi sıfatlarla tahakkuk ederek, Hak ile Hak olarak yaşaması demektir.

Bir uğurdan bütün varlığını yağmalar, Ahmed’in ardına düşüp Mi’râca çıkar.

Başlangıçta, Ahad’ın Ahmed’e dönüş hikâyesini anlatmıştık. Burada da "Ahmed’in ardına düşüp Mi’râca çıkar" diyor.

Ahmed’in peşinden koşar, Ahmed’e ulaşmak ister! Muhammed’e, demiyor.

Burada "Ahmed" kelimesini kasıtlı olarak kullanıyor. “Ahmed” mânâsını kastederek! Detayına girmiyorum. Daha önce geçti.

Dairenin bitim noktası olan insanlık, ilk ve başlangıç noktası olan Mutlak Varlığa, Birlik Âlemine erişti mi, artık o makâma ne bir melek sığar, ne şeriât sahibi bir nebi!..

Çünkü, O Tek’lik Âleminde bütün bu isimlerden doğan mânâların yeri yoktur!.. "Yeri yoktur" derken; Bunlar vardır da orda onlara yer yok!, değil...

Oraya gelene kadar, bunlar eriyip yok olur gider, orada kendi Vahdeti ile Hak kalır...

Nebi güneş gibidir, Veli ay gibi... Bunlar, "Benim bir zamanım olur ki o vakit Allâh ile beraber kalırım" makâmında birbiriyle karşı karşıya gelirler.

Nebilik, kemâli bakımından her şeyden arıdır. Velilik, Nebilik ile zuhûr eder. Nebinin veliliği gizlenmez!..

Velâyet hâli, Velî’de gizlidir. Fakat, Nebi’de apaşikâr görünür durur.

Herhangi bir velinin zâhiren tanınması mümkün değildir. Çünkü, zâhiren sen, ancak O’nun beşeriyetini görürsün, bedenini görürsün. Bedenin içindeki velâyet hâli olan ilmi, yaşantıyı dışarıdan görmenin imkânı yok!

Ancak, Nebide bu böyle değildir. Senin, Velî diye tahâyyül ettiğin bir yapının iç yaşantısı, nebi denilen kişide, dış yaşantı hâlini almıştır.

Dolayısıyla, bu dış yaşantısına baktığın zaman sen "Bu bir nebidir, evet!.." diyebilirsin. Yani, velâyetini, Velînin içinde gizli olan yaşantısını, Nebi’nin dış yaşantısında görürsün.

Ve, Nebi’nin dışında gördüğün yaşantıyı, Velî’nin dışında aradığın zaman Velîyi bulamazsın. Buna imkân yok!.. Velîlik, bâtında gizlidir, zâhire çıkmaz!.. İşte, Velîlerin tanınamaz olmalarının en mühim sebeplerinden biri de budur.

Nebi’nin nebiliği bâtında kalır. Zâhirde velâyeti vardır... Buna mukabil Velîde, velâyeti bâtındadır, dışarıda beşeriyetini görürsün. Fark, buradan gelir...

Velî, Nebiye uyar da adeta O’na hemdem olur ve velîlik âleminde Nebiye mahrem kesilir.

İşte bu suretle âyetteki, "Allâh’ı seviyorsanız" makâmından, "Bana uyun ki, Allâh da sizi sevsin" makâmına yol bulur.

Birinci makâm: Allâh’ı seviyorsanız, bana uyun!..

İkincisi: Bana uyun da, Allâh da sizi sevsin...

Birincide henüz gaîbîyete atma var. İkincide zâhire çıkma var.

"Bana uyun ki" derken hitâbı Hak olarak yapıyor. Fakat, karşıda perdelilik hâli tecelli etmişse o perdelilik, bu hitâbın beşeriyetten geldiğini sanıyor.

Beşeriyetten geldiğini sanması hâli, perdeliliğinin açık seçik delilidir. Hak ile konuşur, fakat Hak ile konuştuğunun idrâkinde, şuûrunda, bilincinde değildir. Çünkü perdelidir!..

"Eğer bana uyarsanız Allâh da sizi sever!" Yani, açık!..

O hâlvet makâmında Allâh’ın sevgilisi olur, tamamıyla Hakk’ın cezbesine tutulur.

Velî, mânâ bakımından tâbidir. Mânâ bucağında ibâdet ehlidir.

Mânâ bakımından tâbidir derken, Velî yani, Hakk’ın direkt tasarrufunun üzerinde yürüdüğü ve bunun bilincinde olan kişidir. Ve bu hareketi ile hakiki ibâdetini yerine getirmektedir. Sûri ibâdeti değil, şekilde olan ibâdeti değil!

Velî seyrinde geri döndü, tekrar başladığı yere vardı mı işi tamamlanır, kemâle erer.

Yani, Esfelis-sâfilîynden tekrar kendi aslına, hakikatına döndü mü orada işi tamamlanır, kemâle erer. Tekrar dünyaya dönmesi, Velî için esasında şart değildir.

Ancak, Nebi için bu şarttır. Yani geri dönüş Bâka hâli veya görev alma hâli denilen şey yeniden kulluk kayıtları ile kayıtlanma, şeriât hudutları ile hudutlanma hâli Nebi için şarttır. Veya o devirde bir nübüvvet verâseti yolu ile bir görev alacak kişi yönünden bu şarttır.

Eğer böyle bir görev söz konusu değilse, Velî aslından geldi, esfelis-sâfilîynde dünyada beşeriyeti ile yaşadı, tekrar aslına dönüp kendi hakikatını buldu, idrâk etti, yaşadı ise, o dairesini tamamlamıştır.

Tam ve kâmil insan o adama derler ki, Sultan iken kulluk eder. Yolları aştıktan , makâmına eriştikten sonra Hak, onun başına halifelik tâcını koyar.

Yok olduktan sonra tekrar var olur. Yolun sonuna kadar varır da sonra, tekrar başladığı yere döner.

Şeriâtı kendine iç elbisesi yapar, ona bürünür. Târikatı da dış elbisesi yapar, onunla süslenir.

Burada da çok ince bir nükte yapmış. Ancak, bunu, ehli müşâhade eder. "Şeriâtı kendine iç elbisesi yapmış" diyor.

Şeriâtı kendisine iç elbisesi yapmıştır derken, şeriâtın mânâsını iyi anlamak lazım.

Avamın şeriâttan anladığı, zâhir hükümler ve şekildir sadece! Halbuki burada, "şeriâtı kendisine iç elbisesi yapar" derken, şeriâtı, hakiki mânâsı ile kastediyor.

Şeriât, Târikat, Hakikat ve Mârifetin dört mertebesi; Aslında Şeriât ve Kur’an dediğimiz mecmû’dur, küll’dür!

Bunu iç elbisesi yapmak Hakkani bir yaşantının ta kendisidir.

Şeriâtın iç elbisesi olması bâtıni bakıştır. Bâtıni bakış da, Hakkani gözdür, Hakkani müşâhadedir, Hakkani mertebede değerlendirilmesidir. Dolayısıyla, şeriât içtedir.

Dışta da târikatı dış elbisesi yapar, onunla süslenir, târikat düzeyinin davranışlarını dışında gösterir.  Her ne kadar içi böyle ise de.

Bu mesele "Lübb-ül Lüb"de, "Velînin dışındaki davranışları ile içindeki idrâk müşâhadesi hâli" diye bahsedilen bahiste geçiyor.

Velî münâfık olmaz mı?.. "İçi başkadır, dışı başkadır" diyor.

Muhyiddin-i Arabî’nin, İsmail Hakkı Bursevî’nin anlatmaya çalıştığı olayı burada bu Zat, "Şeriâti iç elbisesi yapar, târikatı dış elbisesi yapar" diye, bu farklılık durumuna bu nükte ile dokunmak istiyor.

Hakikatse O’nun Zâtı’na duraktır.  Artık O, küfürle imânı Zâtı’nda, cem eder.

Zât’ı itibarıyla hakikat mertebesinde yaşantısını devam ettirir. Artık O, yani HU, Hüve mazharı ile izah ediyor O’nu, yani, burada kişi yok!.. Hak isminden de bahsetmiyor... Artık Hüve, O!.. ‘Ki, O!’ mânâsına... Ben sen o, mânâsına da değil, Hüviyeti mânâsına! HU ismi, Zâti hüviyete kasteder.

HU, küfürle imânı Zâtı’nda cem eder. Küfür ve imân kendi Zâtından zuhûr eder. Nasıl zuhûr eder? Kabul ediş yolu ile zuhûr eder...

Olmayan şeyi kabul ediş yolu ile küfür ve imân meydana gelir. Yani, yok’dan var edilir küfür ve imân, Zât mertebesinden sonra!

Güzel huylarla huylanır... Bilgiyle, temizlikle, arılıkla tanınır.

Bütün bu söylediğimiz şeyler ondandır da O, hepsinden de uzaktır, hepsinden de münezzehtir. Hakk' ın kubbeleri altına girmiş, örtünmüş, gizlenmiştir.

Badem, ham iken kabuğunu kırarsan bozulur gider.

Fakat oldu mu artık bir kere badem, kabuğunu kırar, içini çıkarırsan bozulmaz!.. Elbette kabuksuz daha iyidir.

Burada demek istediği şeyi iyi anlamak lâzım…

Şeriât kabuktur, (yani zâhiri hükümleri itibarıyla) Hakikat ise, iç!.. Bu ikisinin arası da, târikattır.

Mürid yolda şeriâta riâyet etmezse bozulur.(Kabiliyetini kaybeder, gidiş-varış hedefini kaybeder) Fakat, erişti oldu mu, kabuksuz daha âlâdır, daha güzeldir.

"Şeriât kabuktur, hakikat iç... Bu ikisinin arası târikattır" dedi.

Yukarıdaki cümleyi atlamayalım: "Fakat erişti, oldu mu, kabuksuz daha âlâdır, daha güzeldir."

Kişi hakikate erişti mi, (Kişiliği düştü mü, kişi diye bir şey kalmadı mı) oldu demektir. Artık onun kabuğu yarılır, kırılır. Kabuk onu bağlamaz. Kabuğun kayıtlarından âzâdedir.

Varlığı bu âlemde karar edemez!.. Bu âlemden çıkar gider, bir daha da geri gelmez!.. Bir daha da asla ve kat’a geri gelmez.

Ya geri gelenler var ise? Geri gelindi sanıyorsan, geri gelen o değildir!.. Durumun yeri, şekli, gereği; O gidenin yerini alacak, o gidenin sûretinde ve yapısında başka bir oluş olur.

O başka bir oluş, dışarıda beşeriyet ismi ile isimlenmiş varlıkların bakışı altında, gene o eskisidir. Ama, ne çâre ki, o görünen eskisi değildir... O giden gitmiştir, bir daha geri gelmesi de mümkün değildir.

Bunu da çok iyi anlamak lazım!.. Çok ince noktalardan biri de, budur!..

Sonra, bir kere daha kabuğa bürünür de Güneş gibi parlar. Âlemi parlatırsa bu sefer, bir devir daha yapar.

İşte o yerine gelen! O giden gitti. Giden geri gelmedi!

Tohum gibi... Tohum da, suyla toprakla öyle bir ağaç kesilir ki, dalı yedinci kat göğü de aşar.

Sonra, aynı tohum bir kere daha belirir, Allâh’ın takdiri ile bire yüz verir.

Bir noktaya benzeyen tohum, kemâle erişince, çizgiye benzer, bir ağaç olur.

Bu suretle nokta iken çizgi şekline bürünür. Çizgi iken, yine nokta olarak ikinci bir devre başlar.

Yani, nokta ağaç olur, ağaçlıkta kemâle erer. Ağaçtan tekrar ikinci bir tohum meydana gelir, yeniden toprağa düşer.  

Ama, bu düşen tohum eski tohum değildir. Eski tohum tohumluğunu yaşamış, ağaçlığını yaşamış, işi bitmiştir. Ondan meydana gelen ikinci bir tohumdur toprağa düşen, o eski tohum değil!.. Yani, giden gitti.

Bir Velî diyelim... Velâyetiyle, velâyet ismi altında, aslı ve hakikatına kavuştuktan, ölmeden evvel öldükten sonra, tüm varlığı ifnâ olduktan sonra, Hak ile Hak olduktan sonra, artık yeniden dünyaya gelmesi söz konusu değildir.

Yolcu, bu dairede kemâl sahibi olunca, yine son noktaya varır.

Bir kere daha pergel gibi evvelki devrine başlar, ilk aştığı yolu aşar.

Gene o yolu aşıp bitirdi mi, Hak, başına Halifelik tâcını koyar.

Bu, mânâ bakımından tenâsuh değildir. Bunlar, tecelliye ait zuhûrlardır.

Yani, bir ruhun çıkıp tekrar gelmesi diye bir şey söz konusu değildir. Burda bazı tecelliler söz konusudur.

Birisine, "Nihayet nedir?" diye sormuşlar da, "insanın başladığı yere dönmesidir" demiş.

Nübüvvet, Âdem ile zuhûr etti. Kemâli, nebilerin sonuncusu olan Muhammed’de (Aleyhisselâtı vesSelâm) göründü...

Noktanın ikinci bir defa devir etmesi gibi, Nebi de bu âlemden sefer edince, velîlik zâhir oldu.

Âdem’den başladı, Hazreti Muhammed’de birinci devir tamamlandı. İkinci devir başladığı zaman bu, "velîlik" namı altında devam etti.

Velîliğin tam zuhûru da, velîlerin sonuncusu ile olacak. Kİ, İki Âlem de O’nunla tamamlanacak, O’nunla kemâl bulacak...

Nasıl birinci devir Âdem'le başlayıp Muhammed Aleyhis Selâtı vesSelâm ile bitti ise, ikinci devir de, Hazreti Muhammed AleyhisSelâm’dan sonra, velilerle başladı ve en Kâmil Velî olan Mehdi AleyhisSelâm ile sona erer.

Bütün velilerin varlıkları, son velinin âzâlarına benzer. O, Küll hükmündedir, öbürleri cüz!..

O’nun, Nebilerin sonuncusu olan Hazreti Muhammed ile tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zûhur eder.

Yani, O!.. Son Velî... Mehdi denilen Zât, Hazreti Muhammed'e ayna olan Zât'tır.

Hazreti Muhammed ile Mehdi arasındaki velîler de kemâlât itibâriyle geçmişteki diğer nebilere ayna olan zâtlardır.

Hazreti Âdem’den başlayıp, Hazreti Muhammed’e kadar gelen devre nasılsa, o devirdeki ileri gelen nebilerin her birinin bir aynası hükmünde bu bölümde de bir Velî ismi altında zûhur ediyor...

Hazreti Muhammed’in kemâlâtına ayna olarak da "İmâmı Mehdi" denilen Zât zûhur ediyor. Ve, Onda da kemâlât tamamlandıktan sonra, devre tamamlanmış oluyor.

İki Âlem de O’na uyar, Âdemoğulları içinde Allâh’ın Halifesi olur.

Güneşin nûru geceden ayrıldı mı, sabah çağına erişirsin. Gün doğar, en yüce noktaya çıkar.

Sonra, yine bu dönüp duran gökyüzü döner.. Güneş zevâl noktasına gelir, ikindi olur, akşam çağı gelip çatar.

Allâh Nebisi’nin Nûru, ulû ve yüce bir Güneştir. O Güneş, kâh Musa’dan göründü, kâh Âdem’den...

Cihân tarihini okuduysan, bu mertebeleri birer birer bilirsin.

Her an, güneşten bir gölgedir zuhûr etmiş, dinin derece derece yücelmesi için merdivenlik vazifesini görmüştür.

Muhammed zamanı, güneşin en yücede bulunduğu zamandı. Bundan dolayı Rasûlullâh’ın gölgesi yoktu. O, her türlü gölgeden, her çeşit karanlıktan arınmıştı...

Güneşin en yüce noktada bulunduğu zaman, yere dikilen şeyin ne önde gölgesi olur, ne arkada, ne sağda, ne solda!

Hazreti Muhammed de, yer yüzünde dümdüz, dosdoğru durdu. "Emredildiğin gibi doğru ol, doğrulukla hareket et!" emrine uydu, o emre göre hareket etti.

O’nun hiçbir karanlık gölgesi yoktu. O, ne aydın Hakk’ın Nûruydu! Ne güzel Hakk’ın gölgesiydi!

Kıblesi, doğu ile batı arasıydı. O yüzden de, Nûrlara gark olmuştu.

Şeytan bile O’nun elinde müslümân olmuştu. Gölge, O’nun ayağının altına girmiş, gizlenmişti.

Mertebeler, ayağının altındaydı. Bu topraktakilerin varlığı hep O’nun gölgesiydi.

Sonra, velilik, O’nun Nûruyla gölge saldı, doğularla batıları kapladı...

Ondan sonra, aynen O’nun zuhûrundan evvelki gölgelere uygun gölgeler meydana çıktı.

Şimdi, Ümmetten yetişen her ilim sahibi, Nebi’nin’in zamanından önceki bir nebiye karşılıktır. O nebinin sırrına mazhârdır.

Nebî, nebilikte kemâl bulunca, çâresiz bütün velilerden üstün olur.

Velilik de, velilerin sonuncusu ile kemâl bulur ve bu suretle ilk nokta, son nokta olur.

Âlem O’nun yüzünden emniyete kavuşur, imânâ ulaşır. Cânsızlarla canavarlar bile O’nun feyziyle canlanır, kemâl bulur.

Âlemde tek bir kâfir bile kalmaz, hakiki adâlet zuhûr eder.

"O, Vahdet sırrına mazhar olarak, yani son Veli Mehdi, Vahdet sırrına mazhâr olarak, Vahdetin bütün inceliklerini, tamamını bilerek, Hakk’ı hakkıyla tanır. Hakk’ın hakikatı O’nda aşikâr olur. O’nun devrinde kâfir kalmaz.

Çünkü kâfir, bilinçsiz kâfirdir. Kâfir, hakiki kâfir olduğu zaman zaten imânın getirmiş olduğu noktaya gelmiş olur.

Kâfir, ne diyor?.. "Benim dışımda, zaten Allâh diye, Hak diye bir şey yok!" Bu sözü ile, her ne kadar Hakk’ı ifade ediyorsa da perdelilik hâli ile, Hak’dan perdeli. Kâfirin sözü Hak’dır, hâli perdelilik, hâli bâtıldır...

Hakikat ehlinin sözü de aynıdır: "Hak var, gayri yok" der.

Her iki hâlde de; Hak, birisinde "Eniyeti" yolu ile, "Benden gayri yok" diyor. Ötekinde de "Hüviyeti" yolu ile...

Neticede de, dolayısıyla; "Âlemde kâfir kalmaz! O, hakikatı açıkladığı zaman!"

 

 

SORU 5:

Vahdet sırına kim vâkıf olur?.. Ârif olan neyi bilir, anlar?..

Vahdet sırrını da, yoldaki duraklarda duraklamayan, buralardan bir an evvel geçip yürüyüp hakikate ulaşan kişi anlar.

Ârifin gönlü varlık sırrını bilir, Mutlak Varlığı görür.

Hakiki varlıktan başka bir varlık tanımaz. Mukayyet ve mevhûm varlığı tamamıyla, oynar elinden çıkarır.

Hakiki mânâda, Ârif ismi ile kastedilen varlık, kendi varlığının dışında mukayyet ve mevhûm bir varlıkla kayıtlı değildir...

Vehimden doğan, bir takım kayıtlar içinde olan varlıkla, kendini kayıt altında tutmaz, görmez, müşâhade etmez!

Senin "ben" dediğin bu izâfi varlığın, dikenden, çerden çöpten ibarettir. Bunların hepsini gönlünden at!

Yürü, gönül evini süpür!.. Sevgiliye hazırla, güzel bir konak haline getir!..

O evden sen çıktın mı, O gelir... Sana yüzünü, sensiz gösterir.

Nâfilelere devam ede ede Allâh’ın sevgisini kazanan kişi, gönül evini "LÂ İLÂHE İLLÂLLAH" sözünün "lâ" (yoktur) süpürgesi ile siler, süpürür...

Bu suretle, Makâm-ı Mahmûd’da yer tutar... "Benimle duyar, benimle görür" sırrının nişânesi bulunur.

Fakat, Ârif’de varlıktan bir miktar bile kir kalsa, bilgisi hakikat derecesine varamaz.

En ufak bir varlık müşâhadesinin gözünde kalması, müşâhade ettiği varlıklardan bir an için bile olsun, birine "kul" gözü ile bakması, onun varlıktan arınmamış olduğunun delilidir, kesin ortada oluşudur.

Vahdete mâni olan şeyleri kendinden uzaklaştırmadıkça, gönül evinin içine nûr vurmaz.

Bu âlemde Vahdete dört tane mâni vardır. Onların da dört türlü arınması vardır.

1- İlk mâni: Bedenin ve elbisenin kirli oluşudur. Onları temizlemek gerek.

2- İkincisi: Gönüldeki günâh ve vesvese kelimelerinin mânâlarıdır. Gönlü onlardan da arıtmak gerek.

Burada bir an için günâh ve vesvese kelimeleri üzerinde duralım.

Kişinin kendini kişi sayması dolayısıyla günâh ve vesvese kelimelerinden anladığı bütün mânâların ortadan kalkması gerekir.

Ne zaman ki, günâh ve vesvese kelimelerinin mânâları tümüyle onun gönlünden kafasından, hatırasından silinir, işte o zaman bu kelimeler yitirilmiştir.

Burayı daha fazla açmamak gerek...

3- Üçüncü temizlik: Pis huyları terketmektir. İnsan kötü huylarla hayvana döner.

Bu pis huylardan kasıt; Beşeriyetten doğan şartlanmalar ve alışkanlıklar...

Bu, şartlanma ve alışkanlıkların kesinlikle terki zarûridir. Kopamadığın her bir alışkanlığın, senin için mutlak perdedir. Ve, bu perde kalkmadıkça da Hakk’ı müşâhade etmen, yakiyn hâline ermen mümkün değildir…

Âdet, alışkanlık, şartlanma kelimelerinin, mânâlarının tümü ile birlikte üzerinden düşmesi lâzımdır. Eski tasavvuf ehli bunun kalkması için çok büyük çalışmalar, seneler süren çalışmalar yapmışlardır, tâ ki bundan kurtulmak için...

Yani, "Ben, bu âdet ve şartlanmaları attım, benim için bir değeri yok!” demekle olmaz!.. Tatbikatı yüzde yüz şarttır.

4- Dördüncü temizlik de şu: Sırrını özünü, Allâh’dan başka her şeyden arıtmak. Yolcu, bu temizlikle yol alır, erişilecek makâma erişir.

Gönlünde, müşâhadende, Hak’dan gayrı bir isim kaldığı takdirde, mutlaka ve mutlaka o isimle Hak’dan perdelisin ve Vahdet haline girmen mümkün değil!

"Canım, ben böyle müşâhade ediyorum! Ama, "Beşeriyetin gereği olarak böyle konuşuyorum, böyle değerlendirme yapıyorum."  Olmaz!

İşte o yüzdendir ki, zâten bu hâli yaşayanlara meczûp, deli demişlerdir. "Kişi, deli olmadan veli olmaz" sözünün altında da bu noktaya işâret vardır.

Mutlaka bunun gereği yaşanmalıdır.

Bâtınen, gönülde, kafada, tahâyyülde yaşamak değil! Bilfiil yaşamak...

Kim bu temizliğe sahip olursa, Hak ile konuşmaya lâyık olur.

Varlığını (Benliğini, beşeriyetini meydana getiren bu izâfi yapını) elden çıkarmadıkça namazın nasıl olur da namaz sayılır ki?..

Ama, içini ayıplardan, kirlerden arıttın mı, namazın göz nûru kesilir. Arada hiçbir fark kalmaz da, bilinen ile bilen birleşiverir.

  

SORU 6:

Peki... Bilinenle bilen, O, Tek ve temiz Hak’dan ibâret ise, bu bir avuç toprağın başındaki sevdâ nedir?..

Hamd et! Hakk’ın nimetlerine karşı küfrânda bulunma!.. Sen Hakk’ı ancak, Hakk’ın nûruyla idrâk edebilirsin.

Ondan başka bilinen de yok, bilen de… Bunu anla, fakat toprağın kızışması ve verimli olması için güneşin ziyâsı, güneşin harâreti lâzım.

Zerre, güneşin ziyâsıyle güneşin harâretini elde etmek isterse, o ışığı, o harâreti umarsa, şaşılmaz ki!..

Yaratıldığın zamanı bir hatırla!.. Hatırla da, bu düşüncenin aslını oradan anla!

Hak; "Ben Rabbiniz değil miyim?" dedi. Kime dedi bu sözü? O anda; "Evet, Rabbimizsin!" diyen kimdi ki?..

Senin varlığın bile yoktu o zaman, ruhun bile yoktu...

Balçıkları yoğurdukları gün, gönüle de imân kıssasını yazdılar.

O yazıyı bir okusan, dilediğini hemen anlar, bilirsin.

Dün, kulluk etmeye ahdeden sendin... bugün, câhilliğinden unuttun gitti!

Hakk’ın kelâmı, o ilk ahdi sana hatırlatmak için indi.

Eğer o zaman Hakk’ı görmüşsen bu gün dünyada yine görürsün.

Bugün burada sıfatlarını gör ki, yarın Zâtını da göresin.

Bugün sıfatlarınla kendini göremiyorsan, arkasından Zâtını görmek hükmü de gelmez. Mümkün değil!.

Yok, eğer orada görmemişsen, beyhude çabalayıp emeğini zâyi etme!.. Yürü de Kur’andan: "Sen sevdiğini doğru yola getiremezsin!" âyetini duy!

Yüz yıl renklere dâir delil getirsen, yine de anadan doğma kör inanmaz!

Ak, kızıl, sarı, yeşil... Bütün renkler, O’na, ancak kara görünür...

Hele bir bak! Zavallı ve anadan doğma kör... Göz doktorunun ilâcı ile nasıl iyileşebilir.

Vehmin hükmü altındaki akıl da, âhiret hâllerini görmede, dünyadaki anadan doğma köre benzer.

İnsanda aklın ötesinde öyle bir hâl var ki, gizli sırları onunla bilir, anlar. (Kalb, Gönül derler. Hakkani göz! Basîret!)

Allâh, bu cânla teni, taşla demir mesâbesinde yaratmıştır. Taşla demirden nasıl ateş çıkarsa, cânla tenden de hakikat nûru doğar…

Allâh bu sırrı, cânla tenden meydana çıkarır. Bunu duydun ya!.. Haydi yürü, cânla tenini arıtmaya savaş!.. (Bedenden kopmak için mücâdele vermeye çalış!)

O taşla demir birbirine vuruldu mu nûrundan iki âlem aydınlanır.

Hakk’ın aksinin nüshası sensin... Sen! Dilediğini kendinde ara!

  

SORU 7:

Kimdir o, "Enel Hak" "Ben Hakk’ım" diyen?

Ne dersin... O nûrlara garkolmuş, O nûrlanmış kişi saçma mı söyledi?

"Enel Hak", mutlak olarak sırları açığa vurmaktır. Hak’dan başka kim, "Enel Hak " diyebilir?

Âlemin bütün zerreleri Mansûr gibi "Enel Hak" demektedir. Sen onları ister sarhoş say, ister mahmûr!

Senin kulağın, diyeni dinlemez, gözün diyeni görmezse, elbette sen, çeşitli isimlerle Hakk’ı isimlendirir, o isimlerin, "Enel Hak" dediğini sanırsın.

Halbuki her zerrede, "Enel Hak" sözünü her an söylemekte, fakat sen, perdeliliğinin gereği olarak O’na çeşitli isimler vererek, o isimlerle Hakk’ı müşâhadeden mahrum kalmaktasın.

Daima her varlık, bu “Enek Hak” tesbihini çekip durur. Hepsi de bu hakikatle vardır.

Bunu kolayca anlamak istersen; "Hiçbir şey yoktur ki, O’nu tesbih etmesin" âyetini oku!

"Her şey O’nu tesbih eder, fakat siz bunu anlamazsınız, idrâk edemezsiniz" âyetini hatırla!

Kendini sen de Hallâc yapar, varlık pamuğunu atarsan, Hallâc gibi bu sözü söylemeye başlarsın.

Zân pamuğunu kulağından çıkar da Tek, ve her şeyi kahreden "VAHÎD ve KAHHAR" olan, ALLÂH’ın sesini duy!

Yani, zânnından dolayı gitmektesin, senin sağırlığın zânnın!.. Senin zânların, gözünün gördüğünü sana yanlış gösteriyor. Kulağının duyduğunu sana yanlış gösteriyor. Hep o zân!

"Ben böyle zân etmiştim" dersin ya... İşte o zân da, vehimden doğar.

Sana Allâh’dan, durmadan dinlenmeden ses, nidâ gelip durmada!.. Daha kıyameti ne beklersin.. Burada onu alamıyorsan kıyamette hiçbir şey alamayacaksın.

Eymen vâdisine gir de o ağaç, sana da, "Ben Allâh'ım... Allâh!" desin!

Hazreti Musa, Eymen Vâdisine, yani Nefsinin Hakikatı Vâdisine girdiği zaman ve o hakikat kulağı ile dinlediğinde ağaçtan şüphesiz ki: "Allâh benim Ya Musa!.." hitâbı geldi.

Ağaçtan o hitâbı yapan Allâh, her an tüm varlıklardan sana hitâp ediyor ama sen, kul ismi altında, o isimler perdesi altında, O’na baktığın için alamıyorsun!..

 Bir ağacın, "Ben Allâh'ım" demesi doğru ve yerinde olsun da neden bir mukaddes kişinin demesi doğru ve yerinde olmasın…

Gönlünde şüphesi olmayan kişi şüphesiz olarak bilir ki, varlık ancak “bir”dir.

“Ben”lik Hakk’a yaraşır... Çünkü O sırdır, vehimlere sığmaz.

Allâh'ta ikilik yoktur... O'nun katında benlik, bizlik, senlik olmaz.

Ben, biz, sen, o hepsi bir şeyden ibarettir. Birlikte hiç fark, hiç ayrılık yoktur.

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Sohbeti İndirebilirsiniz!